FAHİŞE (1)
Elleri cebinde ıslıklayarak adımlıyordu İstiklal caddesini. Sabahın on’u. Henüz kalabalıklaşmamış caddedeki vitrinleri süzüyor, sağa sola amaçsız, avare yürüyüşle dolaşıyordu. Hava oldukça güzel. Az bulutlu ama pırıl pırıldı gökyüzü. Mayıs aynın son demlerini yaşıyordu İstanbul. Sabahın serinliğine düşen güneş bulutların arasına girip girip çıkıyor canlı, sansız her yere bahar gelişini müjdeliyordu. Ağaç dallarından fışkıran bahar yeşilliğinin kokusu etrafa türüm türüm yayılıyor, insanın iştahını açan güzelliklere doyumsuz mutluluk katıyordu. İstiklal caddesinin tarihi maskotu kırmızı tramvay zilini çalarak yolunun üzerinde yürüyenlere sesleniyordu ’’ yolumu açın’’ dercesine. Bir kaç güvencin, arsızlıkta ünlenmiş martılar yiyecek bulabilmek için gözleri dört dönüyordu etrafı kolaçan ederken. Evlerin çatılarını, sokak lambalarının direklerini, dükkanların güneşliklerini mesken tutmuşlardı. Serçelerin insanlarla arkadaş olmuşcasına kaldırımı birlikte adımlıyordu. Buldukları ekmek, simit kırıntılarını nasıl da iştahla midelerine indiriyorlardı yanlarından gelip geçenlere aldırış etmeden. Dükkanların kapılarını müşterilerine yeni açmış esnafların bazıları vitrinlerindeki eşyaları kaldırıp yerine yenilerini yerleştirmekle meşguldüler. Tarihi bir mekan olan İstiklal caddesi yüz yıllara meydan okurcasına cıvıl cıvıl, dimdik ayaktaydı. Nice badireler atlatmış, kendini korumasını bilmişti. Türkiye’nin kalbinin attığı bir yerdi bir zamanları. Modanın merkeziydi adeta. Çiçek pasajı, kafeler, Galatasaray lisesi, meşhur Mısır apartmanı, Bir kaç elçilik, dev mağazalar, lokantalar, kitapçılar, Sokak sanatçılarının sazları, türkü ve şarkıları ile caddeye hayat verişleri, Yeşilçam’ın kalbi, yeni sanatçıların barlarında parlatıldığı neşesi, keyfi bol tarihi bir cadde. Sanki ilk kez geliyormuş gibi şaşkın ve amaçsız bakışları Hakan’ın ne kadar dalgın, kederli, kafasında biriken olumsuzluklar içinde olduğu halinden anlaşılıyordu.
Tünele doğru yaklaşırken milli kıyafetler giyinmiş simitçiden iyi kızarmış, bol susamlı bir simit aldı. Simitçinin karşısındaki büfeye giderek limonata açtırdı. Sabah kahvaltısını böyle geçiştirmek istedi bugün. Tünelin sağ tarafında kalan alana konulmuş banklardan birine geçip oturdu. Simidinden ısırdı. ’’ Ne güzelmiş, çıtır çıtır’’ diye söylendi kendi kendine. Simit ve limonata ile kahvaltısını yaparken yanından hiç eksik olmadı davetsiz misafirleri. Martılar etrafında, serçeler ayak uçlarında, kediler o masum bakışları ile fır döndüler. Simidini yarısına kadar yemişti. Onların aç hallerine kıyamadı boyunlarını bükerlerken yandan yandan bakışlarına. Geri kalan simidin yarısını onlarla paylaştı. Hakan; vicdani duyguları ağır basan, yüreğinde sevgi çiçekleri açan, iyi niyetini asla kaybetmeyen, insanların kalbini kırmaktan kaçınan ama haksızlıklara, kalleşliklere, ihanete asla müsamaha göstermeyen yiğit bir Anadolu çocuğuydu. Çocukluğunda ailesi ile birlikte Isparta’dan İstanbul’un Zeytinburnu ilçesine göç etmişlerdi babasının memuriyeti sebebiyle. Henüz sekiz yaşındaydı. İki kız kardeşi daha vardı. Kız kardeşleri ondan üç ve beş yaş küçüktüler. Nergiz üç, Ayça ise beş yaşındaydılar. İlk okulun birinci ve ikinci sınıfını Isparta’da okumuş, takdirname ile ödüllendirilmişti. Çalışkan, okumayı seven,öğrenmek için çokça sorular soran biriydi o. Genelde kendi yaşında bir kaç yaş büyük olanlara arkadaşlık ederdi. Öğretmeni Begüm’ün çok sevdiği öğrencilerinden biriydi. babasının tayini nedeniyle okuldan ayrılırken öğretmeni ne ağıtlar dökmüştü. Zeytinburnu’na yerleştikten sonra babası onu evlerine en yakın ilk okula giderek üç sınıfa kaydını yaptırarak yeni bir mekanda, yeni bir okulda öğrenimine başlamıştı.
