- 777 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARAŞTIRMACI-YAZAR MUSTAFA YAZICI’YLA PAZAR SOHBETİ
Röportajı Düzenleyen: M.Nihat MALKOÇ
Yazmak, kanaatimce uğraşların en güzelidir. Çünkü Yunus Emre’nin dediği gibi “Söz uçar, yazı kalır.” Sözü bakî kılmak için kaydetmek gerekir. Kitaplar bu anlamda vazgeçilmezdir. Yazarlar, sözü güzelleştiren ve yayan müstesna insanlardır. Bu güzide insanlardan birisi de, bugüne kadar 50’si münferit, 10’u ortak olmak üzere 60 eser ortaya koyan Trabzonlu Araştırmacı-Yazar Mustafa Yazıcı’dır. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde yazara “Yazıcı” derler. Bu anlamda Mustafa Bey’in soyadı kendisine çok uygun düşmüş. Gerçekten de çok iyi bir yazıcı kendisi... Bugüne kadar yazdıkları bunun en büyük delilidir.
Araştırmacı-şair ve yazar Mustafa Yazıcı aslında Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenidir. Yüksek İslâm Enstitüsü mezunudur. Bugüne kadar binlerce öğrenciye Türk-İslâm ahlâkı ve şuuru kazandırmıştır. Fakat bununla yetinmemiş, halka da açılmıştır. Kâinatı bir mektep olarak düşünmüş ve gönüllü halk muallimi olmuştur.
Kıymetli çalışmalarına birçok devlet büyüğünden yazılı ve sözlü teşekkür belgesi ve plaket(onurluk) verilmiştir. Yaşar Nuri Öztürk, kendisine yazdığı özel mektuplarda “Mustafa Bey anladığıma göre siz de kendi kendini aşanlardansınız” diyerek mühim bir gerçeğin altını çizmiştir. Hatta “Halkın Diliyle Yaşar Nuri Öztürk” adlı kitapta Mustafa Yazıcı’nın mektuplarına yer vermiştir. Gerek Trabzon, gerekse İstanbul basını çalışmalarına değinmiştir. Eserleriyle ilgili değişik yayın organlarında değerlendirme yazıları çıkmıştır.
Mustafa Yazıcı, İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” isimli eserde biyografisi verilen bir yazardır. Aynı eserin İngilizce çevirisinde de kendisine yer verilmiştir. Bu eser dünyanın belli başlı büyük kütüphanelerine gönderilmiştir. Bunun yanında Mustafa Yazıcı’nın KTÜ Faik Ahmet Barutçu Kütüphanesi’nde 42 tane kitabı mevcuttur. Bu kitaplar öğrencilerin istifadesine sunulmuştur. Yazar bugüne kadar değişik kişi ve kurumlardan 35 tane ödül almıştır. Yazıcı, yazma çalışmalarına devam etmektedir.
Mustafa Yazıcı 1968 yılından beri araştırıyor ve yazıyor. Bugüne kadar yüz farklı gazete ve dergide on binin üzerinde makalesi yayınlanmıştır. Bu yazıları okuyan bir nesil, onun fikirlerinden ve araştırmalarından yararlanmıştır. Bu yönüyle çok mühim bir misyonun(görevin) üstesinden gelmiş başarılı bir insandır. Bu kıymetli araştırmacı-yazarla sizler için uzun bir sohbet yaptık. Bu derin ve samimi sohbeti sizlere sunuyoruz:
M. Nihat MALKOÇ: Değerli Mustafa Yazıcı Hocam kendinizden ve ailenizden biraz bahseder misiniz?
Mustafa YAZICI: Kendimden söz etmeye gerek yok. Kitaplarımın arkasında ve İnternet sitemde “yaziciyayinlari.com” adresimde biyografim genişçe var. Ana yaşı 1947 yılında Akçaabatlı imam bir baba ile Akyazılı bir anneden Akyazı’da doğdum. 13 kardeştik. Dördü benden büyük, biri benden küçük olmak üzere, beşi eski devrin hastalık yıllarında öldü. Sonra yaşayan dört kız, dört erkek kardeşin en büyüğü oldum. 1960’da Akyazı İlkokulundan(2-3-4.sınıfları Trabzon Ayasofya’da Fatih İlkokulunda okudum),1966’da Trabzon İmam-Hatip Lisesinden, 197O’te Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldum. 1999’a kadar aralıklı 29 sene, resmî takvim-ders yılı olarak tam 18 okulda 25 sene iki ay görev yaptım. Askerliğimi İzmir Ege Ordusunda Ulaştırma Yedek Subay olarak pekiyi derece ile tamamladım. Bir ara, 82-83 yıllarında Libya’nın başkentinde Betaş A.Ş. adlı bir şirkette Arapça tercüman olarak çalıştım. 1999’da KTÜ Trabzon İlâhiyat Meslek Yüksek Okulundan Öğretim Görevlisi olarak emekli oldum. Şimdi araştırmacılığa devam edip eserler veriyorum. Kuzey TV’de televizyon programlarıma, İlkhaber Gazetesinde köşe yazılarıma devam ediyorum. 2012 yılında 65. yaşımdayım. Anam ve babam öldü. Üçü kız, biri erkek olmak üzere dört çocuğum oldu. Hepsini okuttum ve evlendirdim. 65 yaşındaki eşim Zehra ile asla rücu’ ederek kalan ömrümüze Akyazı’daki evimizde devam ediyoruz. Ayrıca, Akyazı’da, Akçaabat’ta ve Trabzon’da çok kalabalık bir sülâlem(geniş ailem) de vardır. Araştırmacı bir yazar olarak Trabzon’da ve yurdun dört bir yanında çalışmalarımı her geçen gün Trabzon’u temsil edecek şekilde daha mükemmel hale getirmekteyim.
M. Nihat MALKOÇ: Öğrencilik ve öğretmenlik hayatınızdan söz eder misiniz?
Mustafa YAZICI: Öğrencilik hayatım ilk, orta, lise ve yüksek tahsil olarak on altı(16) yıl sürdü. Köyde yolsuz, elektriksiz, arabasız zamanda Trabzon’a yürüyerek okula gidip geldiğimiz çok oldu. 1955’li yıllarda Trabzon –Akçaabat arası yolu bile ıssızdı. Sadece üç araba çalışırdı. Ötekiler Trabzon-İstanbul arasında çalışan az sayıda vasıta idi. Hiç sınıfta kalmadım. Bütün tahsil diplomalarımı iyi derece ile aldım. Sadece yedek subay diplomam Pekiyi oldu. Onları hâlâ saklarım. Öğrencilikte en zor iş, köy çocuğu olarak anadan ayrılmaktı. Şehirden haftada bir anaya gelebilirdik. Babam Ayasofya’da imam idi. Hem de çiftçi idi. Geçim zordu. O gün bugündür hâlâ öğretmen ve emekli olarak rahat bir ekonomimiz yoktur. Sadece ele güne muhtaç değiliz o kadar. Öğretmenliğe 197O’te Bolu’nun Gerede kazasında başladım. Yüksek tahsili Kayseri’de yatılı ve mecburî hizmetli olarak yapmıştım. Altı sene kendi şehrim Trabzon’a gelmem yasaktı. Fakat Trabzon memurlukta mahrumiyet bölgesi idi Batıya ve Bolu’ya göre... O sırada Gerede’ye bir müdürümüz geldi. Sayın Osman Akgül Bey... Sonradan Millî Eğitim Bakanlığına müfettiş oldu. O benim öğretmenliğimi çok beğendi. “Mustafa Bey, ben Ankara’ya gidiyorum. Seni de Trabzon’una kavuşturayım” dedi. O zamanlar ben iyi Fransızca bilirdim. Dışarıdan(mektupla) Avrupa’daki Fono ve Lingafon Enstitülerini bitirmiştim. Gerede İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmeni idim. Gerede Lisesine, hem Din dersi, hem de Fransızca derslerine gidiyordum. O zamanlar dünyanın ana dili Fransızca idi. Fransızcanın son dönemi idi. Amerika’nın dünyada atak yapmasıyla İngilizce öne geçti. Müfettiş Osman Bey tayinimi Trabzon’a yaptı. Hâlâ Bakanlıktadır. Görüşüyoruz. Bana her zaman söyler: “Hoca beni hiç mahcup etmedin. Çok başarılı hizmetler yaptın. Seninle iftihar ediyorum” diye. Ben de hâlâ ona minnettarım. Her idareci öğretmenini böyle keşfedemiyor. Ecevit döneminde bile devlet iyi çalışmaktan terfi ettirdi beni. Her istediğim yere de tayinimi yaptılar. Ben maaş için öğretmenlik yapmadım; adam yetiştirmek için yaptım. 29 senede, 18 okulda tam elli bin öğrenci geçti elimden. Şimdi 81 vilâyette yetişmiş öğrencilerim var. Onlar yazdığım canlı kitaplardır. Asıl insan eserlerimdir. Asıl onların hâtıralarıyla yaşamaktayım. Birçoğu gelir, benimle görüşürler. En ideolojik dönemde bile siyasî ve partizan tutumlara tenezzül etmedim. Onun için tabir caizse adam gibi adam yetiştirdik. Emekli olunca Trabzon İl Millî Eğitim Müdürlüğü emekli olarak yılın öğretmeni seçti beni. Emekli olmadan nerede idiler bilemiyorum. Benim öğretmenliğim Türkiye’de bir rekordur.
M. Nihat MALKOÇ: Niçin öğretmenlik mesleğini seçtiniz? Bu meslek sizi tatmin etti mi? Bir daha dünyaya gelseydiniz hangi mesleği seçerdiniz? Niçin?
Mustafa YAZICI: Öğretmenlik mesleğini Peygamber mesleği olduğu için seçtim. Malum, Âdem baba peygamber ve muallim değilken işlediği hatadan dolayı bizi gökten yere indirdi; amma iki bin senelik ömründe iki yüz sene yeryüzünde ağlaştı, tövbekâr oldu. Duası kabul olunca ona peygamberlik ve muallimlik verildi. Bu defa bizi yerden göğe çıkardı. Yorum sizin ve okuyucularımın. İyi bir öğretmen olamayanlar, iyi bir ana-baba ve toplum adamı da olamazlar. Bu meslek beni manen tatmin etti. Madden asla. Zira öğretmen aldığı maaşla okuyacağı kitabın parasını bile veremez. Kütüphane kuramaz. Ev yapamaz. Çocuk evlendiremez. Araba alamaz. Arsa alamaz. Ancak çoluk çocuğuna ekmek parası olur. Ben 1970 senesinde bin lira maaşla öğretmenliğe başladım. İlk Personel Kanunu 1970’te çıktığı için 700 lira alıyorlardı. Ben yine şanslı idim. Bursa Otomarsan’dan çıkan bir 302 Mercedes yolcu otobüsü maaşımızın 300 katı, yani 300 bin lira idi. Bugün bir buçuk milyar üniversite hocası emekli maaşı almaktayım. Bir 302 Mercedes trilyonlar oldu. Paranın değeri kayboldu. Öğretmen olarak geçmişte Türkiye’nin elli sente muhtaç olduğu dönemlerde enflasyonlardan, faizlerden, devalüasyonlardan, rantçılıktan, zamlardan neler çektik neler. 200 lira kademe parası için örgütler bizi Sigorta Hastanesinden meydana yürüttü. Şimdi de %4’lere talim ediyoruz. İlim için öğretmen olduk. O devirde en kaliteli iş, en önde değerli iş öğretmenlikti. Fakat 1977’de yüz bin liraya Akyazı’da bir ev yaptım. Yedi bin lira maaşla 1982’ye kadar evin borcunu veremedim. Libya’da aldım soluğu. 1970’de 300 bin lira ile emekli olunuyordu. Kuzey Afrika devleti Libya’da bir buçuk senede iki buçuk milyon kazanıp geldim. 1983’te evimin borcunu verip, yeniden bu defa Sağlık Bakanlığı bünyesinde Trabzon Sağlık Meslek Lisesinde göreve başladım. 1995’te de orası Yüksek Sağlık Okulu olunca üniversite hocalığı imtihanlarına girerek üniversite hocalığı imtihanlarını kazandım. İşte Bolu’da bana verilen “Okullarımızda başarılı Fransızca Hocalığı yaptı” resmî belgeleri KTÜ’de işime yaradı. Lisan durumunu da böyle aştım.Yüce Allah bir harf öğrenenin emeğini zayi etmez. Arkadaşlarım bana “Gavurca mı çalışıyorsun?” derdi. Ben ise hiç aldırış etmedim. Sonunda öğretmenlikten çok, yabancı dil hocalığından para kazandım. Bir daha dünyaya gelsem yine Din dersi öğretmeni ve yazar olurdum. Fakat ilme muhalif bu maaşlarla değil. Yazarlık, araştırmacılık bile bugün bizleri süründürüyor. Hep sponsorlara muhtacız. İlim devletçiliği böyle mi olur? 36 vakfın başkanı meşhur Gülbahar Hatun’un medresesini bile yıkanlar muallime ve müderrise(ders verene) para verirler mi? İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark budur. Eski Trabzon’da Osmanlı döneminde muallimlerin aldığı maaşlara bakınız. Kese altın alanlar bile vardı. Ya şimdi?
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla babanız Muhammet Şefik Yazıcı imamdı. Son olarak da, bugün müze olarak kullanılmakta olan Ayasofya Camii’nde görev yapmıştır. Merhum babanız bu caminin son imamıydı. Merhum babanız Ayasofya’nın müze oluşunu gördü mü? Bir de sizin “Ayasofya Camii” isimli kitabınız var. Babanızdan ve bu kitabınızdan biraz bahseder misiniz?
