- 514 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Metropol
41 73
Metropolde Bir Gece
Asabi metropolün gecesini acımasızca yaran ticarinin yan koltuğundayız, taksimetre
çalışmıyor, şoför bizi göremiyor. Bir zamanların bok çukurundan gökdelenler
yükseliyor. Gecekondular, Çin kerhanesini andıran ışıklı gökdelenlere gölge komşusu,
büyük balık doymak bilmiyor. Tek tük kalmış yıkık mezbahane iskeletleri toplandı
toplanacak, devasa şantiye makaraları… Trafik ışıkları kırmızıda yanıp sönüyor ve
öylesine geç bir vakit ki, kol saatimize bakmaya korkuyoruz. Hepimizin vakte dair bir
fikri var, lakin susuyor, sadece camı aralamakla yetiniyoruz. Yılık harfler ile ucuz bir
tablotçu bulaşıkçını arıyor, dikkatimizden kaçmıyor. Oysaki şehirdeki tüm bulaşıkçılar
uyuyor. Bir başka tepedeki aynı metropolde; arnavut kaldırımlı yokuşu tırmanan ayyaş
avukat, ayakkabılarınla öylesine yakınlaşmış ki onları en kısa zamanda boyatması
gerektiğini anlıyor. Bu ayıp, yanıp sönen sokak lambasında bir belirginleşiyor bir
siliniyor. Burada rüzgâr esiyor, hava ısırıyor mu ısırıyor. Yirmi birlik asgari ücretli
Kenan, zavallı loğusa karısıyla uykusuz. Bebek T. huzursuz, ağlıyor. Gazı var sadece,
kucağına alınıp sırtının sıvazlaması yeterli oysaki. Bunu anlamaları tecrübeyle bir gün
gelecek. Yirmi bir gün evvel ayyaş avukat yine yirmi küsur senelik arkadaşı
Semavi’ye bakmaya gelmişti bu yokuşun dibinden. Ayyaş avukat ince, uzun ve hala
gençti. O gün, gün ışıktı ve seven bir kadın, kocasının ihanetini o anda öğrenmiş,
dünyası mahvolmuştu. Kuzey doğuda bir yerde fabrika şefi böbürlenerek işçisine şöyle
diyordu. ‘’İzin sorun değil, önemli olan dürüst olman. Benim için kız arkadaşınla
buluşup keyfi bir çay içmen bile izin sebebidir.’’ Yirmi bir gün evvel Semavi evde
yoktu. Yirmi bir gün evvel avukat aynı ayakkabılar ile yine buradaydı ve Semavi’nin
olmadığı varoşta beyaz sevimli köpek boş mama kovasını ısırıp ona açlığını
kanıtlamaya çalışmıştı. Gece ağır aksak ilerliyor. Bir polis arabası usulca karşı yönden
geçip gidiyor. Metro köprüsünün altından geçiyoruz. Genç ayyaş avukat, tam
ensemizden otuz beş kilometre uzakta. Git gide ondan uzaklaşıyoruz Semavi bu defa
evde. Işık yanıyor. Bulaşıkçı adaylarından biri kocasıyla zoraki sevişmiş, sabahın
getirileceği umutsuzlukla tavanda yüzleşiyor. Yedek yorgan ve yastıklar yanı
başlarında yükseliyor çiftin. Bir sigara yakıyor su işleri müdürlüğünün bekçisi. Eski
Rus askerlerinin parkelerine benzer parkesini yanağına kadar çekiyor. Baktığı yönde
sanki olacakları görüyor. Evde ışık var. Gıcırtıyla aralıyor bahçe kapısını. Aç köpek
karartıda onu hemen tanıyıp susuyor. Yem kovası yanı başında. Aklının köşesinden
bile geçmiyor yirmi bir gün önceki boş yemliğe bakmak. Ama biz eğilip bakıyoruz.
Yine bir şey yok. Yoksa bu köpek önüne ne kadar konursa hemencecik yiyor ve sonra
iflas etmiş bir darı tüccarı gibi kendini acındırmaya mı çalışıyor? Taksiyle Alsancak’a
vardık bile. Dar sokakların neredeyse her bir yanı travestilerce parsellenmiş. Körfez
hala çürük yumurta gibi kokuyor. Rüzgârdan olmalı, taşınıp gelmiş olmalı leş koku
sokaklara. Kapıyı çalıyor. İçerideki konuşmalar bıçak gibi kesiliyor. Sonra da,’’ Kim
o’’ Diyor, Semavi. ‘’Benim’’ Diyor, genç, sıska, uzun avukat. Hemen açılıyor kapı.
Delik deşik çekyatta iki kişi oturuyor. Çay bardaklarında aslan sütü duruyor. Yalnız,
her bir bardaktaki içki seviyesi farklı. Direk, gözleri ilk evvela bardaklara odaklanıyor.