Yılların ardından Hakan ilk, orta ve lise okullarını başarılı bitirmiş, İstanbul üniversitesi edebiyat fakültesini kazanmıştı. Çok sevdiği Türk dili ve edebiyatı bölümüne girmişti. Hayalinde iyi bir edebiyat öğretmeni, Türk dilinin tüm özelliklerini öğrencilerine öğretmekti ülküsü. Çok iyi farkındaydı Türkçenin bir kaç dilin istilasında yara alarak yıpratıldığının. Bilinçli olarak Türkçenin katledilmesine içerliyordu. Bazı gazetelerin genel yayın müdürlerini arayarak gazetelerindeki yanlış kelimeler, cümler ve yabancı kelimeler kullanılmasına tepki veriyordu. Türkçenin Farsçadan, Arapçadan, Fransızcadan, İngilizceden ve mahalli şivelerin bozukluğundan da derin yaralar aldığının farkındaydı. Sınıfında en hırslı öğrenciler arasındaydı. Kendi öz diline gösterdiği ilgi ve alakayı diğer öğrencilerin de göstermesini arzulardı., Sokaklardaki insanların ciddiyetinden uzaktaydı Türkçe. Yabancılaşma hayranlığı deliye çeviriyordu onu. Bir milletin dilinin yok oluşu, o milletin yok oluşu ile eş değerde olduğunun şuurundaydı ve onu bu şuur etkisi altında eziyordu. O nedenle daha da hırsla derslerine önem veriyor, profesörlerle, doçentlerle çetin tartışmaları oluyordu. Sınıf arkadaşları ağzı açık kalırdı hocalarla tartışmalarında. Hakan özellikle istiyordu tartışmaları ki; arkadaşlarının dikkatlerini çekerek, ana dillerinin kıymetini vurgulamak, merak uyandırmaktı bilmedikleri Türkçenin dünya dilleri arasındaki kıymeti ve önemi hakkında. Dildeki arzuladığı tek şey; Türk dünyasının İstanbul aksanında Türkçenin konuşulması idi. Dergilere yolladığı makalelerde genel de bu yönde fikirleri oluştururdu. Gaspıralı İsmail efendinin ’’Dilde, Fikirde, İşde Birlik’’ yolunu kendine rehber edinmişti.
Dört yıl sonra üniversite diplomasını aldığında okulun sayılı başarılı öğrencileri arasındaydı. Üniversitenin Dekanı Prof. Lütfi bey yurt dışında master yapmasını, memlekete gelerek yüksek bir okulda öğretmenliğe başlamasını istese de, o bu teklifi kabul etmemişti. Tayin edileceği Anadolu’nun bir şehrinde, kasabasında edebiyat öğretmenliği yapmayı istiyordu. Maddi imkanları kısıtlı olması nedeni en büyük engeldi ona yurt dışında eğitim. Babası Tonyukuk evlerini zar zor geçindiriyor, okulu bitirinceye dek ne zorluklar çekmişti. Kendine ayırdığı zamanlarda Sultanahmet’deki bir kafede garsonluk yaparak az da olsa masraflarını çıkarıyordu babasına fazla yük olmadan. Bunca fedakarlıkların ardından ailesi de biran önce vazifeye atanmasını istemişlerdi. Evde iki kız kardeşi daha vardı okuyan. Onlara yardım etmesini kafasına koymuştu. Babasının kendisine yaptığı fedakarlıkları, kardeşlerine yaparak babasının yükünü hafifletmek amacındaydı. Yorgun düşen babasına kıyamıyordu. Emekliliğinde az da olsa rahat etmeliydi.
