- 372 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PROFİTEROL ve AZKABAN TUTSAĞI
PROFİTEROL ve AZKABAN TUTSAĞI
Fakültede bana tahsis edilen küçücük odamda sabah çayı keyfi yaparken kapı çalındı ve bir kargo elemanı içeri girdi. Omzuna astığı çantasından kalın bir zarf çıkarıp masaya koyarken teslimat belgesine imza atmamı istedi. Zarfta ne olduğunu merak etmiyordum, çünkü her ay bunun gibi dört beş gönderi geliyordu bana. Abonesi olduğum tarih dergileri, tanıtım broşürleri, konferans davetiyeleri ve bazen de yurdumun değişik üniversitelerinden gönderilen bilimsel kitaplar…
Çayımı ağır ağır yudumlamaya devam ettim. Elektrikli semaverim, bünyesindeki suyu kaynatarak buhar üretmeye devam ediyor, üstündeki cam demlik tavşankanı rengiyle iştahımı artırıyordu. En az üç bardak çay içmeden kendime gelemezdim. Burada bir antrparantez koyarak şunu da belirteyim: Fakültede hem öğretim görevlisi hem de doktora öğrencisiyim. Yarım saat sonra Tarih birinci sınıf öğrencilerine -hiç sevmediğim ve öğrencilere de sevdiremediğim- İlkçağ Tarihi dersi verecektim ve o zamana kadar hem moral hem de enerji depolamam gerekiyordu. Bir bardak çay daha koyup masama geçtim, kargocunun getirdiği zarfı açtım.
Aman Allah’ım! Gözlerime inanamıyorum, Cehennem romanı bu! Dan Brown’un Cehennem’i, orijinal adıyla İnferno’su. Şimdi yanılıp da “Vay be, ne büyük adammışsın, Dan Brown son yazdığı romanını imzalayıp sana göndermiş!” demeyesiniz. Alakası yok. Kendi siparişim… Şimdi diyeceksiniz ki “Madem öyle, bu şaşkınlık niye?”
Anlatayım.
Akademik kariyer yapabilmek için doktor unvanı almak, doktor olabilmek için de yeterli derecede İngilizce bilmek şart. Velhasılıkelam İngilizceye mahkûmuz.
Dün sabah tam bu vakitlerde yine böyle çay keyfi yaparken bir yıl sonra girmem gereken İngilizce yeterlilik sınavı aklıma geldi ve bir anda tüm vücudumu ter bastı. Her daim bana sıkıntı veren bu engeli nasıl aşacaktım, neler yapmam gerekiyordu? “İngilizce roman okuyabilirim,” diye düşündüm.
Bir yazarı sevdiysem tüm eserlerini okumak isterim. Dan Brown da bunlardan biridir. Üç yıl önce başlayan doktora çalışmalarımda branşımla ilgili akademik makaleler ve kitaplar okumak zorunda kaldığım için roman neşriyatını takip edemez olmuş ve dolayısıyla Dan Brown’u da ihmal etmiştim. İngilizce roman okumak fikri aklıma düşünce bilgisayarı açıp internette tarama yaptım ve İnferno’yu gördüm. “Bilimsel eser okumaktan yorulunca bunu okur, aynı zamanda İngilizcemi geliştiririm,” diye düşünerek Amerika menşeli meşhur bir internet sitesine sipariş verip kredi kartıyla ödememi yaptım.
Şaşkınlığımın sebebi bu işte!
“Be kardeşim siparişi ne zaman aldınız, ne zaman kargoya verdiniz, yirmi dört saat içinde bu kitabı Amerika’dan İzmit’e nasıl getirdiniz? Vallahi pes!”
Öyle ya, Amerika nere, İzmit nere? Zarf’ın üzerindeki gönderici adresine bakınca problemi çözdüm. Kitap İstanbul’daki bir internet sitesinden geliyordu. Belli ki bu site, Amerikan ticaret sitesinin Türkiye şubesiydi. Yine de hayret etmemek ve hayranlık duymamak elde değildi. Adamlar öyle bir satış ağı kurmuşlar ki alelade bir kitabı bir günde dünyanın bir ucundan diğer ucuna ulaştırıyorlar. Hem satıcı hem de alıcı için ne hız, ne kolaylık yarabbi!
