- 571 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
BU EŞEĞİN YERİNDE OLMALI
BU EŞEĞİN YERİNDE OLMALI
Sabahtan beri dil döküyordum bizim Demirci Şakir’e. Çok karamsardı. Hiçbir şeyi olumlu tarafından görmüyordu. Ne söylersem söyleyeyim mutlaka bir eksiğini buluyordu.
Bundan yedi yıl önce işe giderken; bir sarhoş sürücü kaldırımda yürüyen hanımını çarpmıştı. Zavallı kadın çok ağır yaralanmıştı. Bir kaç ameliyat olduktan sonra iyileşemedi. Üç hafta yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etti.
Bizim Şakir o günden sonra bir türlü kendisini toparlayamadı. Kendisini bazen içkiye kaptırdı; ya da dine verip camilere gider oldu. Bir türlü durumunu kabul edemedi.
Bu günlerde de arpacık kumrusu gibi derin düşüncelere dalıp, beş saatte bir cümle ile cevap veriyordu. Verdiği cevap da insanın içini karartıyordu.
“Yahu, Şakir, evlensen çok iyi olacak. Yapayalnız bu hayat böyle geçmez” dedim. Dallardaki kuşlardan ses geldi ama yarım saat havaya baktı ve bir kelam etmedi.
Onun bu hali aslında beni de çok sıkıyordu ama hemşerim olduğu için pek yalnız da bırakmıyordum. Ne bileyim; yalnız kalınca, gider intihar filan eder de vicdan azabı çekerim diye düşünüyordum. Ben böyle düşünürken ağzını açtı;
“Farzedelim ben evlendim.”
“İnşallah!”
“Eve gelen kadın, benim rahmetli Şerife’nin oturduğu yere mi oturacak?”
“Yahu Şerife’nin yeri mi kaldı? Şerife öleli yedi seneyi geçti...” der demez atom bombası gibi patladı.
“Yok arkadaş! Olmaz öyle şey! Yedi sene değil, yetmiş sene de geçse; onun hatırasına halel getirmem! Üstüne gül koklamam! Anlıyor musun?” dedi.
Diyecek bir söz bulamadım. Zaten demem de gerekmiyordu. Yedi senedir biz bunları yüzlerce defa konuştuk. Artık Şakir oraya takılmıştı.
İçimden bu iflah olmaz derken parkın Kuzey Kapısından Margaret dört çocuğuyla giriverdi. Bize doğru geliyordu. İyi bir komşumuzdur Margaret Hanım...
Güler yüzlü, biraz safça ama yabancılara karşı önyargısız birisidir. Otuzlu yıllara yaklaşmış bir halde ama dört çocuk annesi. En küçüğü beş, en büyüğü onbir yaşında...
Çocukların arasında bu yaş farkı pek fazla olmamasına rağmen, renk ve görüntü ayrılıkları vardı. Birinci çocuğun babası bir Alman Mühendisiymiş. Adam Brezilya’ya bir gitmiş; gidiş o gidiş ve bir daha dönmemiş. İkinci çocuk simsiyahtı. Bakınca söylemeden babasının Afrikalı olduğu anlaşılıyordu. Üçüncü çocuk babasının Doğu Avrupalı olduğunu duymuştum. Dördüncü çocuk sanırım bizim memleketlinin eseriydi. Margaret’in evi Birleşmiş Milletler gibiydi.
Margaret gelinceye kadar ikimizde sustuk. Gülümseyerek Margaret;
“Ratingen sırtında bir çiftlik varmış. Bu çiftlik sahibi, çeşitli ev hayvanları yetiştiriyormuş. İnsanlar oraya gidip çocuklarına bu hayvanları gösteriyorlarmış.”
“Eeee!”
“Biz oraya gideceğiz, acaba siz de gelir misiniz?” dedi.
Ben de;
“Tabiiki geliriz. Kalk Şakir!” deyip sırtına bir şaplak yapıştırdım.
Daldığı derin hayallerden uyanan Şakir’de düştü yola. Margaret’in peşine takılıp Ratingen’e giden otobüse bindik. Eski askeriyeyi geçer geçmez durakta indik. Tarlaların arasındaki patikadan aşağı yukarı bir kilometreden fazla ormana doğru yürüdük. Margaret’in son çocuğu olan Caner, çiftliğin girişinde devekuşunu görünce hem bağırdı, hem de havaya havaya zıplıyordu.
Çiftliğin girişine geldik. Bizim gibi beş altı aile daha çocuklarını getirmişti. Çiftlik sahibi o aileleri hem gezdiriyor, hem de hayvanlar hakkında bilgi veriyordu.
Bize de rehber olarak genç bir bayan geldi. Hoş beşten sonra hayvanların yaşam alanlarına götürdü. Yavrularıyla oynaşan köpeğin yanına gittik. Saymadım ama bu köpek yavruları bir elin parmaklarından fazlaydı.
Çok güzel genç bir bayan olan rehberimiz yavrunun birisini aldı. Sırtını ve boynunu sığazladı. Sevilmekten hoşlanmış olan köpek eniğinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bizim Şakir’in gözleri fal taşı gibi açıldı.
Köpek ailesinin yanından sevecen bir duyguyla ayrılıp domuzların bulunduğu bölüme geçtik. Şakir ile ben burnumuzu tıkayarak kıvrımlı kuyruklarını izlediğimiz domuz yavruları bize, acayip ses çıkararak bakıyorlardı. Çocuklar pembe renkli bu ev domuz yavrularına dokunmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Rehberimiz olan sarışın güzel kız, yavrulardan birisini babası Afrikalı olan çocuğun kucağına verdi. Küçük çocuk elleri yavru domuzun üstünde dolaşıyordu.
Atları, midilli katırını, inek ve deve kuşu derken eşek ve sıpasının yanına geldik. Bizim Şakir, artık üzüntü deryasından çıkmıştı. Yüzüne gülücükler geldi. Çiftlik ziyaretimiz ona bir nevi tedavi gibi geldi. Artık Margaret ile Almancanın gözüne gözüne vurarak sohbet ediyorlardı.
Çocuklar eşek sıpasını görünce hepsi birden kırk yıllık dostlarını görmüş gibi çevresini çevirdiler. Kimisi kuşağını avuçluyordu, hatta bizim Caner’de minicik kuyruğundan çekiştiriyordu.
Sıpanın acı acı ses çıkarması üzerine annesi öfkeli anırarak çocukların üzerine doğru geldi. Çocuklar biraz çekindiler. Hemen Margaret eşeğin yanına geldi. Boynuna sarıldı. Yüzünü okşadı. Eşek sakinleşti.
“Eşek kardeş, kızma benim yavrularıma! Onlar, senin sıpanı çok sevdiler.” dedi.
Sanki eşek Margaret’in bütün dediklerini anlamış gibi başını sağa sola salladı. Durumdan memnun olan Margaret;
“Canım benim, yerim seni ben! Ne tatlı şeysin sen!” dedi.
Ardından da pembe rujla boyadığı dudaklarını eşeğin burnuna, yüzüne, gözlerinin arasına bastırdı, öptü.
Bu durumu gören Şakir, şaşkına döndü. Ardından da;
“Yahu, bu eşeğin yerinde olmayı çok isterdim. Bizi böyle öpen bile olmadı” dedi. Kahve ocağına doğru gitti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 22.04.2016