Ailecek heyecan içinde bekledikleri tayin çıkmıştı. İlk görev yeri Zonguldak’ın Gökçebey ilçesindeki liseye edebiyat öğretmenliği. İstanbul’dan çok uzaklarda olmamasına annesi Ümmühan babasından daha çok sevinmişti Hakan’ın oraya tayininin çıkmasına. Özlem doruğa çıktığında gidip gelmesi kolay ve yakın olması ana yüreğine ferah getirmişti ama günü gelip ana ocağından ayrıldığında anası Ümmühan hanım bir hafta gece gündüz göz yaşını dökmüştü yavrusuna. Zamanla alışarak yüreğindeki hasreti dindirmişti yanına kısa aralıklarla gidip gelmeyle. Hakan bekar olduğu için her altı ayda bir gelip gidiyordu ana ocağına. Mecburi hizmeti bittikten sonra da Gökçebey’den ayrılmak istemedi Hakan. Çünkü öğrencileri onu çok sevmişlerdi. Öğretmenlerini bırakmamak için il milli eğitim müdürlüğüne dilekçe bile vermişlerdi. Okulunda öğrenciler, öğretmenler, velilerle samimi bir hava oluşturmuş, arkadaş gibiydiler. Sanki orada doğmuş büyümüştü Hakan. Ailesinin baskısına daha fazla dayanamayarak iki yıl daha kalabildi. Sonra İstanbul Üsküdar’da bir liseye tayinini çıkartarak ana ocağına dönmüştü. İlçeden de ayrılık çok zor olmuştu ama ana ocağı da onun için çok önemliydi. Kız kardeşleri ile yakından ilgilenmek, okullarına yardımcı olmak onu ve ailesini daha da mutlu edecekti. İlçeden öğrencilerine ziyaret sözü vererek ayrılmıştı hüznüne bandırılmış gözyaşları ile...
Yıllar su gibi akıp geçmişti. Sevdiği bir kızla evlenmiş, bir erkek çocuğu olmuştu. Eşi Canan’la birlikte Alperen koymuşlardı oğullarının adını. İki kız kardeşi de üniversiteyi bitirmiş henüz aile ocağından ayrılmamışlardı. İstanbul’da çalışmayı düşünüyorlardı bir terslik olmazsa. Hakan aile ocağından ayrılmak zorunda kaldı. Görev yerinin Üsküdar ilçesinde olması nedeniyle onu oraya göçe mecbur etmişti. Trafik canından bezdirmişti her gün gidip gelmesi. Bütçelerine uygun cumbalı bir ev tutmuştu Üsküdar’ın yokuşlarında dar bir sokakta. Üç odalı ev de Oğulları Alperen’le mutlu bir hayatları sürüp gidiyordu ta ki eşi Canan kötü bir hastalığa yakalanıncaya kadar. Okul, Alperen, eşi ve birde ev işleri omuzlarına binince çok yıpranmıştı. Anası Ümmühan gelip bir iki hafta kalabiliyordu yanlarında. Babası da nefes darlığı çektiği için onunda ayrı bir ilgiye, yardıma ihtiyacı vardı. Anası Hakan’ın evinde fazla kalamaması onu da çok üzüyordu. Bu durum iki yıl kadar sürdü. Bir sabah yatağında uyurken derinden gelen bir iniltiyle uyandı Hakan. Telaşla yatağından fırlayarak yer yatağında yatan eşi Canan’ın yanına vardı. Onu hemen kucağına aldı. Saçlarını, yüzünü okşadı, öptü. Gözünden süzülen yaşlarla.