İnternete girerek birkaç tıklamayla sahip olduğum bu kitap, satın aldığım daha doğrusu aldırdığım ilk romanı hatırlattı bana: Harry Potter ve Azkaban Tutsağı… Şimdi bana çok gülünç gelse de bu kitabı okuyabilmek için ruh dünyamda ne bunalımlara girmiş, vicdan muhasebesi yaparak nice ikilemlere katlanmıştım.
Hiç unutamam; o zamanlar Bursa – Gazcılar’da ikamet ediyorduk ve ben evimizin bitişiğindeki İbn-i Sina İlköğretim Okulu sekizinci sınıf öğrencisiydim. Sıra arkadaşım Semih de benim gibi kitap okumayı severdi. Harry Potter serisinin Felsefe Taşı ve Sırlar Odası romanlarını iki üç hafta arayla ikimiz de okumuştuk. İki üç hafta arayla diyorum, çünkü kitabı Semih satın alıyor, okuduktan sonra bana veriyordu. Sıra Azkaban Tutsağı’na gelince Semih’e bir hâller oldu, kitabı bir türlü bana vermiyor “Daha bitirmedim,” diyerek oyalıyordu. Bazen boş derslerde ve teneffüslerde kitabı çantasından çıkarıp birkaç sayfa okuyor, beni kıskandırmak istercesine ön ve arka kapağa bakıyor, sonra yine çantasına koyuyordu. Bir gün dayanamayıp: “N’olur bir geceliğine de olsa bana ver şu kitabı, yemin ederim bu gece bitirip yarın getiririm,” diyerek yalvardım. Anlaşılan o ki Semih de yalvarmamı bekliyormuş; gevrek gevrek güldükten sonra “Hayatta olmaz! Babam kızıyor.” dedi. “Sen de iyice alıştın beleşe ha! Senin baban yok mu? Paraya kıyıp alsın bir tane!”
Semih’e çok kırılmış fakat küsmemiştim. Sıra arkadaşlığımız normal seyrinde devam ediyordu. Kitabı çantasından çıkarıp sayfalarını çevirdiği zamanlarda onunla ve kitapla ilgilenmiyordum. İlgisiz kalarak tavır koymam işe yaramıştı, çünkü üç dört gün sonra kitabı okula getirmez olmuştu.
Belki de “Senin baban yok mu?” derken haklıydı Semih. Evet, benim babam vardı. Sağlıklıydı ve çalışıp para da kazanıyordu. Fakat kendimi bildim bileli babam benim için –ders kitapları hariç- tek kitap dahi satın almamıştı. Şimdi büyük ihtimalle, dedikodusunu yaptığım babama sinir olmuşsunuzdur ve içinizden “Amma ilgisiz ve cimri adammış ha!” demişsinizdir. “Babam özel bir dershanede edebiyat öğretmeniydi,” diye eklesem tepkiniz daha şiddetli olurdu, öyle değil mi? Öfke, hakaret, belki de küfür… Aman aman, şeytan kulağına kurşun! Sözümü geri aldım. Şaka yapıyorum; babam kaba saba, anlayışsız, zevküsefa düşkünü veya cimri biri değildi. Evet doğru, babam benim için tek kitap dahi satın almamıştı, çünkü evimizde beş altı yüz kitaptan oluşan kocaman bir kitaplık vardı ve orada her yaştan insanın okuyabileceği birçok kitap mevcuttu. Mevcuttu çünkü babam çocukluğundan beri edindiği kitapları gözü gibi korumuştu ve ayrıca biri iktisat sonda, diğeri diş hekimliği birinci sınıfta okuyan ağabeylerim de bu kitaplıktan beslenmişti. Babamın onlar için satın aldığı kitapların tamamı bana miras kalmıştı ve yaşıma uygun olanların çoğunu okumuştum.
Jenerasyon farkı diyelim, bu kitaplıkta Harry Potter serisi yoktu maalesef.