Mustafa YAZICI: Evet, babam rahmetli Muhammet Şefik Yazıcı Hoca Efendi, Trabzon Ayasofya Cami-i Şerifi’nin son imamıydı. Orası cami iken ben de on sene orada onunla birlikte kaldım. Restore ediliş ve müze yapılış yıllarını da bizzat gördüm. Hepsi cehalet; tarihe, fetihe, Trabzon’a ve Fâtih’e ihanettir. Ayasofya’yı bu hale getirenleri kınıyorum. Bir Trabzonlu olarak Yüce Allah’a havale ediyorum. Zira orada nice hafızlar yetişti. Nice namazlar kılındı. Nice Ramazanlar ve teravihler eda edildi. Şimdi mihrabı ve minberi de yok. İçersinde, batı duvarında cami döneminden tek âyet var. Bir de tepesindeki hilâl ile vakıf tapusu kaldı. İmamlık kadrosunun Şükraniye Camiinde, müezzinlik kadrosunun Toklu Yeni Camiinde olduğunu hatırlıyorum. Camicilik oyunu şovmenliğine gerek yok. Resmî tarihimize sahip çıkmalıyız. Zira vebali büyüktür. Bu nedenle işin aslı öğrenilsin diye şahit olduğum Ayasofya belgelerini bir araya toplayarak üç yüz sayfalık o dev Ayasofya kitabını yazdım. Trabzon Valiliği kayıtlarında(Sâlnâmelerde) cami olduğu yazılıdır. Hatta Hilâlli fotoğraflarının altında “Trabzon Ayasofya Camii Şerifi” diye Osmanlıca yazı vardır. Buranın müze oluş süreci haç resimlerinin sıvanın altından çıkartılmasıyla başlamıştır. Bu çalışmadan sonra halk oradan uzaklaşıp Yeni Fatih Camii’ni yaptırmıştır. Cemaatin oraya geçmeleri sonucunda burası boş kalmıştır. Lâkin onu bu İngiliz oyunuyla camilikten çıkartanlar, şimdi de Fâtih’in vakfı olmaktan çıkartmaya çalışıyorlar. Buna resmen müdahale edilmelidir. Zira, “Trabzon’u toprak için değil, İslâm’a açmak için fethettik. Roma’nın varisi artık benim” diyen Fâtih, bu “ye kürküm ye”cilerden şehit-gâzi ve vatan hakkını alacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Asıl buna çok dikkat etmeliyiz. Hak yerini bulmalıdır. Patrikliğe, Bartholomeosçuluğa veya Pontusçuluk oyunlarına gerek yoktur. Yüksek voltlu açık elektriğe şakadan dokunulmaz. Bu konuda ben de, babam da görevimizi tam yapmışız. Bu vebale ortak olmamak için bu sualinize de cevap verdim. Yoksa edenlerin er-geç ettiğini bulacağı, tarihî bir gerçektir. Babam orada imamlık hizmeti yaptı diye Ayasofya, babamın malı değildir. Toplumundur.
M. Nihat MALKOÇ: Sizin, kısa da olsa bir yurt dışı maceranız var? Hangi ülkeye, ne zaman gittiniz? Orada neler yaptınız? Buna dair izlenimlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Mustafa YAZICI: Yurt dışına, ülke olarak Libya’ya gittim. 1982-83 yıllarında bir buçuk sene orada, Adana Güney Sanayi sahiplerinin kurduğu BETAŞ adlı inşaat şirketinde muhasebe, banka ve hastane tercümanı olarak çalıştım. Malûm olduğu üzere Başbakan Turgut Özal da vaktiyle dünyaca meşhur Adana Güney Sanayii’nde çalışmıştı. Oradaki izlenimlerimi müstakil bir kitapta topladım, diziliyor. 2013 yılı başında basılacaktır. Kısaca söylemek gerekirse Libya cadde ve sokakları Osmanlı tuğralarıyla dolu bir ülke. Meşhur Türk denizcisi Turgut Reis’in türbesi de Trablus Limanı kenarındaki kale avlusundadır. Onu görüntüleyip Trabzon televizyonlarında gösterdim. Ayrıca burada Türk Şehitliği de var. Libya beş yüz sene Osmanlı idaresinde kaldı. Yaşlılar Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyorlar ama yeni nesiller Türkiye’nin cılız politikası yüzünden henüz Türkiye’yi bilmiyorlar bile. Kaddafi bile Harp Okulunu Türkiye’de okumuştur. Türkiye’ye gelenler biliyorlar. Hatta “Hani o âdil Osmanlılar; gelseler de bizi 500 sene daha yönetseler” diyenlerine bile rastladım.
6. M. Nihat MALKOÇ: Yazmaya nasıl başladınız? Bunun bir hikâyesi var mı? Varsa anlatır mısınız?
Mustafa YAZICI: Yazmaya başlamamın birkaç sebebi var. Şöyle ki; ilkönce kendimde böyle bir kabiliyetin olduğunu keşfetmem... Yazılanları çok okumuş olmam ve aynılarını benim de yazabileceğime karar vermem, bunu dava haline getirmem... Okuduğum kitaplar on binleri aşmıştır. Hocalarımın yarışmalar açarak beni teşvik etmesi, Ankara’da kurdukları “Okul Aile Birliği” adlı dergide yazı yazdırmaları, yüksek tahsilde okulumuzda edebiyat hocalarımızın açtığı “Matbuatın Önemi” adlı yarışmada okul dördüncüsü olmam sonucu bana ödül olarak imanlı Anayasa Profesörlerimizden Ali Fuat BAŞGİL Bey’in “Demokrasi Yolunda” ve “Gençlerle Başbaşa” adlı kitaplarının verilmesi; gençliğimde izlediğim sinema filmlerinin senaryolarını yazmaya çalışmam, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin beni tefekküre sevketmesi, gördüğüm toplum sorunlarını, bilhassa yükler altındaki Karadeniz kadınlarının çilesini kalem yoluyla anlatmaya çalışmam, 1968 yılında İstanbul’daki Bugün gazetesinde “Materyalizme Reddiye” adlı, kominizmi eleştiren makalelerimin yayınlanması,yine İstanbul’da o yıllarda “Seher Vakti” adlı “Gençlik” adlı bir şiirimin yayınlanması, yüksek tahsilde edebiyat notlarımın hep “Pekiyi” olması bana yazarlık kapılarını açtı. Paralı parasız çeşitli ödüller almam da beni kamçıladı. Sonra gördüğüm destekle yoluma devam ettim. Yazarlığın köşe yazarlığı(makale), araştırma-inceleme, şiir, hikâye, roman, masal, deneme, anı, piyes, skeç fıkra, kompozisyon, metin yazarlığı, senaryo ve tercüme olarak edebiyatın her türünde eser verdim. Sadece radyo ve televizyon oyunlarım henüz yayınlanamamıştır. Şunu da vurgulamak lâzımdır: Yazarlığımda “Trabzonî, Mollaoğlu, Nefesî ve Yazıcı” mahlaslarını da kullandım. Asla rücu’dur. Yazılarımı “Nefes, Gönüldaş, Akyazı, Kitâbe ve Hitabe, Cuma Yazısı, Uyanış, Sonuç, Dalyan, Çare, Can Suyu, Okyanus, Hoş Sada ve Vak’anüvîs” köşe başlıkları altında yazdım. Bu da ayrı bir yazarlık kültürüdür. Bunların haricinde çeşitli belgesellere imza attım. Çeşitli kurumlarda idarecilikler yaptım. Konferanslar verdim. Açık oturumlara katıldım. Yazarlık formasyonunu kavramak çok önemlidir. Ben bütün yazarlık davamı ve faaliyetlerimi “Sanat Hakk içindir” görüşü üzerine oturttum. Çünkü “Sanat sanat için midir, cemiyet için midir?” görüşlerinden ve tartışmalarından usandık. Bunlar kirlendi. Onlara politika karıştırıldı, siyâset değil. Yazarlığımda bu siyaset, dava olarak vardır. Bu, başarı için şarttır. Çünkü ben yazarlardan ve yazarlıktan mahrum toplumların öksüz, köksüz; hatta sözlüksüz kalacağına inanıyorum. Kitabın ve yazarlığın yerini hiçbir şey tutmaz. İnternet de asla tutmaz. Yazarlık ve kitap işi, kutsal kitaplara imanla başlar; onların izinde beşerî manada devam eder. Yani Yaratan Rabbinin adıyla ilk emir olarak okuyup ve yazacaksın. İlk öğrendiğin elif-be ile veya alfabe ile önce “Allah” adını yazıp okuyacaksın. Sonra Allah’ın öncelik verdiklerini ve kendi adını ve diğerlerini…. Yazarlığın aslı budur. Çelik-çomak oynamaya veya yazarlık şovmenliğine gerek yoktur. Bu uğurda ciddî olmayan gülünç olur. “Apikoğlu sucukları, şişman yapar çocukları” reklamındaki tekerlemelere benzer. İlim vermez ve adam kurtarmaz. Bu işin öbür dünyada da sorumluluğu var. Dünyadaki forsuna aldanılmamalıdır. Bizim zorlanmamız asıl bundandır. Sanat Hakk için olmalı. Halkı Hakk’a götürmelidir. Halka hakkını verdirmelidir. Kalem ve kelâm ruhsatı olmalıdır. Satılık kalemler çıkarcıdır, Hakk’a götüremezler. Mutlu edemezler, hatta saptırırlar. Çok örnekleri var. Ayrıntılara girmiyorum. Çok önemli olduğu için bu sualinizi biraz uzattım. Haklı görünüz. Yazarlık da, muallimlik de bunu gerektirir. Bunlara dair 37 sorunuz içinde bir sorunuz ve sorununuz yoktu. Benim ise var…
M. Nihat MALKOÇ: İyi bir yazarın hiç şüphesiz ki iyi bir okur olması gerekir. Yazarı besleyen asıl kaynak, okuduklarıdır. Bildiğim kadarıyla siz de iyi bir okursunuz. Bir zamanlar Trabzon İl Halk Küütüphanesi tarafından düzenlenen ’yıl içinde en çok kitap okuyan okur’ yarışmasında birinci olmuştunuz. Belli bir noktaya gelmiş bir yazar olarak günümüz gençlerine okuma ve yazma konusunda hangi önerilerde bulunmak istersiniz?
Mustafa YAZICI: Günümüz gençlerine okumak, yazmak konusundaki önerilerim şöyledir: Herkes aklı ve ilmi kadar konuşabilir, yazabilir. O halde önce akıl ve ilmimizi güçlendirmeliyiz. Önce herkes kendini, kabiliyetini, bu yola çıkmadan gücünü ve frenlerini kontrol etmelidir. Psikoloji, sosyoloji ve pedagoji ilimlerinde ’düşünmenin en güzeli okumak ve yazmaktır’ kuralı var. Okunmayan ve yazılmayan yerde düşünmek yok demektir. İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark budur. Gençler bu yolda her türlü zorluklara katlanmadıkça başarılı olamazlar. Genç olmak demek, genç fikirli, daima yeni bilgiler üreten genç görüşlü olmak demektir. Kitaplar ve kütüphaneler milletlerin hafızalarıdır. Okumayan ve yazmayanların beyin ve gönül disketleri boş demektir. Yaşları genç olsa da, boş beyinleri hurdalığa döner. Bu duruma asla düşmemeleri lâzımdır. Bunun için de zamanı boşa geçirmemeli, güneşten önce doğan, erken kalkan, erken yatan güneş başlı adamlar olmaları lâzımdır. En büyük enerji bilgi enerjisidir. Gençliğin asıl gücü kas gücünden önce bu bilgi güçleridir. Bilgi gücü bütün rakipleri yenmenin en kolay yoludur. Mutlu olmanın da en başarılı şeklidir. Gençler ilk önce leh ve aleyhindekileri çok iyi öğrenmeli, zararlı alışkanlıklardan ve arkadaşlardan uzak durmalı, fakat daima ilmin içinde olmalıdırlar. Çünkü bir gencin en güzel fotoğrafı namaz kılarken veya kitap okurken ve yazarken habersiz çekilen fotoğrafıdır. Gençliğe yakışmayanlar gençlerin düşmanıdır. Gençler önce dostu ve düşmanı iyi tanımalıdır. Çocukken ana-babayı, gençken arkadaşları veya bazı ünlü kişileri severler ama ömürlerinin sonunda ise peygamberleri, evliyaları ve âlimleri örnek alırlar. O halde sonucu baştan görerek asıl onları örnek almalıdırlar. Gençlik geçince pişmanlık ne fayda eder, ne para... Tecrübe ve eksikleri tamamlamak çok önemlidir.
M. Nihat MALKOÇ: İlk yayımladığınız kitap hangisidir? Bu ilk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissetmiştiniz?
Mustafa YAZICI: İlk yayınladığım kitap “İçki Felâketi” adlı kitabımdır. 1977 yılında Akçaabat Lisesi’nde Kültür Dersleri öğretmeni iken yazmıştım. Gençleri ilk önce zararlı alışkanlıklar olan sigara(nikotin), içki(alkol) ve uyuşturucudan kurtarmak istedim ki iyi okusun yazsınlar. Sağlıklı olsunlar. Daha başarılı olsunlar. Bu kitabı ben Akçaabat Halk Eğitim salonunda konferans olarak vermiştim. Oradaki Yavuz Kitabevi sahibi muhterem Şahbender Değirmenci Ağabey yayınevi olarak alıp basmıştı. İlk elime aldığımda yeniden doğdumu hissettim. Zira yazarlık eser vermeyi gerektirir. Her eser vermek bir yeniden doğuştur. Fakat illâ da kendimizin doğuşu değil; bir yeni çocuğumuzun doğuşu gibi de olabiliyor. Yani eser verişin, ölümsüzlüğü hissetmenin en güzel şekillerinden biri olduğunu anladım. Bu manada yazarlık, öğretmenlik kadar kutsaldır. Forsu ve gücü de çoktur. Dayakla, hatta kanunla çözemediğiniz sorunları, yaptıramadığınız işleri bile yazarlıkla yaptırabilirsiniz. Hem de hiç yorulmadan. Asıl bu sırrı kavramak gerektir.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar şahsî ve ortak olmak üzere kaç kitap yazdınız? Bu kitaplar arasında hangisi sizin için bir adım önde durmaktadır? Niçin?