-- Bebeğim az şöyle uzan, ben hemen ilk yardımı çağırayım’’ diyerek telefona sarıldı...
İlk yardım geldiğinde Canan’ın yer yatağında hala iniltileri geliyordu. İlk yardım ekibi hiç vakit kaybetmeden odaya girdiler. Doktor çantasından nabız ve diğer aletlerini çıkararak bağrını, sırtını, nabzını ölçtü. Ateşler içindeydi Canan. Hakan’ın gözlerinden süzülen yaşlar şıpır şıpır Canan’ın yanaklarına dökülüyordu.
-- Ne olur Allah seni bana bağışlasın bebeğim!’’ diyebiliyordu zorluklar içinde. Çaresiz gözlerinin içine bakıyordu Canan’ın.
Oğlu Alperen annesini kucaklamış, başını göğsüne koymuş ’’Anne ne olur beni bırakma!’’ diyerek ağlıyordu. Hakan kız kardeşlerine, babası ve annesine acele ulaşması gerekiyordu. Hastahaneye gidişin dönüşü olmayabilir karamsarlığı korkutuyordu onu. Yılların acı, tatlı anılarını birlikte yaşayarak omuz omuza birbirlerine destek olmuşlardı. Birbirlerini delice, yürekten sevmişlerdi. Hayat arkadaşını kaybetme korkusu onu bitiriyordu ama dirençli, ümidini kesmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Canan’ın ölgün bakışları yüreğine zıpkın gibi saplanmıştı.
Doktor gözlerini Canan’ın üzerinden ayırarak Hakan’a seslendi:
-- Hastahaneye götürmemiz şart! Durumu ciddiyetini koruyor!’’ diyebildi. Hakan tek kelime etmeden sustu... Sustu... Kelimeler boğazında çakılıp kaldı.
Hemşir ve iki hemşire hasta sedyesine Canan’ın halsiz, bitkin ve yorgun bedenini omuzlarından ve ayaklarından kavrayarak koydular. İlk yardım arabasına götürürlerken, Hakan’da evden bir kaç giyecek aldı yanına Canan için. Ambulansa binerek sirenin çığlıkları arasında hastahane yolunu tuttular. Hakan ambulansın içinde dizlerinin üzerine çökmüş, kaskatı kesilmişti. Soğuk terler döküyordu Canan’ın baş ucunda. Canan kirpiklerini hafifçe aralayabildi. O kadar içten, o kadar yürekten bir bakışı vardı ki Hakan’ın gözlerine. Fısıltı şeklinde:
-- Koçum, evimin direği, yiğidim ben artık gidiyorum! Ne olur üzülme! Kaderimizin önüne geçilmiyor! Eğer evemize dönemez isem, yavrumuz sana emanet, ona iyi bak, beni aratma, olur mu? diyebildi zorla. Hakan evdeşine gözyaşlarını göstermemek için içine akıttı yaşlarını.
Canan’a morel vermek, üzüntü ve çaresizlik hali ile üzmemeyi yeğliyordu ama patlayacak noktaya gelmişti. Üzerine kapandı, yanaklarından, alnından öptü.
-- Bebeğim, prensesim seni o kadar çok derinden sevdim. Allah bizi inşallah birbirimizden ayırmaz! Allah sana inşallah şifasını verir, mutlu yuvamızı bize bir ömür bağışlar bitanem!.. Ümidimizi yitirmeyelim! diye fısıldadı kulağına. Canan, aşkının bu sözleri karşısında halsiz kolları ile sıkıca sarıldı beline. Suskun dudağından bir öpücük kondurdu Hakan’ın sol yanağına.
