- 850 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
578 - DUYGUSUZ YARATIK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Duygusuz Yaratık,
Bunlar sessiz sedasız, yorgun ve durgun yazılar… Yolsuz yolaksız, dilsiz kulaksız, elsiz ayaksız, umutsuz ulaksız, gidişsiz gelişsiz karalamalar… Zarfsız adressiz, pulsuz kaşesiz, sağır ve dilsiz seslenişler…
Dedim ya, benimkisi züğürt tesellisi… Bu yaşta azıcık Polyannacılık, azıcık nazcılık… Hayatta o kadar ezildim ki alacaklı kaldım. Herhalde ahir zamanımda birazcık naz makamında çalmamı bana çok görmez.
Daima erteledim her hayalimi düşümü. Her zaman geleceğe bıraktım gailesiz gülüşümü. Mutluluklar gelecek umuduyla uyudum uyandım, bekledim durdum. Ne umdum hayattan, ne buldum!
Bütün bunları, tek dert ortağıma söylediğimde hep aynı terane… Başlıyor ölümden kabirden, hesaptan Kitap’tan, sorgudan sualden… Zamandan bir giriyor, ne hayat kalıyor ne memat! Dünyadan çıktığı gibi Cenneti Cehennemi buluyor!
“Ya Cenneti kazanıyor insanoğlu ya da Cehennemi boyluyor!” diyor. Öyle bir kafamı bozuyor ki sorma! Yani çok sevmesem var ya… Bir kaşık suda boğacağım, yedi deryada boğulmayan adamı! Her defasında aynı vaaz:
“Zaman daraldı, arkadaşım. O kadar yaş yaşadın, şurada ne kaldı! Tenekeysen gümüş, gümüşsen altın olmalısın. Daha ne kadar yaş yaşayacaksın ki bu harap şehirde? Erteleme Allah’a dönüşünü! Yönel artık kıbleye! Geliş O’ndandır, gidiş O’na…
Avuçlarında saklı sekiz cennetin anahtarı, şayet açabilirsen… O bahçelerde, sonsuza kadar akla hayale gelmeyecek güzellikler gizli…
Nefsini bil ve sus! İsyan etme, pus! Her can yerde mahpus… Az kaldı özgürlüğe. Ölümün öldürüldüğü yerde başlayacak ödül töreni. Hiç bitmeyecek bir hayata, bitimsiz esenliğe ve mutluluğa ulaşacaksın, İnşallah! Yaşadığın kadar daha yaşamayacaksın. Çok az bir vaktin kaldı. Yeter ki en iyi şekilde değerlendirmeyi bil!
Ne tatlı şeydir ibadet! “Nerede daha çok kalacaksan, oraya daha çok hizmet et!” Vazgeç şu aşktan meşkten! Malayaniyle vakit öldürme! Ölmeden önce öl! Öl ve ol!
Misafirsin bu âlemde. Sonunda ayakkabıların çevrilecek, çıkıp gideceksin. Ayakkabıların, ilk çıkan giyeceğin ve ilk başkalarının kullanımına sunulan eşyan olacak bir zaman ve sen o zaman mecburi istikamete yalınayak ve çırılçıplak devam edeceksin.
Vazgeçtiğin anda senin olacak dünya. Bambaşka umutlarla dolu yolun sonunda vuslat… At, safra kabilinden ne varsa, sırtından at! At ki yüksel de yüksel, kanat kanat!”
Ben mi şairim kendimce yoksa bizim Kaptan mı! Normalde sıradan bir adamcağız ama bir teli var ki ona dokunulduğunda şairane bir nutuk dökülüveriyor, çoğu zaman dünyevi sözlere sımsıkı kapalı dudaklarından. Ya dua ediyor ya zikrediyor. Boş bakmıyor etrafa, gördüğü her şey üzerinde enine boyuna düşünüyor olmalı ki o zamana kadar onların görmediğim yönlerini gösteriyor, hiç fark etmediğim özelliklerini söylüyor, haklarında hiç bilmediğim şeyler anlatıyor. Bazıları ansiklopedik bilgiler, bazıları da kendi keşfettikleriymiş.
Benim hayattan beklediklerimi o ahiretten bekliyor. Hem de kat be kat fazlasıyla… Ona imrenmiyor değilim. Şeksiz şüphesiz iman edenlere mahsus bir rahatlık içinde… Ne kıskançlık fesatlık var içinde ne de zerre kadar kuşku… Ben de öyle olabilseydim keşke!
İçim içimi yiyor! Kıskançlık etimi iliğimi yedi bitirdi, kemiğimi kemiriyor! Anladım ki bu dünyada bir damla bal için bir çeki odun yemek gerekirmiş. Kaptan’ın mutluluğunu gölgeleyen hiçbir şey yok! O huzur içinde olmayacak da ben mi olacağım! Adam dünyadan elini eteğini çekmiş, bir lokma bir hırka, derviş hayatı yaşıyor. Bu âlemden ne bir şey istiyor, ne bir yaratığım peşine düşüyor, ne de ulaşamadığı için üzülüyor.