Evet, Semih haklıydı; okumak için yanıp tutuştuğum bu kitabı babama aldırmalıydım. Çok iyi biliyorum ki “Baba, bana Azkaban Tutsağı’nı al,” demem yeterliydi. Fakat diyemezdim, otuz liralık bir kitabı babamdan isteyemezdim. Büyük ağabeyim İstanbul Bebek’te, küçük ağabeyim ise Ankara’da okuyorlardı ve annemle babamın fısıltılarından anlıyordum ki epey masraflıydılar. Babam haftanın altı günü dershanede çalışıyor, boş gününde ve bazı gecelerde ise özel ders veriyordu. Evimizin maddi yükünü sırtlayan biçare babam her gün erkenden uyanıp yarım saat yürüyerek Heykel’deki dershaneye gidiyor “dolmuşa bin, belediye otobüsüyle git” diyenlere “Sabah antrenmanı iyi geliyor,” diyordu. Bazen empati yaparak kendimi onun yerine koyup “Oğlum benden bu kitabı isterse ne derim?” diye düşünüyor ve şöyle cevap veriyordum: “Evladım, bu yıl Lise Giriş Sınavlarına gireceksin; bırak roman okumayı da ders çalış, test çöz. Büyük ağabeyin bu yıl fakülteden mezun olacak, seneye bir değil on kitap alırım sana.”
Aslına bakarsanız babam adına kurguladığım bu hayalî mazeret en doğru cevaptı, çünkü hayat çizgimi belirleme ihtimali çok yüksek bir sınav beni bekliyordu ve ben hafta içi beş gün okulda, hafta sonu iki gün dershanede nefessiz tatilsiz öğrenim görüyordum. Babam dershaneci olduğu için ücret ödemiyorduk, bedava sirke baldan tatlıdır hesabı orta birinci ve ikinci sınıftayken de bazı hafta sonlarında dershaneye gitmiştim. Bazı hafta sonları diyorum, çünkü annem “Haftanın yedi günü ders mi olurmuş? Yatıp dinlen biraz.” deyip göndermek istemezdi. Ben ise her hafta sonu gitmek ister, annemle tartışır, didişirdim.
“Helal olsun sana, on bir on iki yaşlarındayken bile ilim öğrenme şevkiyle yanıp tutuşuyormuşsun!” diyenler yanılır. Dershaneye gitmek isteyişimin asıl sebebi elbette ki farklıydı. “O yıllarda tombik bir çocuktum,” diyerek ipucu vereyim. Tahmin edebileceğiniz gibi babam dersler bitip de eve dönerken beni ödüllendirir, dershanenin alt taraflarındaki bir pastaneye sokup profiterol -babamın ifadesiyle mükâfat- ısmarlardı. Bu olay bizim hem sırrımız hem de geleneğimiz olmuştu. Profiterol ziyafetlerim esnasında babama “Sen niçin yemiyorsun?” diye sorduğum zaman “Sevmiyorum, ayrıca yaşım elliye yaklaştı, doktor bana tatlıyı yasakladı,” gibi cevaplar alır ve buna inanırdım. Gerçek cevabın ne olması gerektiğini ancak orta üçüncü sınıftayken idrak edebilmiştim: parasızlık veya zorunlu tasarruf…
Sanırım kasımın son haftasıydı. Her hafta sonunda olduğu gibi annem bir tabağa iki kaynamış yumurta, dört beş köfte, yarım ekmek ve biraz da zeytin koyup bir çıkın hazırlayarak poşete koydu; sırtımda çantam, elimde poşet olduğu hâlde belediye otobüsüne binip dershaneye gittim. Heykel’deki Sönmez İş Hanı’na geldiğimde saat 13.15 idi, sabahçı ÖSS grubu 13.30’da çıkacak ve biz yani ortaokul öğrencileri 14’te derse girecektik. Yemek çıkınını 13.30’da babama teslim etmem gerekiyordu zira yarım saat içinde hem ihtiyaçlarını giderecek hem de öğle yemeğini yiyecekti. Rahattım, çünkü on beş dakika boş zamanım vardı, bu dakikaları iş hanının giriş katındaki kitapçı vitrinine bakarak değerlendirebilirdim.
Değerlendirmez olaydım.
