- 498 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kirleniyoruz kirlettikçe
Hafta içi her sabah olduğu gibi; kahvaltımızı yaptıktan sonra, yine düşmüştük oğlumla yollara. Geç kalmamak adına hızlı hızlı yürüyorduk yolda. Oğlum bir ara, yolun karşı tarafını işaret ederek ’’bak! bak! Baba baksana kreş olmuş şu tarihi bina’’ dedi bana. ’’Yürü oğlum boş ver kreşi geç kalıyoruz. Hem seninle ne alakası var kreşin, yoksa tekrar mı gideceksin?’’ dedim. ’’ Ya baba bi baksana’’ dedi tekrar ısrarla. Baktım. Gerçekten tarihi, bakımsız eski bir Rum evine tadilat yapılmış, dış duvarları renk renk boyanmış, çiçek motifleriyle bezenmişti. ’’Evet güzel olmuş’’ dedim. ’’Ne güzeli be, harika olmuş. Ah be baba keşke her yer kreş olsa’’ Şaşırdım ’’ne yapacaksın oğlum o kadar kreşi?’’ ’’O zaman tüm binalar renk renk boyanır, duvarlarında çiçek, kelebek resimleri yapılır, süper olmaz mı?’’ dedi. ’’Hadi bırak çene çalmayı okula geç kalıyorsun’’ desem de çocuğa hak vermemek mümkün değildi oysa. Çocuk işte, kral çıplak demişti, her çocuğun yaptığı gibi. Netti, kıvırmadan, amasız, fakatsız, lakinsiz, büyümeden, gözünü daha hırs bürümeden, söyleyivermişti işte. O hayatın tüm renklerini sevgi ile kucaklayan, yüreğinden geldiği gibi.
Oğlum haklıydı. Ticari kaygılarla yapılan beton yığınlarına bakası gelmiyordu insanın, her bakışında, içinde daha da çoğalan acıyı artırmamak adına. Bitişik nizam yapılardan oluşan sokaklar, tepe tepeye yığıntı. Nefes alacak yer yok, renk yok, desen yok, sanat yok, farklılık yok, estetik yok, ruh yok, her şeyden öte çarpan kalp yok. Hep aynı, hep aynı. Engelliler açısından da tam anlamıyla içler acısı ki; o apayrı. Ağaç yok, yeşil alan yok. Nefes alamıyor, boğuluyorsunuz adeta. Belki de daha acısı; içinize hiçte sinmeyen bu evlerden birine sahip olmak adına, şayet bir kenarda birikmiş paramız var ise, üzerine epeyce yüklü miktarda, yıllarca ödemek koşuluyla bankadan kredi çekiyor, sahip olunca da güvenlik açısından pencere ve balkonları demirlettiriyor, bir hapishaneye mahkum ediyor olmamız değil mi kendimizi?
Düşünmeden edemiyor insan. Asla bu bizi yansıtıyor olamaz! Anadolu insanının, binlerce yıllık birikimi bu olmamalı? Oysa; içimizdekilerin dışa vurumu değil midir ürettiklerimiz? Ne ara kaybettik içimizdeki renkleri? Ne ara uzaklaştık doğadan? Daha dün biz değil miydik, yağmurdan sonra gökkuşağına bakan? Ve o renklerle hayatını bezeyen. Peki şimdi; Kilimleri nakış nakış işleyen eller nerede? O nakışları tasarlayan, renklerle bezeyen sevgi nerede? Zeytinyağlı yiyen, basmadan, renk renk fistan giyenler nerede? Onların ruhundan hiç bir şey sirayet etmedi mi bu günlerimize? Onlar doğurmadı mı bizleri? Onlar vermedi mi, kundakta sarılı bebelerini, kınalı elleriyle, kocalarının emek verip üreten nasırlı ellerine? Odalarının tavanında ki ağaçlara beşiklerimiz kurulan damında ot biten evlerimiz nerede? Ninniler söylenmedi mi makam makam, geceler boyu özümüze sirayet edercesine? Helal kazanmayı, kul hakkı yememeyi, perdesi açık pencereden içeriye bakmamayı, ayıp, kusur peşinde değil de güzellikler peşinde koşmayı, iyilikte yarışmayı öğretenler nerede? Komşusunun acısını paylaşanlar, yemeğini bölüşenler, yetim başı okşayanlar, yüreklerinde ki duygular gibi mis gibi kokan ekmekleri yapanlar nerede? Hepsi mazide kaldılar çok gerilerde biliyorum. Şimdi gömdük bu duyguları, onlarla birlikte yerin dibine. Ve acılar içinde ruhumuz, suluyoruz mezarlarını, yüreğimize ektiklerini sular gibi, belki filizlenir tekrar döner umuduyla bu güzellikler yeryüzüne. Yazık; ne kadar da hazırmışız icat edilmeye? Koparılarak topraklarımızdan, saksılara dikilmeye?
İnsan doğanın, doğa insanın içinde yaşarmış oysa. Doğada ki güzellikleri yok ettikçe, içimizde ki güzellikleri de talan ettiğimizin ne zaman varacağız farkına? Mesela; ne zaman hissedeceğiz, ırmakları kuruttukça, içimizde ki sevgi ırmağının da kuruduğunu ve aynı şekilde; kirlettikçe, kirlendiğimizi? Bankada ki hesabımızda var olan o dijital rakamların, ciğerlerimize nefes olmayacağını?
Her şey aynılaşıyor hızla. Renk körü oluyoruz adeta. İcat edilmiş insanlar oluyor, makinalaşıyoruz her adımda. Can ile bakamıyoruz hayata, kırarak gözlüklerimizin camlarını bir anlık da olsa. Bir kızılderili sözünde ifade edildiği gibi aslında; ’’Son ırmak kuruduğunda, son ceylan vurulduğunda, son ağaç kesildiğinde, son kuş öldüğünde paranız ve teknolojiniz ne işe yarayacak’’ söyleyin bana.
Sahi; en son, ne zaman merhaba dediniz ruhlarınıza?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.