Ben isteklerimin altında kalmışım, ezilmişim üzülmüşüm. Ardına düşmüşüm mutluluğun, yorgun düşmüşüm. Ekmek atlı ben yaya, kendimi bildim bileli peşinden koşmuşum. Şeytan diyor ki… Yok! Melek diyor ki: “Yok et beklentileri! Unut yaratılanları, Yaratan’a bak!” Bu durumda Kaptan melek olmuş oluyor. İlahi Kaptan! Güldürdün beni!
Ben onun gibi olamam ki! O almış alacağını bu dünyadan. Gezmediği derya deniz, görmediği yer kalmamış. Doya doya sürmüş zevkini sefasını, doludizgin yaşamış yaşanılacak her şeyi. Ununu elemiş, eleğini duvara asmış, şimdi de almış eline doksan dokuzluk tespihi, kırmış dizini, oturmuş penceresinin önündeki sedire, çek babam çek! Zavallı Necmettin! Ne umdun ne buldun bu dünyada? Fakirlik, yalnızlık, çaresizlik… Çek babam çek!..
Ay!.. Türk filmlerine benzedi. Acılı Adana! Gecenin bu saatinde… Seni düşünmek varken… Değil mi ya? Bu adam sağımda, sen solumda… Yani melekle şeytan gibi… Fakat solumda olmalı yerin. Kalbimde…
Bazen düşünüyorum da… Mademki kalbimiz Allah’ın evi, neden makbul tutulan sağ tarafta değil de solda yer almış. Yoksa biz, yaratılıştan suça meyilli ve günaha yakın mıyız? O halde sola meyletmemiz kaçınılmaz. Çünkü hepimiz kalplerimizin çekimindeyiz.
Hayatım boyunca sevgisiz kaldım. Buna rağmen bol keseden sevgi dağıttım. Bedenimden çok yüreğimle yaşadım. Solum ağır bastı, sağım havada kaldı. Ben sevdim, başkaları aldı. Kederi tasası bana kaldı.
Sevgi değil miydi yaratılışın özü! Sevgisiz ibadet bile makbul olmuyordu. Ben nerde hata yaptım? Bunu böyle sordum bizim Bilgiç’e. “Sen antrenmanlardan çıkamamışsan ben ne yapayım?” dedi bana. Yoksa ben henüz ısınma hareketleriyle mi meşgulüm? Herkes maçı bitirmiş bitirecek, son düdük çaldı çalacak, ben hâlâ nerelerdeyim!
Kendime kızıyorum. Bir ömrü şu zamana kadar bana hiçbir şey kazandırmayan işlerle uğraşarak telef ettiğim için… Çocukluğumdan beri sarf ettiğim gayrete, çektiğim emeğe, harcadığım gençliğe, kaybettiğim zindeliğe, ürettiğim o güzelim duygulara, tükettiğim şu koskoca ömre ve şimdi geldiğim yere bir bak!
Tercih ettiğin adamın içyüzünü gördüğün halde sırf parası için vazgeçemediğin yetmezmiş gibi, ister istemez onun çocuğunu taşımakta olduğundan bahsettiğin halde bugün telefonda bana sevinç içinde doğum müjdesi verdiğin için artık senden de beni İzmir’e çağırmandan da ümidi kestim. Allah, oğlun Özgür’le ve vazgeçilmezinle seni mesut etsin!
Her sözümde “Allah” demeye başladım. Hep o Deryalar Fatihi’nin marifeti… “İnşallah, Maşallah, Elhamdülillah, Süphanallah…” diye diye beni de kendisine benzetti. Bir de: “Verdiğim meali okudun mu?” diye soruyor. Hayır! Okumadım. Okuyamadım. Çünkü hiç kendimle, hiç Allah’la kalamadım. Her ânımda sen vardın, her nefesimde adın vardı. Aklım doluydu, kalbim doluydu, ruhum doluydu. Bunca yükle O’nu nasıl taşıyacaktım! Halen öyle ama artık yükleme zamanının bittiğini, boşaltıma başlama vaktinin geldiğini düşünüyorum. Üstelik bunun için çok geç kaldığımın da farkındayım. Kendime acıyor, zavallılığıma kızıyorum.
Şimdi beni ancak O teselli edebilir. Açılan boşlukları ancak O doldurabilir. Yalnız, benim anlayışım kıttır. Ortanın ortasından terk etmişim okulu. O’nu ancak âlimler anlar. Ben ise cahil adamın biriyim. Bu zamana kadar elime almamışım, kapağını açmamışım, şimdi tamamını okumam bekleniyor. Az uz da değil! Altı yüz sayfa…
Birazdan abdest alacağım. Ona başlamak için namaz abdesti yetmez bence. Güzelce bir boy abdesti alayım. Bir tövbe edeyim bütün günahlarıma, sonra alayım elime. Şimdiye kadar kendimi gerçekten Müslüman hissetmiş olsaydım, zaten çoktan okumuş olurdum tamamını.