Kitapçı benim zaafımı biliyormuş gibi, âdeta bana nispet yaparcasına vitrindeki raflardan birini boydan boya J. K. Rowling’in son kitabıyla süslemişti: Azkaban Tutsağı… Raf dolusu Azkaban Tutsağı… Onlarca, belki de yüzlerce, rengârenk ve pırıl pırıl Azkaban Tutsağı… Ve ben… Azkaban Tutsağı’nın tutsağı… Elimi uzatsam tutabilirim ama tutamıyorum; çünkü arada cam var. İçeri girsem alabilirim ama alamıyorum; çünkü ceplerim bomboş.
Aynı kitabın aynı nüshalarına kaç kez ve kaç dakika baktım hatırlamıyorum. İş hanının üst katlarından güruh hâlinde öğrenciler inmeye başlayınca kendime gelebildim ve koşarak dershaneye çıkıp yemek çıkınını babama verdim.
Dinlediğim dersler verimsizdi. Verimsizdi çünkü kırk dakikalık bir dersin yirmi dakikasında öğretmeni dinliyorsam yirmi dakikasında da o kitaba nasıl sahip olabileceğimi düşünüyordum. Bazen aklımdan “Babam iki ağabeyime de her ay biner lira gönderiyor, bu ay da benim için fazladan otuz lira harcasa bütçesi mi sarsılır?” diye geçiriyor ve kitabı aldırmaya karar veriyordum. Bazen ise babamın benimle profiterol yemeyişini, dershaneye daima yürüyerek gelişini; annemin pazara akşamüstleri çıkmasını, evde sadece benim odamdaki kalorifer peteğinin açılmasını düşünüyor ve vazgeçiyordum.
Sonunda karar verdim: Almayacaktım kitabı. Kitapçının yanından geçerken vitrine dahi bakmayacaktım.
“Azkaban Tutsağı da neymiş? Sadece bir kitap… Okumasam ne olur, ölür müyüm? Elbette ki hayır!.. Bu kitabı okumayan milyarlarca insan var bu dünyada. Bir yerleri mi şişti, bir yerleri mi eksildi?”
Böyle düşününce epey rahatlamıştım ve “Bendeki bu tutku lüzumsuz bir kuruntudan başka bir şey değil,” diye geçirmiştim aklımdan.
Son dersin çıkış zili çaldı, öğretmenler odasında babamı buldum ve ağır adımlarla iş hanının giriş katına indik. Allah kahretsin! İşte kitapçının önündeydik ve ben orada mıhlanmış gibi dikilerek kitaba bakıyordum. Refleks gibi bir şeydi bu, mantığımla engel olamadığım bir refleks…
Babam “Ne oldu Tuğrul? Nereye bakıyorsun?” diye soruyordu.
“Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’na…” dedim.
“Vay, üçüncü cilt de çıktı ha!”
“Üstünde para var mı? Alabilir misin bu kitabı?” diye sordum.
Babam kitapçıya girdi, beş on saniye sonra dışarı çıkarak: “Alırım ama bir şartla…” dedi. “Kitap otuz liraymış, az sonra sana ısmarlayacağım mükâfat ise on beş lira. Bugünkü ve yarınki mükâfatlardan vazgeçersen alırım kitabı. İyi düşün ve karar ver. Kitap mı, mükâfat mı? Tercih senin.”
Öylesine dolmuşum ve kitabı öylesine arzulamışım ki “Kitap!” diye haykırdım. O anda babamın yüzüne bir memnuniyet ve mutluluk dalgasının yayıldığını fark ettim. Babam “Aferin sana!” deyince kuş gibi hafifleyip rahatladım. Fakat babam hızını alamamış olmalı ki iltifatlarına devam ederek: “Şimdi anladım ki liseymiş, üniversiteymiş vız gelir sana! Bu kitap sevgisi sayesinde profesörlüğe kadar yükselirsin sen,” diyordu.
O anki çocuk aklımla babamın bu sözlerine bir anlam verememiş, roman okumak ve profesör olmak arasında ne tür bir ilişki olabileceğini kestirememiştim.
