- 481 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir insan kaç deniz eder?
"Herşeyden önce itikadı Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre düzeltmek lazımdır. İkinci olarak fıkıh öğrenmeli ve amelleri bu bilgiye uygun yapmalıdır. Ancak bunlardan sonra tasavvuf yolunda ilerlemeye sıra gelir. Bunları yapabilen kurtulur." Mektubat-ı Rabbanî.
Hani bilirsiniz. Mutlaka duymuşsunuzdur. "İslam üç fıkıhtan oluşur!" derler. 1) ’Fıkh-ı ekber’ akaidimizdir. Neye, nasıl, ne sınırlarda inanacağımızdır. En büyükleridir. 2) ’Fıkh-ı zâhir’ ilmihalimizdir. Haramların-helallerin neler olduğunu, amellerin hangi şartlarda-sûretlerde kabul buyrulacağını, nelerden kaçılıp nelere koşulacağını zâhirimize bakan şartlarıyla öğretir. 3) ’Fıkh-ı bâtın’ tasavvufumuzdur. Dışımızı yoluna koysak da içimizin düzeni sağlanmadıkça ameller tamam olamaz. İşte tasavvuf da içimizin işlerini yola koymanın tedrisidir. Evet. Elhamdülillah. Bu üçünü denge içinde yürüttükçe hayatımız tamam olur. Denge bozuldukça ifratlar/tefritler başlar.
Bu üç fıkıh, âdeta üç farklı fizik sahası gibi, birbirini tastamam tutmayan farklı yasalar sayesinde işler. Misal: Fıkh-ı ekberde ’şüphe’ korkulası birşeyken fıkh-ı bâtında ’şüphe’ muteber olabilir. İnsan "Allah var mı acaba?" diye tereddüte düşse müslümanlığı bundan elbette büyük bir yara alır. Ancak "Yeterince ihlaslı mıyım?" diye tereddüte düşse bu belki de ihlasının perçemine dönüşür. Yani, şunlardan birisi varlığı için şüphesizliği ararken, diğerinin varlığı şüpheye bağlıdır. Yine, bir amelin zâhiri şartları tamam olduktan sonra, onda tereddüte düşmek fıkh-ı zâhirce ’vesvese’ye girerken, fıkh-ı bâtında amele güvenmek ’ucb’dan sayılır. Kötülenir. Yani, bir mü’min, bütün şartlarını kusursuzca yerine getirmiş olsa da, içinde bir yerde ibadetin ancak Allah’ın kabulüyle eda olduğunu, bunun da şartlardan öte birşeyle bağlılığını hatırda tutar. Sebepleri aşar. İçindeki emniyetsizlikten Allah’ın fazl u keremine sığınır. Vücuduna değil ademine güvenir.
’Newton fiziği’ ile ’Kuantum fiziği’ arasındaki ayrılıkları okurken ister istemez gönlüm mezkûr ’üç fıkıh’ hakkında tefekkürlere dalıyor. Hani fizikçi abilerimiz de bugünlerde kollarını iki yana açıp diyorlar: "Makro ve mikro düzeyde işler aynı şekilde yürümüyor gibi duruyor!" Fakat Kur’an’da buyrulan ’karışmayan denizler’ misali her zerrede bu iki fizik beraber işliyor. Yani ayetin hakikati mekansal birşey değil sadece. Suda değil. Her zerreye inmiş şekilde. Her denize hükmediyor. Kalpte meleklerin ilhamı ile şeytanların vesveseleri karışmadığı gibi zerrede de düzenler karışmıyor. Bütüne yönelince işlerinizi Newton mekaniği gayet güzel şekilde görüyor. Ancak aşağılara indikçe, hele atomaltı dünyanın kapılarını açtıkça, tekinsizleşiyor. Âdeta isimler sancak değiştiriyorlar. Tecelliler başkalaşıyorlar. ’Halık’ ism-i şerifinin elinden bayrağı ’Kayyum’ ism-i şerifi alıyor. 2x2=4 eder mi tereddüte düşüyorsunuz. Çünkü matematiği de bir yaratan var. O neye ’Ol!’ derse o oluveriyor. Kaç etmesini isterse o etmeye başlıyor. Bereket mucizeleri gibi.
