- 1141 Okunma
- 3 Yorum
- 7 Beğeni
577 - YALIÇAPKINI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Ölüm Çiçeği,
Yalıçapkını kuşu çok hoştur. Renkleri harikadır. Yaratılış olarak o hususta iddialı olmasam da renkten iyi anlarım. Eski bir dokuma ustasıyım çünkü. Renklerle desenlerle yıllarca uğraştım durdum. Dokumalarımı tüccarlara beğendireceğim diye iplerle yünlerle boğuştum. Çile çile ipler, yünler… Çok uzaklarda kaldı şimdi o çok çileli günler…
Bir keresinde, malzeme almak için çarşıda dolaşırken bir dükkâna girdim. Raflara bakarken gözüme renk renk rafya bobinleri takıldı. Öyle canlı, öyle parlaktılar ki gözlerimi alamadım! Orada hayallere daldım. Bunları alsam, dokusam, acaba alan olur mu? Alanlar nerelerde kullanabilirler? Denemekten kendimi alamadım! Ani bir kararla oradan epey bobin aldım, eve döndüm.
Atkısı da çözgüsü de rafya olmalıydı. Renk uyumu ve desenin albenisi göz ardı edilmemeliydi. Hemen çalışmaya koyuldum. O kadar heyecanlıydım ki! İlk kez farklı bir malzemeyle çalışıyordum. Ne kadar da kolay ve zevkle ilerliyordu dokuma! Kısa sürede epey mal ürettim.
Rulo haline getirdiğim malları çarşıya götürüp tanıdık birkaç esnafa gösterdim. Bazıları burun kıvırdı: “Ne işe yarayacak bunlar? Kimse almaz ki!” falan dediler. Bir tanesi şöyle bir düşündü ve: “Ver bakalım birkaç tane! Belki birilerine pazarlarız.” diyerek aldı ama para vermedi. Konsinye olarak aldı. Yani satılırsa paramı, satılmazsa malımı verecek, piyasayı deneyecekti.
Aradan birkaç hafta geçti. Arada uğradım sordum. Bir değişiklik yoktu. Fakat son gidişimde bir ayakkabıcının üç metresini aldığını öğrendim. Acaba ne yapacaktı? Daha sonra da gelmiş, topun tamamını almış. Öğrendim ki onlardan terlik yüzü yapıyormuş. Üretimi hızlandırdım. Satış da arttı. Birileri de servis örtüsü yapımında kullanmaya başlamış.
İyi bir ara mal olduğunu anlayan diğer dokumacılar da rafyaya hücum etmişler. Elimdekiler bittiğinde gittiğim dükkânın raflarının boşaldığını görünce şaşıp kaldım! Keşke bulmuşken hepsini alsaymışım! Uyanıklar tümünü götürmüşler.
Baktım ki çarşılarda pazarlarda benim renklerimle desenlerimle ayakkabılar, çantalar, terlikler sıralanmış. İftihar ettim kendimle. Kim bilir kaç kişi benim sayemde o işten ekmek yedi.
Renkli bir kuş olamadım. Bu benim elimde değildi ki! Yaratan böyle yaratmış. Aynaya baka baka yüzüme gözüme, varlığımla yaşaya yaşaya kendime alıştım. Kabullenmekten ve sevmekten başka çare var mı! Hatta bir süre de çok yakışıklı buldum kendimi. Başım yukarıda, burnum havada çok çalım sattım İstanbul kaldırımlarında. Omuzlarımı kaldırarak geriye doğru kasıp, göğsümü şişirip, kollarımı sallaya sallaya az arşınlamadım bizim mahallenin sokaklarını. Bir ceketi omzuma atıp, arkalarına basarak ayakkabılarımı terlik gibi sürüklemediğim kaldı, bir de kafayı çekip çekip:
“Var mı bana yan bakan? Anamı kesen ben, babamı kesen ben, kız kardeşimin ciğerlerinden meze yapıp içen yine ben!..” diye bağırarak nara atmadığım kaldı.
Kısacası, hoşnudum halimden. Yaşıtlarım benden bin beter! Saçlarım ağarıp döküldü, sırtım büküldü, bir ayağımı sürüyerek yürüyorum ama yine de ayaktayım. Uçamasa da yürüyebilen kanatları kırık kuş gibi…
Balıkla beslenir, yalıçapkınları. Ben de en çok balık yemeyi severim. Her çeşidini, her türlü pişirilişiyle… Sevmek ne demek, balık için ölürüm! Her şeyimi son lokmasına kadar herkesle bölüşürüm ama balığımı paylaşamam! Ne kadar olursa olsun yerim hem de!