Mustafa YAZICI: Bugüne kadar müstakil seksen bir kitap yayınladım. Komisyon olarak yazdıklarımla 92 adet olduklarını tahmin ediyorum. Yazdığım kitapların en önde geleni “Tarih Bile Tarihimize Hayran” adlı eserimdir. Edebî olarak ise “Balıkların Gözyaşları” dır. Bu kitap öyle yüksek fikir enerjisi voltajında yazılmıştır ki, bir akvaryumdaki veya bir kara lâstik içindeki sudaki balığın derdini bile düşündürebilmişimdir. Öyle ki İngilizce ve Almanca tercümesini yaptırmak istedim de buradaki edebî ve sanatlı anlatımı çevirmekten tercümanlar bile âciz kaldılar. Bu kitabı Alman televizyonları yayınlarında gösterdiler. Şoförler adını arabalarının camlarına taktılar. Balıkçılar Faroz Limanına kapağının resmini nakşettiler. Daha neler neler... Uykusuzluk çeken insanların sinirlerini teskin edip üç sayfa okumadan bu didaktik romanla uyuduklarını söyleyip bana tedavi için teşekkür ettiler. Fakat satışta en çok satılan ve elimde kalmayan kitabım “Trabzon’un Tarihçesi” adlı Osmanlıca’dan çevirdiğim kitabımdır. Üniversite hocalığını bana kazandıran kitabım ise giriş tezim olan “ Yeni Tespitler” adlı İnançlar ve Dinler Tarihi konulu incecik tezimdir. Hepsinin yeri başka ama birkaç tanesi daha öndedir. Önde oluşlarının nedeni ise hiç işlenmemiş konulara dikkat çekmeleridir. Eski tabirle taklidi olmayan, nev’i şahsına münhasır kitaplar olmalarıdır.
10. M. Nihat MALKOÇ: Bazı kitaplarınızda gereksiz ayrıntılara yer verdiğinize, bir kısım yazışmaları ve fotokopileri bile kitaplara aldığınıza dair eleştiriler var. Kısacası kitaplarınızın hacim bakımından gereksiz yere şişirildiği söyleniyor. Söz savunmanın... Bu konuda siz neler söylemek istersiniz? Gerçekten de gereksiz bölümler var mı kitaplarınızda?
Mustafa YAZICI: Kitaplarımda gereksiz konular yoktur. Kitaplarda küpürlere yer verişim iyi sosyoloji bilişimden kaynaklanmaktadır. Kitaplarım önce mahallî, sonra millî ve sonra evrenseldir. Mahallî olmadan millî olunmaz. Millî olmadan da evrensel olunmaz. Beni eleştirenlerin kitapları nerededir? Ben basını da kitaplara taşıyan ilk yazarım. Bu nedenle Unesco benim kitaplarımı çok beğeniyor ve istiyor. İngilizce biyografimizi dünyanın en büyük kitap fuarı olan Frankfurt Kitap Fuarına taktılar; ansiklopedilere geçtiler, yaklaşık 2700 yazarlık üç ciltlik ansiklopedilerde biyografimi İngilizce yazıp bana gönderdiler de haberim oldu. Hayret ettim. Burada herkes bize taş atıyor. Avrupa kitap atıyor. Ya buna ne demeli? Ayrıca on bin yazarlık ve on ciltlik Türkiye Yazarlar ve Edebiyatçılar Ansiklopedisine dahil edildik. Ya buna ne demeli? Onlar bu küpürleri görmediler mi? Prof. Dr. Trabzonlu Yaşar Nurî Öztürk hoca da “Halkın Dilinden Yaşar Nuri” adlı kitapta görüşlerimize yer vermiş. Anlayan anlıyor. Hatta bana yazdığı mektupta “Mustafa Bey öyle anlıyorum ki siz de kendi kendini aşanlardansınız” şeklinde ifadeler de kullandı. Ben kendi yazdıklarımı toplumda test etmeden yazmıyorum ki... Otuz civarında da (bir kısmı para ödülü) ödül almam bu itirazları yapanlara cevap olmuş olmuyor mu?
11. M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar Türkiye genelinde hangi gazete ve dergilerde yazdınız?
Mustafa YAZICI: Bugüne kadar Türkiye’de belki yüz adet civarında farklı dergi ve gazetede yazı yazdım. Hepsi arşivimdedirler. Şimdi sayılarını unuttum. Bu sayfalar da almaz. “Otobiyografim” adlı bin sayfalık eserimde nasip olursa yazacağım. Şimdi birkaç örnek vereyim: İstanbul’da Bugün, Ortadoğu, Her Gün, Zaman,Yeni Mesaj, Millî Gazete, Yeni Devir, Almanya’da Sebil, Bolu’da Millî Hakimiyet, Sinop’ta Özsöz, Trabzon’da çıkan gazetelerin hepsinde, ilçelerde çıkanların birçoğunda çeşitli yazılar yazdım. Yazdığım Dergiler ise İstanbul’da Seher Vakti, Gözyaşı, Yeşilay, İslâm, İslâmî Edebiyat, Öğüt, İcmâl, Türkiye, Batı Trakya; Kayseri’de Erciyes, İstiklâl; Ankara’da Okul Aile Birliği, Millî Gençlik, İlesam, Bayburt’ta Bayburt Çağrı, Trabzon’da çıkanların hepsinde, ilçelerinde çıkanların da birçoğunda yazmışımdır. Hepsi arşivimdedir. Derginin, gazetenin ve kitabın değeri farklı farklıdır. Hatta ben tecrübelerim sonucu televizyona “Camlı Gazete”, gazeteye de “Camsız Televizyon” adını verdim. Bu tecrübelerimin hepsinin esası “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adlı eserimde mevcuttur.
M. Nihat MALKOÇ: İlahiyatçı olduğunuz halde ağırlıklı olarak ilahiyata yönelik meslek kitapları çıkarmıyorsunuz. İlgi ve çalışma alanlarınız genelde yerel tarih üzerinde yoğunlaşıyor. Sizi tarihe yönelten, ilginizin bu alana yoğunlaşmasına sebep olan etkenler nelerdir? Niçin tarihi tarihçilere bırakıp da, alanınız olan dinî meseleler üzerinde yoğunlaşmıyorsunuz?
Mustafa YAZICI: Yüksek İlâhiyat tahsili yaptığım halde meslek kitapları çıkartmaktan çok, tarih üzerine yoğunlaşmamın, kendi alanımda değilmişim gibi görünmemin sebebi; misyonerlerin bölgemize olan saldırıları ve bu bölgedeki aldatmalarıdır. Onları reddetmeden ilâhiyatçılık mı olur? Sütçü İmam Maraş’ta kaleden Fransız bayrağını indirtmeden Cuma namazı kılınmasına izin verdi mi? Bölgemizde misyonerler ve Pontusçular cirit atıyor. Gençlerimizi kandırıp Yunanistan’a götürüyorlar. Trabzon milletvekillerinden Eyüp Âşık ve Tonya belediye başkanı Ahmet Kurt bile gidip Atina’da bizzat gördüler. Namık Kemal’in tabiriyle “Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini./Elbet bulunacak kurtaracak baht-ı kara maderini..” Biz şehit ve gâzi vatanında “ye kürküm ye, ye oğlum ye. Devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyenlerden değiliz. Fakat ilâhiyatı hiç ihmal etmedim. 29 sene Din dersi hocalığı yaptım. Şehrin müftülerini Trabzon televizyonlarında konuşturdum. Misyonerliğe cevap kitabı yazdım. “Trabzon Evliyaları” kitabını ilk ben Trabzon Belediyesi’nde üç bin adet yayınlattım. KTÜ İlâhiyat Meslek Yüksek Okulunda beş sene verdiğim Hitabet ve İrşâd Derslerinin kitabını resmen yazdım ve okuttum. Üstelik ben üniversiteye Dinler Tarihi ve Akait(İnançlar) branşı tezi kitabımla girdim. O zamanın rektörü Prof. Dr. Sn. Aydın Dumanoğlu ve Rektör Yardımcısı Sn. Prof. Dr. Ersan Bocutoğlu Hocam da biliyor. Ayrıca üniversitede bana beş sene tarih hocalığı yaptırdılar. Onun kitabını yetiştiremeden emekli oldum. Zira YÖK Başkanı Gürüz döneminde Yüksek İlâhiyat Okulumuzu kapatmışlardı. Fakat şimdi müstakil Trabzon İlâhiyat Fakültemiz bile var. Yeni YÖK yasasına göre beş sene daha üniversitede çalışma hakkım var. Müracaat ettim. Alırlarsa yine faydalı olmaya çalışacağım. İlâhiyat ve İmam-Hatiplik benim her şeyimdir. Yazarlık ise bu kutsallığın ilmen yazıya dökülmesidir. Vatan olmadan ilâhiyat olur mu? Olur amma havada yaşanmaz. İmanımız gibi, vatanımızı da, bilhassa ilmen kurtarmalıyız ki toprak olarak da hiç işgale uğramasın. Aksi halde İncil’i verirler adama, Afrika’daki gibi bir de bakarsınız ki topraklar gitmiş. İstiklâl Marşı Şâirimiz rahmetli Mehmet Âkif Ersoy’un çile ve tavsiyelerinden herkes vatan için ders almalıdır. Ben aldım da tarihe ilâhiyat kadar önem verdim. Cihad olmadan kitap cildi ne işe yarar. Kur’ân’ın tabiriyle eşeğe bir kütüphane kitap yüklesen ondan ne anlar. O arpasını bilir. Biz arpacılardan değiliz. Tarihçilerin sahasına da girmiş değilim. Hele arkeolog hiç değilim. Fakat kültür tarihçiliğinde çok başarılı oldum. Dünyanın dört bir yanından bu konuda yanıma gelip görüşlerimi alanlar var. Hepsi bir dosyada mahfuzdur.
M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri gazetelerde köşe yazıları yazıyorsunuz. Kendinizi “gazeteci” kategorisine koyabiliyor musunuz? Genelde gazeteciler sadece köşe yazan kişileri “gazeteci” kabul etmiyor. Bu kişiler “Gazeteci dediğin 24 saat haber peşinde koşar” görüşünü savunuyorlar. Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz? Gazeteci kimdir? Trabzon yerel basınının bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Kültür sanat haberlerinin esamisi okunmazken yerel gazetelerin, sayfalarının yarısını spora ayırması sizi rahatsız etmiyor mu?
Mustafa YAZICI: Uzun yıllar birçok gazetede yazı yazmama rağmen gazeteci değilim. Gazetecilik okulunu da bitirmedim. Fakat yazarlığın okulu yoktur. Bu işi ilmen ve tecrübe olarak biliyoruz. Birçoklarını da geçtik. Şehrimizde bir Mahmut Goloğlu ve bir Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, bir Muzaffer Lermioğlu yerini aldık. Şükrolsun. Şimdi bu bayrağı biz dalgalandırıyoruz. Fakat şâirlik konusunda bir Trabzonlu Bedri Rahmi Eyüboğlu veya Halil Nihat Boztepe olmak kolay değil. Gazeteci değiliz; onun mizanpajı bile kitaptan farklıdır. Fakat biz Karadeniz Yazarlar Birliğini kurarak, başına hiç kitap yazmamış olan gazeteci Refik Karaağaçlı’yı getirmemize rağmen bize Gazeteciler Cemiyetinde hor bakan gazeteciler gördük. Üstelik onların gazeteciliği de sorgulanabilir. Çünkü yazar birliklerini “Okumaz-Yazmazlar Birliği” haline çevirenler olduğu gibi, gazeteciler cemiyetlerini de “Gazetesizler Cemiyeti” haline getirenler olabiliyor. Ben bu ayrımlara girmem. Yazarlar olmadan gazeteler, gazeteler olmadan yazarlar pek yetişmiş olmazlar. Gazetecilerden çok şeyler öğrendiğimiz gibi, yazar olarak onlara neler öğrettik neler... Bunun da ayrıntılarına girmem. İşten anlayanlar bizi biliyorlar. Yoruma gerek yoktur. Görünen köy de, şehir de kılavuz istemez. Gazeteci, milletin müşterek sesi olabilen adamdır. Yazar(muharrir), Tahir Büyükkörükçü Hocanın tabiriyle “Melekleri bile kalemiyle yere indirip topluma saçtığı ışığa ve saadete şâhit tutan ölümsüz adamdır” Benim tabirimle ise “Ölümsüzlükten ses alıp toplumu ölümsüzleştiren adam”dır. Trabzon basını ilk kurulduğu 1868’den beri epey ilerlemiştir. Fakat eskisi gibi yükselememiştir. İlerlemek ayrı şey, yükselmek ayrı şey... Yükselmek ilimle olur. Sadece futbola(spora değil) altı sayfa ayırmakla olmaz. Hele hele gazeteci diye topluma sunulan bazı bir kot, bir mont, bir çanta, bir kalem ve defter veya fotoğraf makinasından ibaret adamlarla olmaz. Böyle olan kısımlardan elbet rahatsızım. Futbola ve futbolculara trilyonlar gidiyor. Şampiyon da olamıyorlar. Vergi de vermiyorlar. Yazarın okuyacağı kitabı almaya, yazdığı kitabı basmaya parası yok. Kredi hakkı da yok. İlimsiz gazetecilik hüsrana uğramaya ve kapanmaya mahkumdur.