Bunlar tefekkürü çok heyecanlı şeyler olduğu gibi imtihana da dönüşebilir. ’Canavarın Çağrısı/A Monster Calls’ filmini izleyenler anımsayacaklardır. (Bu film hakkında belki beşinci yazımı yazıyorum. Ne çok ekmek çıkardı bana. Mutlaka izleyin.) O filmde bir çocuğun içindeki tekinsizlikle yaşadığı imtihan anlatılır. Canavarın aktardığı hikâyeler eşliğinde ’hem öyle-hem böyle’ olabileceğinin, bir hissinin diğerini yalancı çıkarmayacağının, yani ’bir gerçeklikte birden fazla doğrular bulunabileceğinin’ dersini alan çocuk, en nihayet, cehenneminden çıkar. Ferahlar.
Size birşey söyleyeyim mi: Hakiki mürşidler de insana işte tam böyle yapar. Aynen. Birçok yasaların birlikteliğiyle işleyen insaniyetlerini nasıl ele almaları gerektiğini, geçişlerde nasıl bir denge gözetmeleri lazım olduğunu, hangi noktaya ne açıdan yaklaşılacağını öğretiler. Farklı fizikleriyle (yahut da kendilerinde kesişen farklı âlemlerle) idraklerini barıştırırlar. Kendisiyle barışan rahatlar. Zira uyumsuzluğun aslında komplike bir uyumun farklı sûretlerine şahitlikten ibaret olduğu anlar. Yangını diner. Bediüzzaman’ın tabiriyle bu durum ’kâinattaki san’atın kemâl-i intizamından kitap şekline girmesi’dir. Evet. Nesir şiir gibi değildir. Ancak onun da nizamı vardır.
Canavarın Çağrısı’na geri dönelim: Çocuk, kanser olan annesiyle yaşadığı acılı süreçten ötürü, bir yanıyla ölmesini diliyordu, diğer yanıyla da yaşamasına dua ediyordu. Derûnunda hem onu hem de bunu dileyen adacıklar vardı. (Tıpkı nefsi ve vicdanı gibi.) Ve o, birbirlerini işgal etmeyecek denizlere sahip olduğunu bilmediğinden, yani ki kendisini tek bir okyanus olarak düşündüğünden, içine kahrediyordu. Kontrol edemediği kalbine bakıp hayata öfkeleniyordu. Kavgasını dışına taşırıyordu. Risale-i Nur’da vesvese bahsini okuyanlar bilirler. Onun da devası burada saklıdır. Yansımanın aynadan taşamayacağını, yılanın hakikatte ısıramayacağını, ateşin yakamayacağını bilmek kalbinizden istemsizce geçen şeylerin ibadetinize zarar veremeyeceğini anlamayı da mümkün kılar. Siz bir tekillik değil çoğulluksunuzdur. Koalisyonsunuzdur. Farklı seslere sahip birçok latifeniz vardır. Karışmayan denizleriniz vardır. Ve, evet, bunlardan bazıları kontrolünüzün dışındadır. Sahipleri değil şahitlerisinizdir. Onları da öyle kabul ettiğinizde, yani yansımalarına mesafeli bir özgürlük tanıdığınızda, kendiliğinizde rahat bulursunuz. Aksi takdirde kavgalarınız asla bitmez. En nihayet, Allah korusun, gider bir cinnete dayanır.