Emircik, İskelekuşu, Alcedo atthis de derler onlara. Çok güzel olmasalar da sevimlidirler. Can güvenliklerini tehlikeye soksa da dere kenarlarındaki oyuklarda, ağaç kabuklarının aralarında yuvalanır, sulak alanlarda avlanırlar. Havada birkaç saniye asılı kalabilirler. Bu da avlarını rahatça görmelerini ve onlara kolayca ulaşmalarını sağlar. Balıkların yanı sıra bazı küçük sürüngenleri ve böcekleri de yerler.
Denizin üstünde şöyle bir pike yapar, suya bir iki metre kalınca etrafa bakınır, avlarını görünce aniden dalar, yakalar, kaçarlar. Acaba yalı sakinleri, av esnasındaki etrafı kolaçan etmelerini çapkınlıklarına mı yorarak onlara o adı yakıştırdı? Oysa onlar, Solamnia şövalyelerinin bile saygı duyduğu kuşlardır.
Mavi Çapkın, Yalıcı, Denizli, Bahri diye de anılırlar. Bir karış boyları, kısacık bacakları, sırtlarındaki parlak mavilikleri, koyu yeşil omuzları, pas rengi karınları, beyaz gerdanları, iri kafaları, kısa boyunları, uzun, sivri ve güçlü gagalarıyla diğerlerinden ayrılırlar. Göç etmezler, daha çok uçarken öterler.
Benim de Karadenizli burnum büyük ve uzun, çenem kuvvetlidir. Göç etmediğim söylenemez. İstanbul’dan kalkıp ta buralara kadar geldik. Zaten doğar doğmaz göç etmeye başlamışım ben. Ana sütü emmeden yollara düşmüşüm. Kahrolası anam, nasıl kıydıysa vermiş beni ellere. Belki de bu hallere o yüzden düştüm. Demek ki lüzumsuzmuşum, fazlalıkmışım ki üstünden atmış. Belaymışım ki başından savmış. Rahatlamıştır haspa!
Bir de yıllardan sonra anaymış gibi beni görmeye gelmiş! Sanki hasretimden ölüyormuş yosma! Suratına bile bakmadım! İnce uzun esmer bir kadın… Ciğer yemiş kediler gibi dudaklarını kıpkırmızı boyamış, saçlarını hindi gibi kabartmış, gözlerinde birer parmak yeşil boya, sırtında bir allı güllü basma entari, ayağında topuklu terlikler, yellim yepelek geldi. Analığıma bir vesikalık fotoğraf bırakıp gitti. Elime bile almadım. Haydi başka kapıya!.. Yaylan!..
Zerre kadar sevgi, ilgi ve yakınlık duymadım o kadına karşı. Yabancı biriydi gözümde. Uzak bir akraba bile değil. Anne, yavrusundan bir gün, yarım gün bile ayrı kalamaz! O kadın ana değil, anne müsveddesi bile olamaz!
Bir de erkek kardeşim varmış. Onu aldı da beni neden attı? Onu sığdırabildi de beni neden sığdıramadı? Bakmayacaktı da neden doğurdu? Madem ele verdi, senelerce aramadı sormadı, gelmedi de yıllar sonra ne demeye çıkıp geldi? Keşke hiç gelmeseydi! Hiç görmeseydim, tanımasaydım, bilmeseydim! Ruhumu altüst etti gitti!
Neler hatırlattı bana Yalıçapkını! Belki çapkınlığım gelmeliydi aklıma ama ben kendime o sıfatı yakıştıramıyorum ki! Çevremdeki kızlara karşı daha çok ağabey, kardeş, arkadaş oldum. Komşular, tanıdıklar kızlarını bana teslim ederlerdi. Sinemaya, düğüne, bayrama ben götürür getirir, evlerine teslim ederdim. Bu zamana kadar kimse namus konusunda bir laf edemedi bana. Her zaman güvenilir biri oldum. Aile terbiyem, görgüm bilgim çapkınlığa müsaade etmedi. Benim de o tarakta bezim olmadı.
Yoğun duygusal yaşadım ama kimsenin namusuna yan gözle bakmadım. Hep platonik takıldım. Seni de sevdim sevmesine, hem de çok sevdim ama hiçbir şey beklemiyorum. Hem haddimi bilirim ben. Kedi gibi bıyıklarımla ölçerim, geçemeyeceğimi anladığı anladığım geçitlerden geçmekten vazgeçerim. Öyle yapmadım mı o zaman zaten. Kenara çekildim, o kocan olacak soysuza yol verdim.