Neredeyse ayılacak. Söyleyeceklerini yokuş boyunca tekrarlamıştı. Şunu tekrarlayıp
durmuştu: ‘’ Nasıl benden şüphelenirsin, bu bana yapılan bir hakaret… Bak Semavi
seninle çocukluk arkadaşıyız. Bu mahallede sen ve ben… Semavi sen gerçekten bunu
benim yapabileceğime inanıyor musun? … Semavi ben seni hiç sattım mı, söylesene
sattım mı? Dostum, sen ciddi misin?’’ ... Oysaki sadece ve sadece üç çay bardağına
gözlerini dikmiş bakınıyor, kirli çekyattakiler ile ilgilenmiyordu. ‘’ Gel bakalım
Avukat Efendi’’ derken Semavi, genç sayılabilecek yaştaki ayyaş avukat bir bardak
rakı uğruna hiç var olmamış kaynanasının kendisini sevdiğini iddia ediyordu. Kapı
dördü için kapanmadan, bu aralıktan fırsat bilen beyaz sevimli köpek yem kovasını
ısırıp onu teşhir etmeye niyetlense de kapı birden kapanıyordu. Hilal aya bakıyor
köpek. Uzaklardan gelen- muhtemelen sokak köpeğinden- havlamaya dikkat
kesiliyor. Ciddi bir şey yok, kuyruğunu sallayarak çöküyor yine aya gözlerini dikerek.
Sokak köpeğinin yanındayız. Yeni atanan mahalle bekçilerinin ayırdığı bir köpek
çetesi savaşından hala hazımsızlık çeken bir karabaşın mızıklamasından başka bir şey
değil. Bebek T.nin gazı tesadüfü bir şekilde babasının sırt okşamasında ‘gak’ diye
çıkıp gidiyor. Işık sönüyor. Gece burada huzur vaat etmeye başlıyor. Tüm gece
taksiyle turluyoruz. Saat kulesini, belediye binasını ve İnciraltı’nda ki bir elin
parmakları sayısındaki kara gölgeli incir ağaçlarını görüyoruz. Kimse taksiye
binmiyor. Hasılat yetmiş beş lira… Üç gün sonra bir telefon geliyor, 532 ‘li bir
numara. Arayan ayyaşın babası. Evladım, oğluma birkaç gündür ulaşamıyorum.
Telefonlara cevap vermiyor, sen onunla görüşüyor musun? ‘’Diyor titrek bir sesle ve
ekliyor,’’ Bugün de ona ulaşamazsam İstanbul’dan ilk uçakla gelicem’’ ‘’Merak etme
Bey amca, sızmış kalmıştır bir yerde’’ diyemiyorum. ‘’ Merak etme amca’’ diyorum
biraz kaygılıyla. Sonra sizi uyandırıyorum. Birlikte ayyaş avukat arkadaşımızı arıyoruz
cepten. Telefonumuza bakmıyor. Telefon çalıyor ama bakmıyor. Taksi çağırıyoruz.
Gelen üç gün önceki şehir turu yaptığımız aynı taksi. Ben ve bir kaçınız birlikte ön
koltuğa kuruluyoruz, sen ve sen de arka koltuğa. Evine gidiyoruz. Kapıyı çalıyoruz.
Kimse yok. ‘’Hay Allah’’ Diyoruz hep bir ağızdan. ‘’Hayır olsun’’ İyi çocuktur
avukat, siz de bilirsiniz. Ayyaştır mayyaştır ama iyi çocuktur. Telefonumuz çalıyor. ‘’
‘’Gazı vardır onun, sırtını sıvazlayacaksın dikkatlice, sonrada ‘gak’ sesini duyana
kadar bunu tekrarlayacaksın, bişeyi kalmaz’’ Plastik enjeksiyon işçisidir T. ‘nin
babası. Yirmi bir yaşındadır ve adı Kenan’dır. Zor iştir plastik enjeksiyon işçiliği. Ham
maddeye ‘mal’ derler burada, bu fabrikada. Çuval çuval istiflidir canavara benzeyen
makinanın yamacında. Un çuvallarına benzer, birkaç okka daha hafiftir. Sırtına alır
sekiz basamak tepesine çıkar, huniden gak diye boşaltırsınız malı. Sonra o canavar
çiğner de durur plastik sakızını. Tükürür: plastik sandalye olur, tükürür; plastik kova
olur, tükürür; plastik bilmem ne olur. Neler de neler tükürür. Uzaklarda. Çok daha
uzaklarda, ağaçların rüzgârda salındığı tarlalarda mis gibi havada tarım ırgatları
filtresiz cigara tüttürür. Kasketleri, baş bağları, lastik ayakkabıları vardır ırgatların.