’Cinnet’ dedim hatırıma geldi. Şizofren bir serikatilin hikayesini anlatan ’Sesler/The Voices’ filminin bence mevzuu avuçlarınıza sıkıştıran bir cümlesi vardı: "Sırf düşüncelerin var diye onlara uymak zorunda değilsin." Evet. İçimizde birçok ses var. İrademiz bu seslerden hangisinin sahaya çıkacağına karar veriyor. İmanımızın hangilerine tutunacağımızı söylüyor. Takvamız hangilerinden kaçacağımızı fısıldıyor. Biz bu şekilde insan oluyoruz. Seslerin çoğulluğu düzensizliğin işareti değil. Bilakis. Düzen bu sesleri ahenkli bir koroya dönüştürmekten çıkıyor. Bu nedenle ’gerçekçilik’ denilen akımın eserlerinde insana yaptığı şu şeyi sevmiyorum: Sinek bulana kadar çorbasını karıştırıyorlar. Sözgelimi: A kişi B’yi mi seviyor. Bu sevginin tertemiz olmadığını göstermek için her taşın altını kaldırıyorlar. Hakikati yalnız bu gösteriyorlar. Buna ulaşmayı hakikat sayıyorlar. Doğrudur. Her taşın altı sandığımız kadar temiz olmayabilir. Bir işte birden fazla niyet hâdiseye karışabilir. Çünkü sadece birer insanız. Hâşâ. Subhaniyet sahibi bir ilâh değiliz. Yusuf aleyhisselamdan aldığımız "Ben nefsimi temize çıkarmam!" dersini hep tekrar etmeliyiz. Ancak bu şekilde bazı taşların altında akrep çıkması da büyük resmin illa berbatlığına işaret etmez. Bu bizi ’nihilizme’ yahut da ’fıtrat hakkında bir ümitsizliğe’ götürmemeli. Büyük resim bizim niyetimizdir. Eylemeye çalıştığımızdır. Salih olan âmelimizdir.
Haber dili dediğimiz şeyde de bunun kokusu ağır şekilde hissediliyor. İnsanın alçak yanlarının veya alçaklığını beslemiş insanların konu edildiği haberler eşliğinde en nihayet şu noktaya geliniyor: "Batsın bu dünya!" Hatta ben az-çok takip ettiğim ateist hesaplarda yapılan paylaşımların da bu temaya matuf gittiğini farkediyorum. Garipsemiyorum. Zira Allah’tan umudunu kesebilmek için evveliyetle eserinden umudunu kesmen lazım. Bu insanlar kendilerinin kestikleri umutla yetinemiyorlar. Başkalarını da aynı ümitsizlik kuyusuna çekiyorlar. Yalnız boğulmak istemiyorlar. Sonunda da o kuyunun içinden görünen manzaraya bakıp şöyle diyorlar: "Böyle berbat bir yerin yaratıcısı olduğuna inanabiliyor musun?" Öyle ya. Kuyunun dibinden bakınca herşey üzerinize geliyor gibi görünüyor. Fakat seyirlik kuyudan ibaret değildir ki. Biraz ’güzel/güzeli görmeye’ çalışırsan insaniyetin yamacından seyredilecek ne cennetler vardır.
Çok konuştum. Sizi de usandırdım. Son birşeye daha dokunup yazıyı bitireceğim. Bazı bâtınî ekollerde ’fıkh-ı zâhir’in veya ’fıkh-ı ekber’in önemsizleştirildiğine şahit olursunuz. İçlerinin cezbesine fazlaca kapılanlar dışarıdaki insanı düzenleyen yasalara ’olsa da olur olmasa da’ gözüyle bakmaya başlarlar. Halbuki bu çok tehlikeli bir yanlıştır. İnsanın içindeki tekinsizlik, duyguların/sezişlerin parçalandıkça değişen sûretleri, bu farklı sûretlerin aldatışları, eğer dışımızdaki yasaların koruyucu çerçevesi olmazsa, bizi acayip uçurumlara sürükler. Akaid bilgisi biraz da böylesi savrulmaları engellemek içindir. Ehl-i Sünnet büyüklerinin, mesela İmam-ı Rabbanî kuddisesirruhun, evveliyetle ’itikada’ ve ’ilmihale’ sahip olunması gerektiğine dair tekrar tekrar beyanları, biraz da tasavvuf ehlini bu ’sesleri karıştırma’ tehlikesinden kurtarmak içindir. Dışının meşruiyet iplerine tutunmadan içine eğilen kendilik kuyusunun dibine düşer de çıkaranı bulamaz. Cenab-ı Hak bizleri de o güzellerin izinde kendi yasalarını kavrayanlardan eylesin. Âmin.
YORUMLAR
Dolu dolu harika bir yazıydı.Müstefit olduk..Tebrik ve saygılarımla