M. Nihat MALKOÇ: Sizin “Balıkların Gözyaşları” isimli ilginç bir romanınız var. Öncelikle romanın ismi çok özgün ve güzel... Bu romanda neye vurgu yapıyorsunuz?
Mustafa YAZICI: Trabzon’da ve Karadeniz’de 1992 yılında, yani son dönemde ilk yazılan didaktik roman olan “Balıkların Gözyaşları” henüz ismi bütün yazarlık dünyasının dikkatini çektiği halde içerik olarak bütün okuyucuların dikkatini çekmemiştir. Sadece açtığım kitap sergilerinde satılmaktadır. Yukarda hakkında söz ettim. Bu romanda çağımızın bütün kirlilikleri içinde temiz toplum ve temiz çevre olabilmeye dikkat çektim. Deniz altında dertleri bilinmez balıklara dikkat çekerek toplumda insanların bilinmez dertlerine dikkat çektim. Çünkü “Balıkların Gözyaşları Denizlerde Belli Olmaz.” Asıl tam adı budur. Şâir Yaşar Bedri Özdemir dostumun isteği üzerine şiirsel olarak adını kısaltıp “Balıkların Gözyaşları” dedik. Kitabın sonu yine “Balıkların Gözyaşları Denizlerde Belli Olmaz” ifadesiyle sona ermektedir. Kitabı İstanbul’da Yazar Ali Bulaç’ın da dahil olduğu TİMAŞ yayınları inceledi. Fakat içinde “Köyde gübrelikleri açıktan akan adamlar olduğu halde Atatürk’ü eleştirenler var. Sen önce gübreliğinin üstünü ört” cümlesi yüzünden olacak ki kitabı çok beğendikleri halde yayınlayamadıklarını bildiren bir yazı yazarak iade ettiler. Bu nedenle kendim yayınladım. Halbuki belgesel olabilecek derecede güzel, didaktik bir romandır. Denizdeki bütün bütün balık türlerini karekterlerine göre konuşturarak insanları filozof Beydaba gibi anlattım. Yunus balığını, köpek balığına tercih ettim. Okyanuslarda balıkları dev makinalarla avlayarak denizleri kan gölüne çevirenleri ve de toplumları terörle kan gölüne çevirenleri balıkların diliyle anlattım. Elimde birkaç tane kaldı. O da bu işlerin ticaretini yapmadığım, sadece kitap kazanmaya baktığım için elimdedir. Kitaplarımı kim yayınlarsa ona veriyorum, ben sadece yüz adet sergilerim için yüz adet kitap alıp sergiliyorum. Böylece topluma hem sponsorla ve hem de benimle dağılmış oluyor. Ben göz nuru paramı alıp kitap kazanırken, sponsor da okuyuculara ücretsiz dağıtıyor. Reklamı oluyor. İş adamlarımız olmazsa çok zor kitap yayınlarız. Şimdi kağıt parası peşin. Dolarla, yuroyla satılıyor. En pahalı maliyet kitaptadır. Bu nedenle sponsorlara teşekkür ediyorum. Tansu Çiller Başbakanken ben de Karadeniz Yaşarlar Birliği başkanıydım. Sn.Tansu Çiller’e bütün yazarlara kredi hakkı kanunu çıkarılmasını teklif ettim. Tavukçuya kredi var da, ilme niye yok? Taksit taksit bankaya ödenir. Bana “Mustafa Bey bu hafta teklifinizi Meclise götüreceğim” diye bana Başbakanlıktan yazı geldi ama o hafta Erbakan-Tansu Çiller Hükümeti yıkıldı. Yazarlar ne yapsın? Balıklar ne yapsın? Deniz de su, gözyaşı da su... Üstelik ikisi de tuzlu. Deniz altında bizim gibi doğan, yaşayan, yuva kuran ve ölen balıkların deniz altında hiç dertleri yok mu? Ağlasalar ne yazar. Gözyaşlarını suya karışmış vaziyette hangi devlet adamı fark edecek? Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan’a da bu yazarlara kredi konusunu ve görülmez gözyaşlarımızı yazdım. Hem de Karadeniz, Taka ve İlkhaber Gazetelerimizin üçünde de... Hiçbir cevap vermediler. Yazarlar ve balıklar ne yapsınlar?
M. Nihat MALKOÇ: Sizin iyi bir Yeşilaycı olduğunuzu biliyorum. Uzun yıllar Yeşilay Cemiyetinin Trabzon Temsilciliğini yaptınız. Bu dönemde ne gibi hizmetlerde bulundunuz? İçki, alkol ve kumar konusunu işleyen eserleriniz var mı? Zararlı alışkanlıklar konusunda gençlere neler önerirsiniz?
Mustafa YAZICI: Evet iyi bir Yeşilaycıyım. Bütün çalıştığım okullarda(18 okulda) ve bilhassa Trabzon’da bu işe çok hizmet ettim. Gençlerimizi zararlı alışkanlıklardan, bilhassa tinercilikten kurtarmaya çalıştım. Her sene gençleri ve velileri bütün Trabzon okullarından Hamamizade İhsan Bey Merkezine toplayıp aydınlattık. Vali Alaaddin Yüksel’le 1 Ocak 1995’te Trabzon Yeşilay Temsilciliğini kurduk. Trabzon Belediyesi’yle müşterek faaliyetler yaptık. Ve onları kitaplaştırdık. Trabzon, Türkiye’de birinci oldu. Ne yazık ki bu çilemize rağmen şimdiki Trabzon Belediyesi eski başkanlar devrinde yapılan bu faaliyetleri kendi döneminde uygun bulmayarak yayınlamadılar. Geçen sene Başbakan Sn. Erdoğan’ın danışmanı ve de Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Avukat Muharrem Balcı Bey’i bile çağırıp Hamamizade’de Prof. Dr. Tevfik Özlü, Trabzon Milletvekili Prof. Dr. Cevdet Erdöl ve Trabzonspor’un hocası Şenol Güneş Bey’le konuk edip konuşturduk. İnternette herkes görebilir. Buna rağmen indî düşünenler yüzünden ve paramız olmadığından kitap Sakarya Matbaasında bekliyor. Adı “Trabzon’da Yeşilaycılık”. Sordun da söyledim. Çok üzgünüm. Böyle belediyecilik Trabzon’a yakışır mı? Biz Trabzon’u bütün Türkiye’de birinci getirmeye uğraşırken bunlar ne yapıyorlar? Ben de onları protesto ederek bu kitap basılana kadar Trabzon Belediyesi Kültür Araştırma Kuruluna katılmadım. Haksız mıyım? Ben ayrıca 18 sene boyunca Trabzon Belediyesi Kültür Araştırma Kurulunda beş başkana ve 60 kurul üyesine sekreterlik yaptım. Kitabıma “Trabzon’un Kitabı” diyemediler” Asım Aykan’ın Kitabı” dediler. Hepsini Yüce Allah’a ve Trabzon’un istikbaline havale ediyorum. Allah’ın yukarı çıkardığını hiç kimse düşüremez, düşürdüğünü hiç kimse çıkartamaz. Zamana bıraktım ama Matbaaya yalancı olduk. Böyle olacağını hiç tahmin bile etmemiştim. İçki, alkol ve kumar konularını işleyen kitabım ilk 1977’de beş bin adet yayınlandı. Şimdi “Trabzon’da Yeşilaycılık” yayınlanacak inşallah. Başka da var. Ama kaynak para bulana kadar bekleyecek. Üniversite hocası ve yazarların maaşını aşıyor. Bu konuda gençlere söylenecek söz: “Zararlı alışkanlıklara bulaşanlar sağlıklı ve mutlu olamazlar. Başarı da sağlayamazlar. Hiçbir yokuşu çıkamazlar. Koşamaz ve yarışamazlar. Zira sadece nikotinde bile yedi bin çeşit zehir var. Bir gram esrar bir milyar beyin hücresini yok ediyor. Zararlı alışkanlıklar cehaletten daha tehlikeli düşmanlardır. Gençleri, gençliğini yaşayamadan yok ederler. Hastalık ne ki? Bu nedenle önce okullarının Yeşilay Kollarında Yeşilaycı olsunlar. Yeşilay, Yeşil Hayat.... Gayrısı felâket ve feryât… İnsana, bilhassa gençlere hiç yakışmaz. Böyle felsefe ve arkadaşlara çok dikkat edip uzaklaşsınlar. İyi arkadaş olan, arkadaşının kurtuluş ve mutluluğunu ister. Kızlar için bu durum daha tehlikeli ve önemlidir.
M. Nihat MALKOÇ: Sizin yazarlığınız yanında, bir de şairlik yönünüz var. Bugüne kadar kaç tane şiir kitabı yayımladınız? Gördüğüm kadarıyla uzun zamandan beri şiir kitabı çıkarmıyorsunuz. Yazarlığınız, şairliğinizin çok önünde… Sizce şiir nedir, niçin ve nasıl yazılır? Şiirinizin günümüz şiirinin gerisinde kaldığını düşünüyor musunuz? Beğendiğiniz şairler arasında kimleri sayabilirsiniz?
Mustafa YAZICI: “Erciyes’ten Haykırışlar(Sayha)” ismi altında sekiz şiir kitabı yayınladım. Erciyes bir semboldür. Orada yüksek tahsildeyken o dağa Anadolu’nun ortasındaki bir adam gibi hayran kaldım. Türkiye’nin en son sönmüş yanardağıdır. Bir daha ateş püskürebilir. Tepesine çıkmak isteyenleri yakabilir. Aynı şekilde Türkiye’nin tepesine çıkmak isteyenler de yanarlar. Romanda balıkları konuşturmuşken, şiirde ise tepesinden hiç kar kalkmayan Erciyes’i konuşturdum. Başındaki karlara aldanmamaya, içinin ateş dolu oluşuna dikkat çektim. İşte Türkiye’yi sönmüş zannedenler de içi ateşle dolu yanardağ gibi kahramanları görmüyorlar. Dünyanın tarihî yanılgısı budur. Bana göre şiir, veciz söz ve ses sanatıdır. Yani sanatlı söz ve sestir. Şiir ilhamla ve ibretle yazılır. Gece uykudan fırlayıp beynimde ve gönlümde oluşan satırları sadırdan kağıda döktüğüm çok olmuştur. Şiirimin günümüz şiirinin gerisinde kaldığını düşünmüyorum. Ancak şâirliğim günümüz şâirlerinin gerisindedir. Meselâ Âkif’i, Yahya Kemal’i, Arif Nihat Asya’yı, Necip Fâzıl’ı, Mehmet Emin Yurdakul’u çok beğenirim ama onlar şiirin ve şâirliğin dahisi idiler. Biz onların çırağı bile olamayız; ama günümüzde şâir geçinenlerin, hele Trabzon’da, hiç gerisinde değiliz. Fakat Trabzon’da aruzu bilen tek şâir vardır. O da Sebahattin Şentürk’tür. Serbesti de, heceyi de güzel yazar. O da öğrencimdir; ama şâirlikte Âkif’i ve Necip Fâzıl’ı, yazarlıkta Cemil Meriç’ i örnek alır. Çok haklıdır. Biz heceyi bile güzel yazamadık. Hece ile karışık mensur(serbest) şiiri daha iyi yazıyoruz. Nazım Hikmet ve Orhan Veli de veciz serbest şiirin pîridirler. Fikirlerinde bozuk yerler olsa da, şiir sanatında süper idiler. Bu da bir gerçek. Bu nedenle “Şiir ruh matematiğidir. Sadece vezin ve kafiye değildir” diyenlere de katılıyorum. Necip Fazıl’ın işi “Allah’ı aramak” olarak kabul etmesi, gayrısını “çelik çomak oynamak” sayması bu sanatın zirvesidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Allah’ı unutan şâirleri sanatçı saymaz. Bu bakımdan ben “Şiir, halkı ustalıkla Hakk’a götürme sanatıdır” diyorum. Hakk’ın olmadığı, haksızlığın olduğu yerde sanatın işi ne? Şiir; şiir tekniği ile, edebiyat ilmiyle ve de ilhamla cân-ü gönülden yazılır. Şâirleri ve şiiri basite alıp hor görenleri adam saymam. Süleyman Çelebi Hazretlerinin Hz. Peygambere medhiyesi olan Mevlid-i Şerîf de bir şiirdir. Bu bakımdan Nihat Malkoç’un şiirleri ve şâirliğiyle ödül alması da çok yerindedir.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un yaşayan tanıklarındansınız. Bugüne kadar Trabzon kültüründe iz bırakmış kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Kimleri tanıdınız?
Mustafa YAZICI: Trabzon’un yaşayan tanığı olarak bir mahlasım da Trabzonî’dir. Yani Trabzon’a öyle sevdalıyım ki “Trabzonlu Araştırmacı Yazar Mustafa Yazıcı” oldum. VAK’ANÜVÎS mahlasını ise bana yazdığım Trabzon olaylarını çok beğenen araştırmacı yazar dostum Ispartalı Murat Yüksel Bey takmıştır. Trabzon’da çağdaşım olan meşhurlardan yazar olarak Murat Yüksel, Kadir Mısıroğlu, Sadık Albayrak, Haydar Baş, Yaşar Nûrî Öztürk, Derviş Değerli, Mahmut Goloğlu, Aslan Pulathaneli, Prof. Dr. Hikmet Öksüz, Prof. Dr. Kenan İnan, Ahmet Musaoğlu, Veysel Usta, Ahmet Özer, Yaşar Bedri Özdemir, İsmail Hacıfettahoğlu, Mehmet Âkif Bal, Enver Uzun, Hüseyin Albayrak ve Nihat Malkoç gibi isimleri yakinen tanıyorum. Bunlar benim gözümde Trabzon’da iz bırakanların başında gelir. Hatırlayamadıklarım bağışlasınlar…
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar genelde hep ressamlar ve görsel sanatlarla uğraşan sanatçılar sergi açmıştır. Fakat siz bu geleneği sona erdirerek araştırmacı-yazar olarak onlarca sergi açtınız. Bu sergilerin tam sayısını sizden alalım. Bugüne kadar kaç sergi açtınız? Bu sergilerde neler sergilediniz? Sergilere halkın ilgisi nasıldı? Bu konularda neler söylemek istersiniz?