Ambulans şehrin trafik lambalarını yara yara vardı hastahanenin acil kapısına. Doktor, hemşireler ve Hakan hızlıca indiler aşağı. Acilde bekleyen görevli iki adam sedyeyi kavrayarak Canan’ı aşağı alır almaz aceleyle acil doktor odasına götürdüler. Hemşireler, doktor ve Hakan’da onlarla birlikte girdi içeri. Acil doktor odası önceden hazırlanmıştı. Doktor ve iki hemşire sedyeden yatağa konan Canan’na müdahale etmeye başladılar. Hemşireler ilk önce serumu taktılar. Doktor da diğer doktor arkadaşını gelmesini beklerken tansiyonunu ölçüyordu. Hakan’da bir köşede oturmuş, boynu yana kırık vaziyette onların müdahalesine bakıyordu. Doktor Hakan’a:
-- Ne gerekiyorsa yapacağız. Bütün kontrolleri bitirdikten sonra yukarı beşinci kata çıkarılmasını ve orada benim haber verdiğim doktor arkadaşımın denetiminde muayenesi tekrar yapılacak benim verdiğim raporların ışığında, dedi.
Hakan doktora yalvarırcasına:
-- Ne olur doktorum, lütfen bir şey söyleyin!’’ derken bayılacak gibi oluyordu. İki hemşire koluna girerek sandalyeye oturttular Hakan’ı. Ağlıyordu hıçkırıklarla...
Canan’ı beşinci kata çıkarıldığında 393 nolu odaya yerleştirdiler. Oda’da iki kanser hastası daha vardı. Onlarda iki gün önce acil getirilmiş olan hastalardı. Hazırlanmış yatağına koydular Canan’ı. Hemşire Hakan’a
-- Biz gidiyoruz, birazdan diğer doktor ve yardımcıları gelecekler’’ diyerek çıkıp gittiler.
Yatağın başına konmuş sandalyeye geçip oturdu Hakan. Eşinin elinden tuttu, eli sıcacıktı. Yanağına koydu elini, öptü. Canan gözlerinin içine acılar içinde hafif tebessüm ederek bakıyordu. Sanki elveda bakışıydı!
-- Üzülme aşkım!’’ dedi usulca. Hakan çöküntüsünü belli etmemek için aynı tebessümle ona bakıyor, yumuşacık ellerini dudaklarına götürüyor, öptükçe öpüyordu.
-- Ben kız kardeşlerime, annemlere haber veremedim. Koridorda tlf kulübesi gördüm. Telefon edip geleyim bitanem, diyerek alnına bir öpücük bırakıp çıktı odadan.
Hakan annesine, kız kardeşlerine haber vermişti. Telaşlanıp, kendilerine bir zarar vermelerinden korkmuştu. Telefonda onlara yumuşak ses tonuyla belli etmeden durumu açıkladı. Küçük bir rahatsızlık hissederek hastahaneye getirdiğini, doktorların yoğun işlerinden dolayı bir kaç gün hastahanede kalarak detaylı inceleyeceklerini söyledi onlara. Annesi ve babası Zeytinburnu’ndan arabaları ile hemen yola çıkmışlardı. Annesi ’’vahlar, tuhlar’’ içinde arabaya bindiğinde eşi sakin olmasını tembihliyordu. Endişe ve telaşa yola çıktıklarından kaza yapmalarından korkuyordu. Sakin olmalarını sık sık tekrarlıyordu. Hakan’ın iki kız kardeşi de otobüsle yola çıkacaklardı kaldıkları görev yaptıkları şehirlerden. Biri Akçay’dan, diğeri ise İzmir-Foça’dan geleceklerdi.
Canan’ın durumu ciddiyetini koruyordu. Hastahaneye gelişi bir günü geçmesine rağmen durumunda her hangi bir değişiklik emarelerini göremedi doktor. Annesi Ümmühan ve babası Tonyukuk gelinlerinin başından ayrılmıyorlardı. Komşularına emanet ettikleri oğulları Alperen’de yanlarındaydı. İki kız kardeş gelmişler, yıkıntı halindeki ağabeylerine teselli vermek için nasıl çırpınıyorlardı. Hakan kahvesinden bir yudum aldı.