“Anlayamadığın yerleri not et, beraber bakalım. Üstünde düşünelim, anlayamazsak araştıralım, doğrusunu anlamaya çalışalım!” diyerek yine bana bir bloknotla kalem verdi. İşi çok zor! “Ben kimim ki! O’nu ancak âlimler anlar.” diyecek oldum. “O, herkesin anlayabileceği kadar açıktır. Anlaşılamayan yerler, tercüme hatasındandır. Hele bir başla! O sana kendisini anlatır. Allah, ilmi isteyene verir. Âlim olmaman için bir sebep söyle! İstemiş olsaydın, çoktan olurdun. O, anlaşılmaz olsaydı, bizden anlamamız beklenemezdi. Allah, öğretmediği yerden soru sormaz!” diye kestirip attı. Çaresiz okuyacağız, anlamaya çalışacağız.
“Yaratılanlara bel bağlayanlar hüsrana uğrarlar.” demişti. Bu vakte kadar kaç kere doğrulanan bir sözdü bu ama ben o kapı açılmadıysa bu kapıya giderek bir nebze sevgi için avuç açtım hep. Hiç Allah’ın kapısına gitmedim. Kırılıncaya kadar o kapıları çaldım durdum da Allah’ın kapısını bir kere çalmak lüzumunu hissetmedim. Kendi kendime yeterim sandım da aldandım.
“Hiçbir şey için geç değildir!” diyor Kaptan. “Zararın neresinden dönülürse dönülsün, kârdır. Henüz can boğaza gelmedi.”
İnşallah kalpleri mühürlenenlerden değilimdir. İnşallah tövbemi kabul eder. Şayet huzuruna kabul ederse dönüşüm kesin olacak. Tüm sevgileri aralayarak Allah sevgisini merkeze koymaya çalışacağım. Bakalım bunda ne kadar muvaffak olabileceğim.
Tövbekâr”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 578
YORUMLAR
Ne o'nun ne de dünyevliğin kapısını çal. ne tespihe ne tövbeyle ikram bekle ne de ibadetle.. bekleme, verecek olan zaten verirdi. zorlama.
İnsan ol yeter. doğru yaşa, dürüst ol gerisi berhava.. cennetmiş, cehennemmiş, rızaymış..
sen sen ol. iyilikten öteye boyun eğme,hatta iyiliğe bile boyun bükme.. dik yaşa doğru yaşa istersen ok gibi cehenneme atsın eğer varsa..çünkü o yaydır.. eğridir. bana doğruluğunu ispatlayamazsın lakin ben eğri olduğunu çok iyi biliyorum.. ihtimal var bir şey, anlatıldığı gibi değil..hiç değil hem de..
gidince görürüz, o sağ ben selamet..ne derse o varsa.. yoksa yandı keten helva.. çıngar çıkarırım..varsa keyfi bilir asırlardır anlatılmaya çalışıldığı gibi..
evi yokmuymuş ev yapın diyor bize..
ganimeti yokmuymuş ganimet istiyor düşman bellediklerinden..
vb vb vb..
güzel yazıydı efendim..
saygı ve huzurla..
bazıları küfür der ya, müsaadeyle..
Yüce Tanrı - Ozan Bindebir
İnsanlar hakkında neler yazdılar,
Hiç haberin yok mu ey Yüce Tanrı?
Din adına ne mezarlar kazdılar,
Gücün mü yetmedi bu güce Tanrı?
Doğumun kaç, yok mu senin vefatın,
Hani vardı, nerde kaldı afatın?
Kullandılar doksan dokuz sıfatın;
Çokları kavuştu bak taca Tanrı.
Çıkarı peşinde ağalar, beyler
Her gün gösterişe zikrini eyler.
Hep senin ağzından fikrini söyler;
Gel haddini bildir şu pice Tanrı?
Şu dünyanın her yanında talan var,
Kandırmaya türlü türlü yalan var.
“Allah” deyip hakkımızı çalan var;
Sahip çık garibe ve ac’a Tanrı.
Kullanarak senin yüce adını,
Erkekten geriye atmış kadını.
Bozmuşlar dünyanın güzel tadını;
Duymadın mı bunu ey Koca Tanrı?
Görmezden gelirsin sende kör isen,
Kör değil de kula sadık yâr isen,
Çağırdığım yerde eğer var isen;
Gidemem Kudüs’e ve Hac’a Tanrı.
Layık mı insanlar kötü kadere,
Kitapların zalim yazmış ne çare.
Yüksel’im ağzımdan çıktı bir kere;
Alamam geriye bir hece Tanrı.
Çıktım Erik Dalına - Yunus Emre
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan issi kakıyup, der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın, kırk kağnıya yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi, şöyle kaldı yazılı
Bir sinek bir kartalı, salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim, elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım, göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yere düştü, bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış, zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş, bak a şunun sözünü
Gözsüze çu el eyledim, sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü
Bir öküz boğazladım, kakladım sere kodum
Öküz issi geldi eydür, boğazladın kazımı
Anda da kurtulmadım, nidesimi bilmedim
Bir çerçi de geldi eydür, kanı aldın gözgümü
Gördüm kaplubağayı, yanın seğirdüpdür gider
Sordum kanda gidersin, Kayseriyedir azimi
Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez
Münafıklar elinden, örttü mana yüzünü