Mustafa YAZICI: Araştırmacı-yazar olarak 44 senelik(1968-2012)yazarlık hayatımda beşi karma, yirmisi müstakil olarak toplam yirmi beş sergi açtım. Sayılarında yanılabilirim. Daha çok olabilir. Fakat belgeleri bende. Hepsine hâtıra defteri tuttum. Her sergimi izleyenler nasıl buldu diye yazılar yazdılar. Onlar bir yazar için ayrı bir antika müzesi. Onları da kitaplaştırıp okuyucuların emrine sunacağım inşallah... Nasipse… Okuyucularım öyle şeyler yazdılar ki üniversitelerde araştırmacıların ve okuyucuların bilgisine sunulmalıdırlar. Fotoğrafları da var. Sadece Trabzon Sanat Evi’ndeki bir sergim “Trabzon Bâb-ı Âlîsi “ adlı kitap çıktığında internete yüklenmiştir. Bakabilirsiniz. www.yaziciyayinlari.com adresimde mevcuttur. Bu nedenle de Frankfurt Kitap Fuarında İngilizce biyografim tanıtılmıştır. Fakat ne yazık ki birkaç kez Prostat ameliyatı olduğumdan Ankara’daki Trabzon Etkinliklerine şubat soğuğunda hiç katılamadım. Halbuki oradaki kitap sergim daha çok ilgi çekecekti. Trabzon, Akçaabat, Beşikdüzü, Vakfıkebir, Tonya, Of kitap sergisi açtım yerlerdir. Yazarların da sergi açabileceğini ispatladım. Bu tıkalı yolu açtım. Şimdi çokları kitap sergisi açmaktadır.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un tarihini, dününü, kadim kültürünü; tabir caizse hafızasını ortaya çıkaran eserler kaleme alan Trabzon İl Halk Kütüphanesi eski müdürü Murat Yüksel çok eski dostlarınızdan biridir. Yüksel, Isparta’da yaşamasına rağmen onunla diyaloğunuz hâlâ devam ediyor. Murat Yüksel’in Trabzon’umuz için önemini, onun bu şehir için yaptığı çalışmaları ve kendisiyle olan şahsî dostluğunuzu bizlere anlatabilir misiniz?
Mustafa YAZICI: Murat Yüksel Bey asla unutulmaz. Trabzon’a yakında en büyük iyiliği yapanların başında gelir. Ne var ki bir Trabzonlu olarak O Ispartalıyı hiç yalnız bırakmadım. Hep ona yardımcı oldum. Öyle bir itibar gördü ki ona nasip olan itibar 257 sene Trabzon’da kalan Kommen krallarına bile nasip olmamıştır. Halbuki o Trabzon’da 1986’dan 1997 yılına kadar on bir sene kaldı. Bu zaman zarfında Trabzon’un bütün tarihî kitâbe ve âbidelerini tercüme edip 23 cilt halinde yayınladı. Ben birçok Trabzonluyu da bu Ispartalı sayesinde tanıdım. O da bizden çok şey öğrendi. Bu nedenle her sene Isparta’ya gidip onu ziyaret ederim. O da 2005 yılında Trabzon’a gelerek Nisan ayında Trabzon’da Kanûnî konferansı verip herkesi yeniden hayran bırakmıştır. Şimdi bunun kitabını da yayınladık. Her şeyi tamamen belgesel konuşuyorum. Varsın bazıları beğenmesinler. Yüce Allah ve vatan, insanlık beğeniyor mu ben ona bakarım. Elbet birçok konuda Trabzonluları geçip Trabzon Belediyesi’nden “Fahri Hemşehrilik” beratı bile alan bir Trabzon sevdalısı Ispartalı bu kadar çok dostluğa layıktır. Üstelik o, bana eserlerinde “Dünya ahiret kardeşim!” diye hitap etmektedir. O, Trabzon için çok önemlidir. Hatta bazıları onunla ilgili yazılarında onu Trabzonlu sanıp tanıtmaktadır. Allah bozmasın. Herkese de böyle dostluk ve ilmî arkadaşlık nasip etsin. Hatta âhirette de görüşebilelim. Âmin! Ayrıntılara girmiyorum. Okurların Murat Yüksel’in 2012 yılında bastırıp Trabzon’a da gönderdiği “Dostlarıma Manzum Mektuplarım” adlı 61 mektuptan oluşan eserinin Trabzon’la ilgili birinci bölümünü okumaları bu sualiniz için kâfidir.
M. Nihat MALKOÇ: Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluşunda görev alan kişilerden birisiniz. Bir dönem de bu birliğin başkanlığını yaptınız. Söz konusu birliğin kuruluşuyla ve başkanlığınız dönemindeki hizmetlerinizle ilgili bizimle neler paylaşabilirsiniz? Karadeniz Yazarlar Birliğinin bugünkü durumunu ve konumunu nasıl görüyorsunuz?
Mustafa YAZICI: Evet, Karadeniz Yazarlar Birliği’nin ilk dört kurucusundan biriyim. Yıl 1992... Yer Atapark’ta İl Halk Kütüphanesi... Karlı bir Trabzon günüydü. Murat Yüksel Bey’le İLESAM üyesi olduğumuz için bizi Ankara’ya kongreye çağırıyorlardı. Gidişimiz çok zor olacağı için böyle uğraşmak yerine Trabzon’da bir Yazarlar Birliği Kuruluşu kuralım görüşü Murat Bey’le aramızda konuşuldu. İstişare yaparken o sırada Araştırmacı yazar Cumhur Odabaşıoğlu geldi. O da İlesam üyesi idi. Ona da konuyu açtık. Kabul etti. Ardından dördüncü kişi olarak Hikmet Aksoy geldi. Ona da konuyu açtık; o da memnun oldu. Ben kuracağımız birliğin adının Trabzon Yazarlar Birliği olmasını teklif ettim. Hikmet Bey “Karadeniz Yazarlar Birliği” olsun dedi. Bütün Karadeniz’e açılmanın çok külfetli olacağını söyledim. Amma bu isim kabul edildi. Sonra konuyu diğer arkadaşlara açarak toplantılar yaptık. Birliği kurduk. İlk Başkanı olarak Cumhur Bey’i seçtik. Sonra Refik Karaağaçlı’yı seçtik. Beni, üç buçuk sene Genel Başkan Yardımcısı görevimden sonra Genel Başkan ilân ettiler. Sonra başka arkadaşlar başkan oldular. Böyle devam ediyor. 2012’deki başkan Esma Ala Türkmen adlı bir bayan... Bu da güzel bir gelişme. Bir bayanın okuması ve yazması bilhassa Trabzon’da bayanların yükler altında hâlâ ezilmeye devam ettiği yerde beş yüz erkeğin okuma yazmasına bedeldir. Karadeniz’deki asıl karalık veya eksiklik bayanların –erkeklere oranla- daha çok cahil kalmasıdır. Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluşu çok faydalı oldu. Öncelikle Trabzon yeni bir yazarlık kimliği kazandı. Artık Trabzonlu Peyami Safalar, Hasan İzzeddin Dinamolar yok. Zor yetişir... İstanbul’dan biri Trabzon’a gelince burada yazar bulabiliyor. Yirmi sene oldu. Arkadaşların getirdiği görüşler Trabzon milletvekillerinin, Trabzon Valilerinin, yeni nesillerin ufkunu açtı. Trabzon Belediyesi’nde altmış kişilik Kültür Araştırma Kurulu oluştu. Profesör yazarlar da var. Yüzlerce eser basıldı. Trabzon kültürde yedinci iken İstanbul ve İzmir’den sonra üçüncü sıraya yükseldi. Trabzon’u örnek alarak Göller Bölgesinde bile Türkiye’nin beşinci büyük Yazarlar Kuruluşu kuruldu. K.Y.B. dördüncü büyük yazar kuruluşu idi. O zamanlar yayınladığımız K.Y.B Dergileri bugün İstanbul’da çıkan ansiklopedilerde kaynak oldu. Ayrıca Yunus diye bir İlim-Kültür-Çevre ve Sanat Dergisi de çıkarttık. Onun da Yazı İşleri Müdürü idim. O da ansiklopedilere kaynak oldu. Fakat her iki dergi de bugün yayınlanmıyor. Hatırladığıma göre parasızlıktan Birliğin Yönetiminin değişmesinden sonra devam edemediler. Yirminci sayılarından sonra yenisi çıkamadı. Rize’de açtığımız K.Y.B Rize Şubesi de kapandı. Girişimini yaptığımız Gümüşhane, Giresun, Bayburt şubeleri de bizden sonra açılamadı. Bu nedenle K.Y.B’nin durumu bugün rolanti hızıyla da olsa devam ediyor. Ben hâlâ üyesiyim. Fakat eski aktifliğini kaybettiğinden bazı arkadaşlarla yeni bir oluşum oluşturarak bu defa eskiden gönlümde adı kalmış olan “Trabzon Yazarlar Birliği”ni kurduk. Genel kongresini yaptıktan sonra Trabzon’u tam tekmil temsil edecek ve olanca hızıyla faaliyetlerine başlayacak. Her iki kuruluş da Trabzon Sanatevi’nin bünyesinde faaliyetlerine devam ediyor. Bence ikisi de yaşamalıdır. Her ikisi de Trabzon’a yakıştı çünkü... Bazıları Trabzon’da birkaç yazar kuruluşunu çok görüyor ama Trabzon’da 200’ün üzerinde futbol kulübünün olduğunu ya bilmiyor, ya da görmezlikten geliyorlar. Biz günün şartlarına göre her ikisini kurmakta da haklıydık. Bu gelecekte daha iyi anlaşılacaktır. Trabzon Yazarlar şehridir. 1868’den beri Trabzon’da üç yüz çeşit farklı dergi ve gazete, hatta bülten çıktığı gibi, günümüzde okul dergileri de çıkmaktadır. Yazar ve şâir sayısı ise ölü ve diri üç bin civarındadır. Bu nedenle bu yazar kuruluşlarına başkanlık şöyle dursun, sekreterlik yapmaktan bile çok mutluyum. Darısı yeni yetişen gençlerimizin başına… Bu iki kardeş yazar kuruluşunu üye olarak yaşatsınlar. Onların yarınlardaki nesillerinin de buna ihtiyacı var.
M. Nihat MALKOÇ: Araştırmacı-yazar olmanızın yanında, bir de programcılığınız var. Bugüne kadar birçok televizyon programı yaptınız. Birçok değerli ismi programınıza çağırarak görüşlerini kamuoyuyla paylaşmalarına imkân sağladınız. Biraz da televizyon programcılığı yönünüzü bize anlatır mısınız? Hangi televizyonlarda, hangi programları yaptınız? Hangi önemli isimleri programlarınıza çağırdınız?
Mustafa YAZICI: TV programlarıma gelince bu da başlı başına çok önemli olay... Benim için ayrı bir okul ve ekol… TRT Trabzon Bölge Radyosu kurulduğu zaman binası Maraş Caddesinde, bugünkü Zorlu Grand Otel’in karşısında idi. Beni orada konuk edip konuşturmuşlardı. Daha sonra Söğütlü’ye taşınınca orada da birçok kere konuk edildim. TRT Trabzon Radyosu’ndan sonra yerel radyolar kuruldu. İlk kurulan radyo Genç Radyo idi. Orada bana Ramazan’da bir ay Ramazan programı yaptırdılar. İlk konuştuğumuz televizyon ise Ortahisar’da Valilik karşısındaki pasajda kurulan Gökkuşağı Televizyonu idi. Sahibi Ali Öztürk, Müdüresi Avukat Ayşe Sula Hanımefendi idi. İşte Trabzon tarihinde ilk defa Trabzon Evliyalarını(Manevi Dinamikleri ) on bölüm halinde ben hazırlayıp sunmuştum. Çok büyük uyanış, ses ve yankı meydana getirdi. Sonradan o programlar kitap oldu. Gök Kuşağı sonradan Mehmet Ali Yılmaz Bey tarafından satın alındı; Zigana oldu. Onda “Yazıcı ile Sohbet” programları yaptım. Sonra Kuzey TV kuruldu. Uzun seneler onda program yaptım. Murat Yüksel Bey de onda senelerce beş yüz civarında edebiyat programları yapmıştı. Ona da selâm olsun. Sonra Akça TV kuruldu. Onda da on bölümlük “Sargana Kahramanları”nı hazırlayıp sundum. O da sonradan kitap oldu. Akça TV de sonradan Trabzon Ortahisar’a taşındı. Avukat İbrahim Keskin tarafından satın alındı. Sonra devredildi. Bugünkü adı Kanal Mavi’ dir. Kadırga ve Mesaj Tv’lerde de ikişer sene program hazırlayıp sundum. Trabzon’un tarih, kültür ve sanat değerlerinden ne varsa oralarda onları duyurdum. Onlarda kitaplara geçti. Umarım Televizyoncular ve Radyocular o kaset ve CD’leri saklıyorlardır. Bu televizyonlarda Trabzon’un valilerini, belediye başkanlarını, kültür ve turizm müdürlerini, yazarlarını, şâirlerini, milletvekillerini ve sanat adamlarını konuk ettim. Son otuz senede bu sayede Trabzon oturduğu yerden ayağa kalkarak istikbale doğru koşmaya başlamıştır. Çokları merak ediyor. Bütün bunları tamamen meccanen yaptım. Kendimi Trabzon’a adadım. Hayatımda zaten Trabzon Bâb-ı Âlîsinde bana sadece ikram olarak tek Taka gazetesi para verdi. Bir milyarlık bir reklam ile, iki milyarlık çek... Bunları Trabzon Bâb-ı Âlîsi kitabımda da kayda geçtim. Kaçar göçerimiz yok. Bu davamda da hep samimi oldum. Trabzon Bâb-ı Âlî’si henüz ya emeğin hakkını vermeyi öğrenmedi; ya da züğürt durumda... Herkes aynı merkezlerden reklam alıyor. Basın yayın vasıtaları ilde çok... Belki de imkânları bu kadar. Onu da elli senedir sır olarak saklıyorlar. Her neyse, biz işimize bakıyoruz. Fakat bizim gibi üniversite hocalığı maaşı olmayanlar ne yapıyor? Onun için meraktayım. Zaten Anadolu basını bu çıkışı yapamadığı için dardadır. Ulusal basında ayda milyarlarca maaş alanlar çok... Anadolu’dan İstanbul’a her giden güçlendi. Nedir bu anlayamadık. Bu soruna resmen el atılması lâzımdır. İlânların kesilmediği dönemde de durum bu idi.