“Ben sizi seviyorsam bundan size ne?” demiş, Goethe sevgilisine. Aşkım bana ait, bir beni ilgilendirir. Senin haberin var mı benim seni sevdiğimden! Bildirmedim, bilmedin, hiçbir zaman da bilmeyeceksin.
Ne kadar uzakta olursan ol, ister gel ister gelme, hiçbir şey değişmez benim için. Karşılık ummuyor, beklemiyorum ki! Aşk, tek kişinin yoğun sevgi selinde boğuşmasıdır.
Yalıçapkınıyım ben. Alışığım sulara sellere. Aşkıyla cüceleşen değil, yüceleşen bir adamım. Yakışıklı olmayabilirim, hatta epey de geçkin ama epey seçkin biriyim. Ufak tefek değil, boylu boslu, göbekli ve iriyim ama çok iyiyim. Renkli bir hayatım olmaz, rengârenk bir dünya vaat edemem kimseye ama rengârenk duygularda gezer, gezdirebilirim. Dünyanın hemen hemen hiçbir güzelliğini elde edemem belki ama tüm güzelliklerini sezer, sezdirebilirim. Hiçbir yere götüremem, gezdiremem tozduramam ama şairane diyarlara götürebilir, hayalden hayale sürükleyebilir, yıldız yıldız gezdirebilirim. Çünkü ben şiire ve şiirselliğe gönül veren biriyim.
Bana yakışmaz o çapkınlık denen ahlaksızlık. Kadın için neyse, erkek için de odur o!
Aşk, farkında olmadan denize düşmek gibidir. O denizin hangi deniz olduğu önemli değildir. Adlar değişebilir, özellikler değişebilir ama aşk aynı aşktır. Kimi zaman ondurur o su insanı, kimi zaman dondurur. Öyle ya da böyle yaşanır. Mademki düşmüşsün denize, kulaç atmaktan başka yapacak bir şey yok artık. Ya ölünceye ya kıyıya varıncaya kadar çırpınıp duracaksın! Benimkisi de öyle bir şey işte!
Sen aşkı belki de hiç bilmedin, bilemedin Lavinia. Aşk, şairane bir duygudur ve şiir bahçesi halini alan gönüllere vergidir. Belli bir kişiye gibi görünür bir süre. Sonra ya hedef değiştirir ya da aynı yerde kalır. Aşksı duygular yürek kovuklarında yuvalanır. Zaman zaman dışarıya çıkar, havalanır, uçar uçar, sonra yine yuvasına girer. Uyusa da uyuklasa da kış uykusuna yatsa da mutlaka uyanır. Ölümden sonra ne olur bilmem ama ölmeden önce ölmeyeceğinden eminim.
Aşk kavramında, müthiş bir hava vardır ki sarhoş eder adamı. Kedilerin bıyıkları kadar önemlidir bizim gönüllerimiz. Nasıl onların en önemli ve lüzumlu yerleri bıyıklarıysa, bizim için de kalp… Kalplerimizle görür, duyar, hisseder, kalplerimizin üstünde yürürüz biz. Bıyıklarının geçemeyeceğini anladıkları yerlerden geçmezmiş kediler. Zarar görmemesi için korurlarmış onları. Biz de öyle üstlerine titreriz gönüllerimizin. Kırılmasını hiç istemeyiz. Onun için temizleriz, aşkla süsleriz, incinmemek için içimize kıvrılırız.
Aşkımızı en güçlü haliyle yaşatmaya gayret ederiz. Yan tesirlerini sineye çeker, beraberinde getirip yaşatmakta olduklarını hazmetmeye çalışırız. Toz konsun istemeyiz o kutsal duygumuza. Onun için kolay kolay keskin baltamızı taşa vurmayız.
Aşk, bir kere saplandı mı paslı bir hançer gibi mahveder de adamı, o onunla hoştur, çıkmasını istemez. Ancak bir kötü söz yeter bitirmek için. O söze muhatap olmamak için susar, söylemez.
Ey Titus Andronicus’un güzeller güzeli kızı! Onun için susuyorum Ölüm Çiçeği. Onun için hiç bilmeyeceksin Lavinia.
Yalıçapkını”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 577
YORUMLAR
Ellerinize sağlık. Kavuşamayınca aşk vardır. Kavuşunca eskir gider.