Seraların içi sıcak olur. Güneş sadece ve sadece seralara iyi davranır. Domates işte
buradan kopup gelir soframıza kızararak. Biliyorsunuz değil mi? Gelen arama bizim
avukattan başka biri değildi. Heyecanlanıyoruz sevinçle ‘’ Dostum merhaba,
nasılsın?’’ ‘’İyidir, ama bir bela var başımızda, sorma bilader’’ ‘’Baban seni merak
ediyor’’ ‘’Biliyorum iki gün önce konuştuk’’ yutkundu. ‘’Darp ettiler beni’’ ‘’Deme
yahu, kim ?’’ ‘’Çocukluk arkadaşım Semavi, sana ondan bahsetmiştim’’ ‘’Hatırladım,
âmâ neden?’’ ‘’İki de arkadaşı vardı o gece yanında’’ susuyoruz soru şeklinde. ‘’
Yirmi gün önce sahte içki için elli bin liralık tarımsal alkol satın almıştı karanlık
adamlardan veresiye’’ ‘’ Eee?’’ ‘’ Sonra da polis baskınıyla kaptırmış saf alkolü’’ ‘’
Seninle ilgisi ne peki bunun?’’ ‘’ Benim ihbar ettiğimi düşünüyor. Benden elli bin lira
istiyor. O gece üçü birden üç yerden saldırdılar, silah çekip anlıma dayadılar. Oysaki
ben ona, neden benden şüpheleniyorsun diye sitem etmeye gitmiştim. Şikâyetçi oldum.
Rapor aldım. Gerçi, gözümün şişi indi, iyiyim ben ama… Şimdi de Zühal’in evinde
saklanıyorum. Gözü dönmüş Semavi’nin, elli bini bulamazsam beni öldüreceğine ant
içti. ‘’ ‘’ Senin meteliğin yok diye biliyorum, yanılıyor muyum?’’ ‘’Büyükannemden
kalan Foça’daki evi sattım geçen ay. Semavi’nin kız kardeşi emlakçıdır. Ona dediydim
anamla başımızı sokacak bir ev bul bize diye.’’ ‘’Şimdi anlaşıldı.’’ Diğer iki kişi
kimmiş peki?’’ Biri taksici, diğeri de fabrikada işçi bir çocukmuş. Taksiciyle göz göze
geldim bir ara. Gözünün altındaki benden tanıdım onu ‘’ O taksici o taksici miydi?
Peki, fabrikadaki çocuklu genç, o çocuk muydu? Enjeksiyon operatörü… Bilmiyoruz,
bilmek de istemiyoruz. Ama olay günü taksici bizimleydi. Zavallı toy baba Kenan da
biricik oğlu T.nin gazını tesadüfen çıkartmakla meşguldü. Sonra bir karar vermiştik,
hatırlıyor musunuz genç sayılan ayyaş, sıska ve uzun olduğu su götürmez kesinlikte
olan avukata. Demiştik ki: ‘’Sen bir alkoliksin. Aldığın davalarda sırf bu yüzden
başarılı olamıyorsun. Babanın anneni sen henüz yedi yaşındayken terk edip gitmesini
hazmedemiyorsun. Babana olan kinin 1988 yılına dayanıyor. Dayının sana aldığı
çikolatanın baban tarafından sana neden verilmediği davasında takılı kalmışsın.
Metropol günün ilk ışıkları ile kaynayan bir kazana dönüşüyor. Cepheler açılıp
kapanıyor. Savaşlarda ölenler, aldatılanlar oluyor. Bulaşık yıkayan zavallılar devlet
tiyatrolarında sahneye konan oyundan bihaber beyaz muşambadan adi derileri
boynuna geçiriyorlar. Ölmekten ilk defa korkuyorsun. Bir kadının eteği altındasın ve
titriyorsun. Ki o kadına sadece ağız kokunu çekecek başka kadın bulamadığın da
gidiyordun. Herkesten fazla içip tanrıya ve meleklerine meydan okuyordun. Şimdi
zavallı babandan intikam aldığını zannediyorsun. ‘’ demiştim. Sonra da Otomatik
Portakal filmini izleyip izlemediğini sormuştum sana. Sen de hukuk fakültesinde
izlememiz yönünde tavsiye aldığınızı söylemiştin. Filmi anlatmaya başlamıştın.
Sözünü kestim. Dedim ki sana filmin konusu sana kalsın. Bu filmin sinemaya
uyarlanan romanının yazarı Anthony Burgess. 1959 yılında beyin tümörü teşhisi konan
ve bir yıldan daha az ömrünün kaldığı yüzüne söylenen İngiliz yazar. O zamana kadar
başarısı olmayan silik bir yazar. Sırf öldükten sonra karısının geçimini sağlamak için
Otomatik Portakal gibi bir başyapıt romanı Dünya edebiyatına armağan eden İngiliz
Yazar. Ya Dostoyevski. Çar’ın mucizevi affıyla idamdan kıl payı kurtulan kumarbaz
dahi… İşte sana işaret, görmüyor musun? İstanbul seni çağırıyor. Annenin ve senin
hazırlaman gereken bir bavulu var. En büyük metropol seni çağırıyor. Daha büyük
katiller, kalpazanlar, tecavüzcüler ayık bir avukatı bekliyor. Şehirler kaynıyor… Su
idaresindeki bekçi yüksek tepede kurulu tesisten İzmir’i seyrediyordu. Bir türkü geldi
derinlerinden bir yerden dudaklarına. Tam söyleyecekti ki cebi çaldı. Arayan
amcaoğlu Faruk’tu.