M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri Trabzon’un yanı başındaki Akyazı’da oturuyorsunuz. Tabir caizse Akyazı’dan Trabzon’un kültürünün, sanatının ve edebiyatının nabzını tutuyorsunuz. Trabzon’a bir anlamda kuşbakışı bakıyorsunuz. Fakat merkezde oturmadığınız için bazı etkinliklere katılamıyorsunuz. Araştırmacı-yazar, bir kültür adamı olarak şehre gidip gelmek zor olmuyor mu? Trabzon’a taşınmayı düşünmediniz mi? Akyazı’dan Trabzon nasıl görülüyor? Sizi Akyazı’ya bağlayan nedir?
Mustafa YAZICI: Evet, Akyazı’da oturuyorum. Ve Trabzon’a kuş bakışı bakıyorum. Bu çok doğru... Akşamları olan kültür-sanat etkinliklerine katılamayışım da doğru... Zira, bir kültür adamı için hem köylü hem şehirli olmak çok zor... İkisini birden olamazsınız. Köy çocuğu olarak bugüne kadar yolsuz, ışıksız, okulsuz, camisiz, vasıtasız devirlerde neler çektik neler... Şimdi yine arabamız yok. Her şeyimizi çocuklarımıza aktardık. Yunus gibi “Ballar balını bulduk. Kovanım yağma olsun” diyorum. Halk halk diyenlerden bugüne kadar kapımı çalan olmadı. Biz artık “Hak, Hak” diyerek yaşayabiliyoruz. Trabzon’a, Akyazı’ya ve Akçaabat’a bir Mustafa YAZICI bir daha gelmeyecek ama öbür dünyadaki Mustafa YAZICI’nın mutlu olması gerekli... Dünyada rahatlık yok. Peygamberimizin hadis-i şerifidir. Bir de bu köylü-şehirli ikileminden çekiyoruz. Akyazı, Trabzon’un coğrafi olarak en büyük beldesi... Hem de balkonu... İstanbul Boğazında öyle manzara yok. Gidip gelmek zor olsa da, ben tabii hayatın tabiatta olduğuna şahit olduğum için katlanıyorum. Hayatta hiç kirada durmadım. Sadece Bolu’da durdum. Şimdi ana-baba mülkünde, fakat kendi hanemde meskunum. Kuşlarla, çiçeklerle, temiz hava ile, sağlıkla olabilmek için şehre taşınmayı hiç düşünmedim. Ben denize de düşkünüm. Akyazı projesi denizimizi yok ettiyse de bugüne denizle geldim. Eskiden hayvanlarımızın bile yıkandığı denizde şimdi yeni nesillerimiz yüzmeyi bilmez oldu. Havuzlara gitmeye başladı eski Bahriyelilerin çocukları. Asıl bunlar bizim için zor... Bu nedenle bugüne kadar halkı Hakk’a kavuşturmak için elimden geleni yaptım ama kendi düşenler de ağlamazlar. Rantçılık her tarafı kaplamış. Vatanı ve bizi düşünen mi var?Yazarlara kredi hakkı bile yok. Siz Akyazı’dan gelip gitme zorluğunu düşünüyorsunuz.
Beni Akyazı’ya bağlayan: şimdiye kadar oraya döktüğüm terlerim, çocukluk hâtıralarım, ana-baba mezarlarım, Akyazı’nın güzelliği, Akyazılıların hoş sohbet oluşu... “Akyazı’m” adlı şiir kitabımla “Akyazı Tarihi” adlı 670 sayfalık kitabımı okuyanlar bunları çok iyi anlarlar. Soçi’deki Ruslar ve Trabzon’daki Rus konsoloslarından biri okudu da Trabzon Haber Gazetesi sahibi Nevzat YILMAZ ve Akyazılı iş adamı Mehmet ÖZER Beylere “Yahu şu Akyazı niredir? Hadi oraya gidek” dediler. Buraya 1992’li yıllarda Trabzon Valisi Kemal ESENSOY’u, sonra Vali Alaaddin YÜSEL’i ilk defa ben getirdim. Yol, belediye, kooperatif, sağlık ocağı, kütüphane ve uyanışı ben getirdim de Akyazı Akyazı oldu. Helâl olsun. Çünkü Akyazı da beni bugünlere getirdi. Sadece art niyetlilerden bîzârım. Bilen biliyor. Hürriyet Gazetesinde bile bu gelişme yayınlandı. Fakat bu bilgiler sayenizde “TRABZON HİZMET GAZETESİ”nde duyulunca büyük hizmet olacak. Bütün kalkınma bekleyen köyler için örnek olacak. Zira, Akyazı bütün civar komşularını geçti. İstikbali çok parlak. 1990’da yerin dönümü(1000 m2’si)sadece bir milyoncuk iken bugün tam 400 milyar oldu. Bütün bunlar kalemle ve de devlet-halk işbirliği ile oldu. Ben payıma düşen sevap ve vebâlden sorumluyum.Herkes de kendine düşene baksın. Hava atmaya gerek yok. İcraat önemlidir.
M. Nihat MALKOÇ: Bundan uzun bir süre evvel köyünüzü ziyaret etmiş, misafiriniz olmuştum. Cennetten bir köşe tabir edebileceğimiz köyünüzü çok beğenmiştim. Bence burada yaşamak insanın şair olması için iyi bir sebep teşkil eder. Bu arada müstakil bir bölümde hizmet veren zengin kütüphanenize de hayran kalmıştım. Devletin kurduğu kütüphanelerin dışında, bu kadar kitabı ilk kez sizin kitaplığınızda bir arada görmüş, doğrusu size gıpta etmiştim. Ondan sonra ben de müstakil bir kişisel kütüphane kurmak için kolları sıvamıştım. Diyeceğim o ki bu zengin kütüphanenizi bırakabileceğiniz mürekkep yalamış, okumaya yazmaya meraklı evlatlarınız var mı? Yoksa siz de bir kısım yazarlar gibi kütüphanenizi bir kuruma bağışlamayı düşünüyor musunuz?
Mustafa YAZICI: Mustafa Yazıcı ayaklı, canlı kütüphane demektir. Kütüphanem yok olunca ben de yokum. Ne yazık ki onu bırakacak mirasçılarım yok. Çünkü kütüphane mirasına talip olan mirasçıların olması için kütüphane zekâsı olması lâzımdır. Mirasçılarımın zekâları mekânik veya iş zekâsıdır. Benim zekâm çok yönlüdür. Sosyal ve kültürel zekâdır. Mantık böyle der. Bu nedenle kütüphanem ne olacak diye kara kara düşünüyorum. Yeni bir yer yapıp da orayı bütün hâtıralarla Akyazı’da bırakabilirsem veya Trabzon İmam-Hatip Lisesine veya KTÜ’ye veya Akyazı beldesine bağışlayabilirsem, sağlığımda bunu başara bilirsem gözüm açık gitmem. Şimdi beş profesör beş senede tasnifini yapamaz durumdadır. Zamanım yok. Basılacak çok çalışmam var. Ömür verdim. Trabzon’un eski hudutları olan Kastamonu’dan Batum’a kadar bölge tarih ve kültürünün hafızı oldum. Çok da yeni arkadaş yazar yetiştirdik amma hepsinin imkânları zayıf... Benim üç kütüphanem vardı. Eve sığdıramadım. Birini sattım, birini Akyazı’ya bağışladım, biri de şimdi âcilen bana kalanlar ve şimdi konuştuğumuz... Ne olacak bilmiyorum. Bu sorduğun soruyu Isparta’da Murat Yüksel Bey’e sordum. “Gel bir yere verelim bunları da yazarlıktan da vazgeçelim. Yaptığımız yeter” deyince öyle bir gözleri doldu ki ikimiz de kafa kafaya verip ağlaştık. Kim biliyor? Yazarların derdinden anlayan Kültür Bakanlığı var mı? Trabzon’da otuz kütüphanenin 15’ini belediyelere devrettiler. Onlar da almadı. Akyazı’daki de öyle... Daha muamelesi olmadı. Ne kitabından, kütüphanesinden ve yazarından bahsediyorsun? İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark kitap, kütüphane ve kafa farkıdır. Türkiye’de hep mide... Ye oğlum ye... Göbeklere bak. Yalan mı? Kafa nerde? Kitap nerde? Bu sözlerimden dolayı isterse beni hapse atsınlar. Cennet olur bana... Zira ilk emir farz olan “OKU”dur. YAZ” kısmı da içindedir. Zira yazılanlar okunur, okunanlar yazılır. Aksi halde öksüz, köksüz, hatta sözlüksüz kalırız. Okumaz yazmazlara döneriz. Bilgi toplumculuğu, kitap toplumculuğu ile olur. İnternet, kitabın yerini tutmaz. İnternet robotçuluktur. Kütüphaneler milletlerin hafızalarıdır. Kütüphanesizler hafızasız, sadece kafatasıyla yaşar durumdadır. Disketi boş internet gibi kalır. Antensiz veya ceryanı kesilmiş televizyon gibi kalanlar da var. Ben Akyazı’daki kütüphanemle bu cehaleti de önledim. Şimdi çocuklara annesi “evlâdım nerde idin? Nereden geliyorsun?” deyince “Kütüphanenin yanındaydım” diyorlar. Fikir yerleşti amma “Kütüphanenin içindeydim” diyecekleri günü bekliyoruz. Bir de eski Osmanlı kütüphane ve arşivlerine bakınız. ABD, AB, Rusya ve Çin bile gelip onlardan ders alıyor. Asıl fark budur.
M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri “taşra” tabir edebileceğimiz, Trabzon’da, hatta Trabzon’un da taşrası olan Akyazı’da yaşıyorsunuz? Taşrada yazar olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir? Şayet İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşasaydınız farklı bir konumda mı olurdunuz? Taşrada yazar olmak nasıl bir duygu?
Mustafa YAZICI: Akyazı taşra değildir amma henüz inşaat halinde olduğundan taşra sayılır. Elbet orada yazar olmamın avantaj ve dezavantajları var. Avantajı yazar için ilham alacak çok konu var. Dezavantaj olarak en önemlisi gazete gelmez. Gazete bile okuyamazsınız. O düzen yok. Yüksek tahsillisi az... Eskiden tarım beldesi idi. 300 kişilik ilköğretim okulu var, o kadar... Tarım ve hayvancılığını da kaybetti. Toprakları arsa oldu. Birçoğu satıldı. Daha çok dara girdi. Yazarlık öğretmenlikten sonra gelir. Hemen yazar olunmaz. Ben o aşamaları geçtim. Şimdi sıra Akyazılılarda. Ben dezavantaj olarak bir örnek vereyim. Vali Alaaddin Yüksel, Akyazı’ya geldi. Tarihî gün oldu. Akyazı’nın “Fahri Hemşerilik Beratını” aldı. O zamanlar Karadeniz Yazarlar Birliği’nin başında idim. Halka dedi ki: “Akyazılılar! K.Y.B’den adam var burada. Bir caddeye “Yazarlar Sokak” adını veriniz”. Belediye, bana atfen dediği için geldiler, evimin yanından geçen caddeyi “Yazarlar Sokak” yaptı. Bazı komşular “Yazarlar Sokağı” soyadım olan “Yazıcı Sokak” zannettiler. Şikâyetçi olarak Belediyeye “bizim soyadımızı verin” dediler. Bu bir, ikincisi yıllar sonra 2011’de mahalle muhtarımız Akçaabat Belediye Başkanı Sn. Şefik Türkmen’den bu sokağa bir durak istedi. Başkan da Muhtara: “Ben bir törende Vali Alâaddin Yüksel’in o sokağa ’Yazarlar Sokak’ adını verdiğine şâhit oldum. Durağa ’Yazarlar Sokak Durağı’ yazalım” dedi. Ben demedim. Muhtarın isteğine böyle cevap verdi. Muhtar da sevinerek kabul etti. Fakat durak yerine konulunca birileri onu devirdi. Halâ fotoğrafları bendedir. Sonra tekrar yerine betonlandı. Trabzonsporlu Hami Mandıralı’nın eşi Akyazı’daki mahallemize gelip görünce “Helâl olsun. Burada ne kadar aydın insanlar var. Demek yazarları da var” dedi. Duraktaki yazıya zor alıştılar. Böyle şeyler de yazarların başına geliyor. Afrika’ya ilk tren giderken böyle şeyler olmuştu. Trenin filmini izleyenler bile bizi ezecek zannedip kaçışmışlardı. Cehalet o kadar kötüdür. İşte biz kitapla yazarlıkla bunu yıktık. Sadece öğretmenlik de yetmez. Aileler ilmen mükemmel olmalıdır. Fakat benim sabrım taş çatlatır. Şimdi Akyazı’da yüksek tahsilliler dahi çoğaldı. Ne büyük mutluluk... Taşrada yazarlık zor... Anadolu, basının zayıflığından bellidir. Olimpiyat ilim öğrencileri taşradan çıkmaz. Çok kültürlü yerlerden çıkar. Taşrada havanda su döversiniz, ya da patinaj yaparsınız. İlerleyemez ve yükselemezsiniz. Bunlar da farklıdır. Camide mihrap var. İmam ilerde. Kürsü ve minber var. Yüksekte. Bulunduğunuz yerde halkı yüksekten seyretseniz de onları da yükseğe çıkaracaksınız. Bir mahallede tek zengin olursa fakirler onu rahatsız ettiği gibi bir mahallede tek âlim olursa halk onu da rahatsız eder. Bu nedenle okuyan-yazan çoğalmalıdır. İstanbul’da olsaydım uluslararası olacaktım. Çünkü öyle birikimim var, ilim yolunda o kadar çalıştım ki Washington’da, Paris’te, Pekin’de, Moskova’da, Mekke ve Medine’de, İstanbul’da konuşabilecek bilgi gücüm var. Fakat bütün dezavantajlara rağmen adımızı İngilizce dünyanın en büyük kitap fuarına Frankfurt’a ve İstanbul’a yazdırdık.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’u birçok yönüyle “İkinci İstanbul” olarak niteliyorsunuz. Onun için de Trabzon basınını anlattığınız kapsamlı eserinize “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adını verdiniz. Trabzon niçin “İkinci İstanbul” dur. “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adlı eserinizden de yola çıkarak biraz da Trabzon’un basın yayın geçmişi hakkında bilgi verir misiniz?