Neyse, konuyu dağıtmayalım; kitabı alıp yola koyulduk. Her zaman olduğu gibi eve yaya gidecektik çünkü yolumuz yokuş aşağı idi ve hiç de yorucu değildi. Ben önde babam arkada yaya yolunda yürürken malum pastanenin önünden geçtik. Alışkanlık mı yoksa açgözlülük mü tam bilemiyorum ama pastanenin önündeyken içeriye bakmadan edemedim. Çeşit çeşit ve renk renk canım profiteroller pasta dolabında mahzun mahzun bana bakıyordu. İçimden “Haftaya görüşürüz,” diye geçirerek yürürken montumun arka boyun yakasından tutan bir el beni durdurdu.
Babamdı tabii. “Hadi pastaneye…” dedi tebessüm ederek. “Mükâfat seni bekliyor.”
“Ama baba!.. Kitap aldık ya!..” dedim. “Masrafa soktum seni.”
“Ne masrafı oğlum! Ben seni, sevdiğin iki şeyden birini tercih yapmaya zorlarken denemek istemiştim. Gururla söylüyorum ki arzuladığım cevabı aldım. Okuyacağım diyen çocuğa kitap almak eğitim yatırımıdır. Bu dünyadaki en iyi yatırım da budur. En azından benim için…”
Pastaneye girip de iki kişilik bir masaya kurulur kurulmaz sipariş dahi vermeden –pastanenin patronu ve garsonları bizi iyice ezberlemiş olmalı- garson masayı donattı. Donattı dediğime bakmayın; ortaya konan bir porsiyon profiterol, bir adet çatal ve bir de küçük kâğıt peçeteydi.
Kollarımı göğsümde birleştirip babamın gözlerinin içine bakarak kıpırdamadan bekledim. Kararlıydım, tek başıma yemeyecektim; fedakârlık sırası bendeydi.
“Hadi yesene, ne bekliyorsun?” dedi babam.
“Garsondan bir çatal daha iste, birlikte yiyelim. Aksi hâlde ağzıma dahi sürmem.”
“Evladım biliyorsun ki doktor bu tür tatlıları bana yasakladı.”
“Hayır, inanmıyorum. Senin hastaneye gittiğin yok ki doktor yasaklasın! Bundan sonra hep birlikte yiyeceğiz, sen yemezsen ben de yemem ve bir daha da dershaneye gelmem.”
Babam tebessüm ederek: “Vay, vay, vay!.. Sen ne zaman büyüdün de bu kadar olgunlaştın?” dedi şaşkınlıkla ve garsona seslendi.
Başarmıştım, her şey tam istediğim gibi gidiyordu. Tatlımı babamla paylaşarak hem doğru olanı yapmış hem de bir kez daha babamın gözüne girmiştim.
Garson masamıza geldiğinde babam: “Aynı profiterolden üç tane eve götüreceğim, biz çıkana kadar paketi hazırla.” dedi.
Şaşkındım. “Onlar niçin baba?” diye sorunca “Biri senin, biri benim, biri de annenin,” diye cevap verdi. “Biz yiyeceğiz de annen yemeyecek mi?”
O anda kafama büyük bir taş düşmüş gibi afallamış ve şaşırmıştım.
“Aman Allah’ım, asıl sebep ‘parasızlık’ da değilmiş,” diye düşündüm. “Babam bambaşka bir sebep yüzünden profiterol yemiyormuş da haberim yokmuş!”
Şimdi, şu anda, ben fakültede öğretim görevlisiyken babam ve annem ne mi yapıyorlar?
Babam emekli oldu; rahmetli dedemin köydeki evini tamir edip oraya taşındılar. Babam evin önündeki bahçeye ektiği sebzelerle uğraşırken annem de bahçe kenarına diktiği güllerle oyalanıyor. Haftada en az bir defa telefonla görüşüyoruz. Annem telefonda “Sana kız bulalım, evlen gayri, ben torun isterim,” diyor. Tabii ki “inşallah, bakalım, kısmet” diyerek geçiştiriyorum. Babam ise her görüşmemizde “Doktora tezin ne âlemde?” diye soruyor.
Çok iyi biliyorum ki doktora diplomamı görmeden ölürse gözleri açık gider.
Profesör olmaya mahkûmuz vesselam.
Erturan Elmas
Mart 2020 / BURSA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.