-- Canım kardeşlerim bana ne kadar teselli verseniz de içimdeki yankın yanını sündüremezsiniz! O iderse ben ne yağarım Alperen’imle? Ayça’m, Nergiz’im yengenizden pek ümit yok artık, eminim. Doktorun hal ve tavırları bana öyle hissettirdi. Oğlumla baş başa hayata kaldığımız yerden devam edeceğiz gibi. Gerçi Yaradan’ımız daha iyi bilendir. Biliyorsunuz, Canan’ım iki yıldır bu amansız hastalıkla mücadele ediyordu. Bir tanem acısını hiç belli etmez, bize gül açan endamından tebessümler yollar, teselli verirdi üzülmememiz için. Alperen’i kucağına alır, sanki büyük çocuk gibi gelecekle ilgili nasihatler verirdi ona. O da biliyordu bu amansız hastalığın tedavisi imkansız!.. Offf, offf! derken ellerini başına koyarak düşüncelere daldı. Ayça, ağabeysine bakarken kendini zor tutuyordu. Sandalyesinden fırlayarak ona sarıldı. Gözyaşlarına bent kuramamıştı kirpikleri. Çağlayan olan gözyaşları ağabeysinin yanağına ılık ılık akıyordu.
__ Canım ağabeyim, talihsiz kardeşim kaderden kaçılmıyor işte. Rab’bim her şeye çare bulmuş ama ölüme çare yok demiş! Bize biçilen bir zaman var. Fakat Allah’tan ümit kesilmez.Yengeme inşallah doktorlar bir çare bulurlar. Ümitsiz olma ağabeyim! Üzülme, yıpratma kendini. Daha henüz bir şey belli değil dedi doktor! Bakarsın güle oynaya eve deneriz canım ağabeyim.
Küçük kız kardeşi Nergiz’de ağabeyine sarılmış, üçü de gözyaşlarına boğuluyordu. Yıllarca bir yastığa baş koyduğu evdeşini, aşkını, sevdasını kaybetme korkusu Hakan’ı kendinden geçiriyordu. Zorlukla ayakta duruyorlardı. Güçlükle oturdular sandalyelerine. Yarım bıraktıkları kahvelerini yudumladıktan sonra Canan’ın odasına yöneldiler. Canan’a belli etmemek , onu üzmemek için gözlerini iyice silerek girmişlerdi odaya. Tebessüm yüzlerle onun bakışlarına odaklandılar.
Doktorda içerideydi bir hemşireyle. Canan’nın rapor çizelgesini inceliyordu. Doktor etrafı kalabalıklaşınca:
-- Sizlerden ricam, biraz fazla kalabalık oldunuz hastamın yanında. Lütfen beni Canan’la yalnız bırakır mısınız? Onu iyice kontrol edeceğim. Sonra da film odasına götüreceğiz ciğerlerinin filmini çekeceğiz.
Hakan’ın babası, sandalyesinden kalkarak:
-- Haydin çocuklar biz kantine geçelim. Eğer doktor müsaade ederse Hakan hakan burada kalsın. Burayı boşaltalım da rahat işini yapsın doktor bey, dedi. Doktor gözlüğünün altından bakarak başını salladı ’’Hakan kalabilir!’’ dercesine. Hep birlikte dışarı çıkarlarken Alperen annesinin üzerine atıldı.
-- Anneciğim ben kalayım yanında. N’olur doktor amaca izin verir misin? sözlerine karşılık doktor gülerek:
-- Annesinin yakışıklısı, işimizi bitirir bitirmez sana söz annenin yanına ben getireceğim seni ama şimdi anneciğini öp ve dedenlerle birlikte dışarı çık, olur mu? Alperen’in masum boynu büyük bakışları yürek dağlıyordu. Annesi yanaklarından öptü, saçlarını okşadı.
-- Anneciğim birazdan babanla gelirsin, tamam mı? Bak doktor amcan seni kendi getirecek benim yanıma. Yiğidim benim, dedi kısık ses ve nemli gözlerle.
Doktor yatağın perdelerini çekti. Hemşireyle birlikte muayeneye başladı.
Devam edecek...
Zafer Direniş
…
YORUMLAR
direniş
Yazıyorum devamını
Mutlu günler
direniş
Yazıyorum devamını
Mutlu günler