Mustafa YAZICI: Trabzon’u ben ikinci İstanbul saymadım. Ansiklopedilerde(meselâ Milliyet Ansiklopedisinde) öyle yazıyor. Trabzon M.Ö. 2000’li yıllarda Turanî Trab’lar tarafından kurulduğuna ve İstanbul ise M.S. 330’lu yıllarda önce Truva’da sonra Boğazda şehirleştiğine göre Trabzon 1. İstanbul’dur. 17. yüzyıla kadar başbaşa geldiler. 17. yüzyıldan sonra Kastamonu’dan Batum’a kadar olan hudutlarını da kaybeden Trabzon 1 milyon 200 bin nüfustan bugün 300 bin merkez nüfusuna düştü. Çevre ilçe, köy ve beldeleriyle bile 756 bin nüfusa düştü. Halbuki ayrıca M.Ö. “Küçük Asya” denilen Anadolu’nun başkenti idi. M.S. Doğu ve Orta Karadeniz’in merkezi idi. Bu şanslarını iyi kullanamadı. Ben eski tarihî konumuna sahip çıkarak böyle dedim. Çoğu Trabzonlular tarihinden habersiz... Hatırlatmak istedim. Yabancıların Trabzon’a hâlâ devam eden itibarı da bundandır.
M. Nihat MALKOÇ: Bir kitabınıza Trabzon için “Kışın Bile Gül Açan Şehir” adını koymuşsunuz. Fakat bugünkü geldiğimiz noktada bırakın kışı, yazın da gül açmıyor bu şehirde. Nerede kaldı “Kışın Bile Gül Açan Şehir” olan Trabzon?... Bu noktada Trabzon’un dünüyle bugününü mukayese edebilir misiniz?
Mustafa YAZICI: Trabzon dünyada -rutubeti nedeniyle- kışın dahi gül açan tek şehirdir. Yaz kış Trabzon’da gül vardır. On iki çeşit gülü vardır. Isparta bir çeşit gülü değerlendirir. Trabzonlular 12 çeşit gülü es geçerler. Dava olarak sahip çıkmazlar. Evliya Çelebi 1640 kışında Trabzon’a gelince Trabzon’da gülleri açmış gördü. O sözü o söyledi. Ben de kitabıma ad yaptım. Yavuz’un anasının Hatuniye Mahallesi gül bahçesi imiş. Sonradan mezarlık olmuş. ’Önce adı Ayşe Sultan iken bu gül yetiştiriciliği nedeniyle adı Gülbahar olmuş’ diye de bir rivayet var. Zira Osmanlılarda ’Gülbahar’ adlı kadınlar çok amma Trabzon Kadın Dernekleri 36 Vakfın başkanı dünyaca meşhur bu Trabzon kadını ve padişah anasını da tanımıyorlar. Trabzon gülleri kimin umurunda? Böyle Trabzonluluk olmaz. Eski Trabzon beyefendileri ve bayanları İstanbul beyefendilerinden ve hanım efendilerinden daha medenî idiler. Ya şimdi?Maganda doldu ortalık. “Gül Adamlar” ve “Gül Bayanlar” yetiştirenler nerede? Ben asıl onları arıyorum. Asıl onlara Trabzonlu diyorum. Bu sualinde haklısın. Eski Trabzon’dan sadece alnında “Allah” adı yazılı, hilâlli evlerle gül bahçeli Akçaabat Orta Mahalle evleri kaldı. Güllerin gözyaşları da Balıkların Gözyaşları gibi kurudu gitti. Trabzon’un dünüyle bugününü daha karşılaştırmayalım. Dünü mutluluk, bugünü ıstırap veriyor bana. Kalelerimiz denizle kucaklaşamıyor, bahçelerimiz güllerle, insanımız güzelliklerle...
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’a demiryolunun gelmesi için yıllardan beri büyük bir gayret içerisindesiniz. Bununla ilgili bir de kitap kaleme aldınız. Tren yolu Trabzon için sizce niçin bu kadar önemli? Kara tren gelince Trabzon’un kara talihi düzelecek mi?
Mustafa YAZICI: Tren yolu Trabzon için çok önemli... Çünkü Trabzon’un tren ve demiryolu davası 200 senelik bir olay. Kaç defa parası çıkmış ve yenmiş. Hep savaşlara kusur bulunuyor. Yapılan yerlere nasıl yapılmış? Oralarda savaş olmadı mı? Osmanlı treni şöyle dursun, Cumhuriyet Treni bile Atatürk’ün vasiyetini rağmen, tarihî Trabzon nutkuna rağmen Trabzon’a hâlâ gelmemiş. Denizinde bile gemi yok. Hep yabancı gemiler... Bu nasıl Trabzon ve Trabzonluluk... Trabzon’a gelen turistlere Avrupa’da soruyorlar ülkelerine dönünce: “Trabzon’u nasıl buldunuz?” Cevap: “Çok güzel de tren garına gidemedik ve göremedik..” Yani dünya, Trabzon’da tren var biliyor. Ben Tren kitabı yazmayayım da kimler yazsın? Tren gelirse elbet Trabzon’un kara talihi aydınlanır. Tıpkı gemi gelirse Karadeniz’in karalığının yok olması gibi. Bu karalık Karadeniz’in karalığı gibidir. Aslında Karadeniz kara değildir. Bazen lacivert, bazen de mordur. Onu birileri karartmaktadır. İngiltere’de 800 metre yer altında şehirler var. Yer altından trenler gidiyor. Amma talihi kara değil... Tren yolu gerçekten vaktiyle Roma’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Trabzon’a,Trabzon’dan Çin’e giden İpekyolu’nun adıdır. Fâtih niye İstanbul ve Trabzon’u aldı?” diyerek batılılar İpekyolunu iptal ettiler. Gidip Baharat ve Süveyş kanalı yolunu açtılar. Çin’e öyle gittiler. Trabzon’u bilerek iflas ettirdiler. Tarihî gerçek bu... Trabzonlu Kanunî, Trabzon çocuğu olarak hükümdar olunca onlara Trabzon için bile kapitülasyonlar verdi ki Trabzon battala vurmasın diye... Kapitülasyonları aldılar. Yine Trabzon’dan geçmediler. Trabzon kalleşliğe uğradı. Trabzonlular asıl bunları öğrensinler. Batılıların İzmit’te araba fabrikaları var. Trabzon sahil yoluna para verdiler. Demiryoluna vermiyorlar. Trabzon kalkınır diye... Atatürk buna bir çare düşündü. Demiryolu İpekyolunun yerini alırsa Trabzon yine kalkınır. İşte ben Atatürk’ün ve Osmanlı’nın bu görüşündeyim. Bu konuyu ilk olarak TBMM’ye gidip belgeleri oradan alıp kitaplaştıran, duyuran benim... Israrım yeniden dünyaca meşhur, kalkınmış büyükşehir Trabzon içindir. Ayrıntıya girmiyorum. Belgeleri elimizdedir. Şimdi iş nedense Erzincan tarafına, tersine döndü. Halbuki Samsun-Trabzon-Erzurum güzergahından Pekin’e gidecekti. İnşallah bu uyanış gerçekleşir. Atatürk’ün de ruhu şâd olur.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’da ve tüm Türkiye’de hızlı ve kararlı bir biçimde devam etmekte olan Kentsel Dönüşüm gayretlerini nasıl buluyorsunuz? Bence şehrin tarihi kökleriyle uyumsuz olan bu yeni yapılaşma çalışmalarına siz nasıl bakıyorsunuz?
Mustafa YAZICI: Çok güzel bir sual daha sordun. Bravo… Kentsel dönüşüm gayretleri güzel amma her konuda uygulanmıyor. Trabzon mimarî olarak da şehircilik olarak da Trabzonluluktan çıktı. Hilkat garibesi hâline döndü. Turistler geliyor, kılavuz kitaplarındaki Trabzon’u arıyorlar. Uçaktan, otogardan ve limandan Değirmendere’ye boşalıyor ki ne görsünler. Mezbelelik... Hurdalık bir Değirmendere var. Deniz sahilleri yok. Eski Trabzon evleri yok. Henüz Sümela’ya, Ayasofya’ya, Atatürk Köşküne, yaylalara gitmediler. “Yahu acaba yanlış mı geldik?” diyorlar. Trabzon’un yer altı şehirlerini, geçitlerini ve kapılarını ışıklandırıp turizme açmadılar. Zağnos vadisinde otogar yapılıyor. Hem de dört katlı... Belki ihtiyaç ama... Kentsel dönüşüm bu mu? Ayasofya’nın etrafını ne güzel açtılar. Fakat Türkiye’nin en büyük üçüncü Cumhuriyet devri camisi Bahçecik Mehmet Âkif Ersoy Camii’nin önü TOKİ evleri yapılarak kesildi. Kral sarayı çevresi açıldı. Asıl Trabzon çirkinleşti. Kentsel dönüşüm bu mu? Eski Çömlekçi nerde?
Trabzon Belediyesi yıllar önce kentsel dönüşüm için bir yarışma açtı. “2000’li Yıllarda Nasıl Bir Trabzon?” konulu... Yarışmayı ben kazandım. Para ödülü 24 Şubat Trabzon’un kurutuluşu törenlerinde Belediye Başkanı Âsım AYKAN tarafından Meydan’da Belediyenin önünde, halkın huzurunda verildi bana. Tezim şu idi: “Değirmendere hurdalığı kalkacak. Madem üç yolu, limanı burada. Burası yeşil alan olacak. Trabzon’a gelenlere Newyork tipi gökdelen yapılacak. Araziden kazanılacak. Boztepe’nin limana, otogara ve Havaalanına bakan cephesi Cennetleştirecek. Turistler buradan her tarafa kolay dağılacak. Trabzon dünyaya da bu üç kapıdan açıldığına göre ilk proje burada uygulanacak. Sonra Trabzon’un diğer semtlerinde. Fakat Değirmendere çukur olduğu için Trabzon’a uygun gökdelen olsun, yüksek yerlerde ise Akçaabat evleri gibi yeni gülistanlı projeler uygulansın. Trabzon’un bütün evlerine bir kat daha verilip çatı katı olsun. İsviçre gibi tek tip çatı gelsin. Fakat Trabzon evleri olsun, hepsi boyansın. Hem Belediye ve hem de halk kazansın. Bu çirkinlikler de yok olsun diye. Fakat lafta kaldı. Asım Bey kazanamadı. Şimdi Çömlekçi projesi geldi. Güzel amma bu Değirmendere projesi olmalı. Sadece Çömlekçi yetersizdir. Şimdi kararınızı siz veriniz. Kentsel dönüşüm nedir ve nasıl olsun diye…
M. Nihat MALKOÇ: Öğretmen kökenli bir yazarsınız Bir öğretmen emeklisisiniz. Emekliliğinizi nasıl bir hayat sürerek geçiriyorsunuz. “Keşke biraz daha çalışsaydım…” dediğiniz oluyor mu? Öğretmenlik yıllarını özlüyor musunuz? Emeklilik insanı yalnızlaştırıyor mu? Ne dersiniz?
Mustafa YAZICI: Bana emeklilik yoktur. Emekli olduktan sonra daha çok eser verdim. Türkiye Emekliler Derneği Trabzon Şubesine üye oldum. Trabzon’da 130 bin emekli var. 6.500’ü bu derneğe kayıtlı. Türkiye’de ise bir milyon üyesi var. Çok değerli insanlar var içinde. Onlarla sohbet ediyoruz. Şimdiye kadar Emekli Sandığı’na takılmamız hiç işe yaramadı. Fakat bu dernek çok güzel hizmet veriyor. Her emekliye tavsiye ediyorum. Fakat partizanlığa hiç tenezzül etmesinler. Fâniyiz. Devamlı memurluğun da sonu yok amma “Keşke biraz daha çalışsaydım” dediğim oluyor. Zira insana para asıl emekli olunca lâzım oluyor. Bize bunu öğretmediler. Zannediyorduk ki emir altından kurtulunca ve bugün sekizde işe marş marş koşuşturmayınca rahat edeceğiz. Hiç alâkası yok. Türkiye’de ikinci ek işe para yok. Hatta maaşından kesinti yapılır. Yani emeklilik canlı gömülmektir. Biz kitaplarla teselli oluyoruz. Hatta KTÜ’de beş sene daha çalışma hakkım doğdu yeni YÖK yasasına göre. Bu nedenle yeniden müracaat ettim. Bilmem olur mu? Faydalı olacağıma, birikimlerimi gençlere aktararak onları başarılı kılacağıma inanıyorum. Öğretmenliği çok özlüyorum. Emeklilik insanı yaldızlaştırmaz, dışlar... Ben 29 sene 18 okulda çalıştım, 50 bin öğrenci yetiştirdim, kolay mı unutmak... Öğrenciler kafamda hâlâ gürültülü koşuşuyor. Gönlümde okuyor ve yazıyorlar. Hele yazarlığın hiç emekliliği yoktur. Emekliyken bile gece yataktan fırlayıp kaleme, kağıda sarılırsın. Yazarlar hiç emekli olmazlar. Emeklileri de gençleştirirler.
M. Nihat MALKOÇ: Bence bugüne kadar Trabzon için çok kıymetli eserler kaleme almış bir araştırmacı yazarsınız. Bu şehrin yitik değerlerini bulup ortaya çıkarıyorsunuz. Fakat kitaplarınız beklenen ilgiyi görmüyor. Bu kadar eser veren bir yazarın el üstünde tutulması gerekir. Fakat beklenen ilgiyi ve değeri görmediğiniz kanısındayım. Bu sizi yazma konusunda ümitsizliğe düşürmüyor mu? Niçin görmezden geliniyorsunuz? Hak ettiğiniz ve layık olduğunuz değeri niçin görmüyorsunuz?
Mustafa YAZICI: Bu kadar eseri yazmakla Allah yoluna hizmet ediyoruz. O takdir etsin yeter. Kullar takdir etsin diye beklerseniz çok beklersiniz. İş işten de geçebilir. Sultan Abdulhamit Han da Türkiye’yi yıkmaya çalışanlara öyle dedi. Türkiye bilgi toplumu ülkesi değil ki şimdi... İnşaat ve Rant ülkesi... Dolar ve Yuro ülkesi... Tarih ve kültüründen uzaklaşanlar âlimleri takdir ederler mi? Hâlâ Tanzimatçılık var. Fakat yıkıcılığın tazminatını ödeyenler yok... Buna rağmen takdir edenler -çıkarları için de olsa- ediyorlar. Trabzon’dan ünümüz Frankfurt Kitap Fuarına kadar gitti. Bize yetmez mi? Üniversite hocalığından da emekli olduk. Lâkin hak yerini bulmuyor. Bunda siz haklısınız. Amma ben yılmam. Sabrım taş çatlatır. Allah’tan başka hiçbir kimseden ve şeyden de korkmam. Allah sabredenlerle beraberdir. İleride daha büyük başarılar kazanacağız. Hiçbir peygamber bile kendi şehrinde Peygamber olamamıştır. Bunu da unutmayınız. Yolcu yolunda gerek... Eğer Türkiye eskisi gibi ilim ülkesi olsaydı eski devirlerdeki gibi kese altınla taltif edilirdik. Şimdi ise okuyacağımız kitabın parasını çoluk çocuk rızkını keserek alıyoruz. Üstelik ilim-kültür ve sanat dünyasında bile birbirini çekemeyenler çok. Köyde tarladaki gibi SİNÖR davası yapanlar var. Fakat hep onlar kaybediyorlar..
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla Yazıcı Yayınlarını kurdunuz. Bununla ilgili bir de site açtınız. Fakat bu, sanırım resmiyette, kağıt üzerinde kalmış bir çalışma... Çünkü kitaplarınızın yeni baskıları yapılmıyor. Bu nasıl bir yayınevi, bu nasıl bir yayıncılık anlayışı? Kitap yayımlamayan bir yayınevi olur mu? Ne dersiniz?
Mustafa YAZICI: Yazıcı Yayınları ve sitesi kağıt üzerinde değil. Kitapların yeni baskıları olmasa da olanları var. Bu yayınevi ve yayıncılık anlayışı baskı için değil, duyuru içindir. Ne güzel bu farkı fark ettiniz. Kutlarım. Bu kitap yayınlamayan kitap evi değil. Yayınlayanları tanıtan ve dağıtan kitap evidir. Siz de açıp bakınız. Çok kısa zaman oldu kurulalı. Tıklayanların sayısı 24 bin oldu. Dünyanın ve yurdun dört bir yanından kitap isteyenlere kitap gönderdim. Masrafları da onlara ait... İnterneti biz böyle hayırlı işler için, yani okuyucuları arttırmak için çalıştırıyoruz. Ayrıca bu benim hayalim... Dükkân açacak param olsaydı dev bir müessse kurup eserlerimizi bizzat burada imzalayıp dağıtırdık. “OKU” emrine asıl hizmet budur.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa paylaşır mısınız?
Mustafa YAZICI: Unutmadığım ve sizinle paylaşmak istediğim çok hâtıram var. Sadece bir tanesi bile yeter de artar bile... Bir gün Trabzon Endüstri Meslek Lisesi’nden Din dersinden imtihan yapıyorum. Soruları sordum. Öğrencinin biri aniden ve gür bir sesle “Hocam, 10. soruyu kafadan mı yazacağız?” dedi. Ben de espiri olarak “ ötekileri ayaktan mı yazdın?” dedim. Sınıf gülmekten imtihanı bile unuttu. Böyle çok örnekler var. Şehir gezilerimde elimizden geçen elli bin öğrenciden çoklarına rastlıyorum. Her biri “Hocam bize böyle dediydin, şöyle dediydin, hiç unutmadık” diyorlar. Halbuki ben unutmuşum. Hatırlattıklarına seviniyorum. Siz de hatırlattınız, teşekkürler...
M. Nihat MALKOÇ: Mustafa Yazıcı’nın bir günü nasıl geçer? Bize rutin bir gününüzü anlatabilir misiniz?
Mustafa YAZICI: Mustafa YAZICI’nın bir günü şöyle geçer: Her sabah daima güneşten önce doğarım. Sabah namazını kılarım. Kahvaltı ve iş vaktine kadar kütüphanemde çalışırım. Sonra jimnastik ve sporumu yaparım. Yay, barfiks ve halterim vardır. Sonra kalkan torunlarımı severim. Dışardaki tavukları ve kedileri yediririm. Çevreyi dolaşırım, bahçeye veya şehre giderim. Yazın denize giderim. Akşamdan buluşma sözü verdiklerimle buluşurum. Valiliğe, Belediyeye, Gazeteciler Cemiyetine, Kitapçılara, Üniversiteye, matbaalara, arkadaşlara(Her gün mutlaka bunlardan birkaçına) uğrar akşamüstü otobüsüyle eve dönerim. Eve elde gidecek bir şey varsa alıp giderim. Evde yine kütüphaneme çıkarım. Radyoyu açıp müzik, TV. açıp haber dinlerken getirdiğim gazete, dergi ve kitapları incelerim. Postaya ve telefonlara bakarım. Yarın için cevap verilecekleri hazırlarım. Tabiiki vakitlerinde namaz, yemek derken tekrar duamı yaparak yarın sabah kalkmak için yatağıma uzanırım. Yorgunsam aletli masaj yapar yorgunluğumu atarım. Uykuya dalarım.
M. Nihat MALKOÇ: Size kendinizi beş cümlede anlatınız deseler, hangi beş cümleyi kurarsınız? Bize kendinizi beş kısa cümlede anlatır mısınız?
Mustafa YAZICI: “İnsanım, müslümanım,Türküm,Trabzonluyum,Yazarım” derim.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’u çok seven ve ömrünü bu şehirde geçiren bir kişisiniz. Sizce Trabzon şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda öncelikle ve özellikle neler yapılmalıdır? Siz yetkili ve etkili bir konumda olsaydınız bu şehir için öncelikle neler yapardınız?
Mustafa YAZICI: Sorunuzu kelimelerinden başlayarak cevaplayayım. Kültür; irfan ve hars demektir. İrfan; tanımak, bilmek, hars; bekçilik yapmak demektir. Sanat, kültürün uygulamasıdır. İmam Cuma günü, Cuma Hutbesinde “Allah ne sanatlar yaptığınızı bilir” ayetini okuyarak hutbeden iner. Edebiyat; edep, fikir, şiir, kompozisyon, yazmak ve okumaktır. Buna göre Trabzon’un kültür-sanat ve edebiyat öncelikleri dinî, millî, tabiî, yöresel, bölgesel, tarihî, manevî, insanî, ilmî, sanatsal ve folklorik değerleridir. Bu alanda özellikle ve öncelikle eski Trabzon şehri ve eski Trabzonlular her yönüyle tanıtılmalıdır. Ben etkili ve yetkili konumda olsam bu şehir için şunları yapardım: a-Trabzon’u ve Trabzonluları tanıtmayı ders olarak okullara koyardım. Meselâ Trabzon Lisesi’nin eski hoca ve öğrencilerinin durumunu kim biliyor? Halbuki fotoğrafları var. Trabzon Lisesi niçin kuruldu?Olay ne idi ki kuruluş kararı alındı. Kim biliyor? Hep Trabzonspor biliniyor? Bizi vaktiyle rektör Aydın Dumanoğlu, Murat Yüksel Bey’le birlikte bunun için KTÜ’ye almıştı. “Derse de girmeyeceksiniz. Hep Trabzon’u anlatacaksınız, tanıtacaksınız herkese” demişti bize. Ben derse girdim amma Murat Bey girmeyip odasında bu işlerle uğraşmıştı. Siz de öyle bizi keşfedip bu röportajı yaptınız. Sağ olunuz. b-Trabzon’un valilerini, evliyalarını, şâirlerini, milletvekillerini, devlet adamlarını, komutanlarını, şehit ve gazilerini, müftülerini, diğer din büyüklerini, mimarî eserlerini, salnâmelerini, yazarlarını, belediye başkanlarını, millî sporcularını, ünlü denizcilerini, mezarlıklarını, eski şehir fotoğraflarını, seyyahlarını, ressamlarını, karikatüristlerini, sanatçılarını, müzisyenlerini, tiyatrocularını, âlimlerini etraflıca ve bütün hizmetleriyle bir bütün olarak tanıtırdım. Değmez mi?
c- Envanterlerini çıkartırdım. Bunun için komisyonlar kurup belli bir süre içinde sonuç alırdım. ç-Trabzon ve Trabzonluların belgesellerini hazırlatır, dünyaya yayardım. d- Turistik tesislerini hizmete koyardım. e- Yabancı konsoloslukların sayısını arttırırdım. f-Demiryolunu gerçekleştirirdim. g-Eski Roma Limanını yeniden açar, turist çekmeye çalışırdım. h-Eski yer altı geçit, kapı ve çarşılarını ışıklandırıp paralı gezdirirdim. İ-Trabzon ticaret çarşılarını gayet güzel belirlerdim .Vakıf ve hanları da turistlere konuk evi haline getirir, döviz sağlardım. j- Trabzon’a büyük bir yeni park kurardım. Denizsiz Denizli’nin parkı Trabzon’un yarısı kadar büyük... k-Ayasofya’yı da ibâdete açardım. Çünkü fetih sembolüdür. l- Trabzon Fetih Kutlamalarını Boztepe arkasındaki Gölçayır’a Fâtih’in otağını kurduğu yere alırdım. m- Trabzon için eser yazanların kitaplarını yayınlardım. Bunun gibi şeyler....Umarım bu örnekler yeterlidir.
M. Nihat MALKOÇ: Mustafa Yazıcı’nın bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?
Mustafa YAZICI: En güzel sorunuz bu olsa gerektir. Çünkü Mustafa YAZICI’nın hayal edip de gerçekleştirme imkânı bulamadığı işleri elbet var. Meselâ; Kur’ân-ı Kerîm çalışmalarım. Kur’ân-ı Kerîm’i yazarlığımın gençlik yıllarında başlayarak 23 senede yazarak hatmettim. Konularının hepsinden haberim vardır. KTÜ’de beş sene Hz. Peygamberin 18 ciltlik Hadis-i Şerîflerini yazarak hatmettim.. 92 kitap yayınladım amma onları kitaplaştıramadan emekli oldum ve de ihtiyarladım. Dört defa da prostat ameliyatı oldum. Bu sürede hep kitapları, öğrencileri ve de okuyucularımı özledim. Hep Trabzonlu Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu’nu okudum. “Hasta Bir Yazarın Hastane Notları” ismi altında kitaplaştırdım. Fakat onları da yayınlayamadım. Dilerim Yüce Allah bunlara şehit ve gazi sevabı verir. İsterdim onları yayınlayayım. Amma olmadı. Herşey nasip... Fırsat bulursam bir de âcilen Hacca gitmek ve orada sakal bırakmak istiyorum. Amma örnek sakal... Her taraftan bir tutam. Sünnet sakal... Çok geç kaldım. Umarım bu haklı hayallerim gerçekleşecektir. Her gün bunlar için duâ ediyorum. Bir de kütüphanem ne olacak? Ona bir çâre bulsam…
M. Nihat MALKOÇ: Değerli Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve de sorularımı içtenlikte cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Mustafa YAZICI: Asıl ben bu 37 sual için, bu söyleşi ve röportaj için size çok çok teşekkürler ediyorum. Yüce Allah ne muradınız varsa versin. Allah var, şerîk yok. Yine söylüyorum. Bu sualler o kadar güzel ki 37 bin olsalardı yine cevaplardım. Bu nedenle yine devam ederiz. Bütün okuyucularımıza cân-ü gönülden selâmlar...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.