- 466 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KARADENİZ'İ GEZMEK GÜZELDİR
Bu yaz, Karadeniz Bölgesine bir gezisi yapacaktık. Böyle karar vermiştik. Yapacağımız bu seyahat Karadeniz Bölgesini yakinen tanımamız için bir fırsattı. Amcaoğullarım İsmail, Recep, Musa, Abdurrahman, Küçük Bekir, Büyük Bekir (Kambur Halil’in Bekir) Ağabeyim Dursun, Ahmetfakılı Kasabasından Ali ile Karadeniz yolculuğumuz başladı. Yolculuğumuzda üç aracımız vardı. Bu araçlar taksiydi.
Yozgat’ın Çekerek ilçesinin Karahacılı köyünden gezi için çıktık yola. Yolculuğumuzu Çekerek ilçesinden başlattık. Çekerek ilçesi, haritada Orta Karadeniz Bölgesine düşüyordu. Çekerek’ten Tokat Zile istikametine doğru ilerliyorduk. Zile ilçesinin Reşadiye köyünden derin vadili Zile Ovasına ulaştık. Zile’den Turhal’a, Turhal’dan Amasya’ya doğru ilerliyorduk. Bazen ihtiyaçlarımız için inip ihtiyaçlarımızı gideriyorduk. Bu geçtiğimiz yerleşim alanlarında durmuyorduk.
Amasya’ya selametle ulaştık. Amasya ili; Orta Karadeniz Bölümünün iç kısmında yer almaktadır. Doğudan Tokat, güneyden Tokat ve Yozgat, batıdan Çorum, kuzeyden Samsun illeri ile çevrilidir. Tarihi ve turistik bir ilimizdir. Şehzadeler şehriydi burası. Osmanlı devletini yönetecek padişahlar burada eğitiliyordu. Denizden yükseklik olarak rakımı 411 m civarındaydı. İklimi yumuşaktı. Yaygın olmasa da incir ve nar yetişiyordu. Hava güzeldi. Yeşilırmak Amasya’nın içinden sessiz ve sakin akıyordu. Ulu Cami ve Selimiye Camilerini ziyarete ettik ve burada abdestlerimizi alarak namazlarımızı kıldık. Yeşilırmak kenarındaki tarihi önemi olan, yalçın kayaların suratlarına yapılan eski yaşam yerlerini ziyaret ettik... Taş vadidin ortasına yerleşen Amasya buram buram tarih kokuyordu.
Amasya’da Ferhat’ın Şirin için dağları nasıl yardığına şahit olduk. Aşk için, sevgi için neler yapılmazmış ki! Peki, siz sevdikleriniz için ne yapıyorsunuz? Hangi fedakârlıklara katlanıyorsunuz? Bunu hiç kendinize sordunuz mu? Ferhat’ın Şirin için çektikleri çile, gözyaşı ve el emeğini tefekkür ederek adeta yaşadık burada. Ferhat’ın Şirin için dağları yardığına şahit olduk. Onun bu çalışmalarını görünce aşkı daha da anlamlandırmaya çalıştık. Nihayetinde Amasya’da bir kısa turdan sonra arabalarımıza atlayarak sevimli ve doyumsuz Amasya’dan arkamıza baka baka yola koyulduk. Mısır tarlaları, yol kenarlarındaki, elmalıklar, üzüm bağları, yonca tarlaları, sebzelikler ve şeftali bahçeleri yol boyunca yeşillik üstüne yeşillik katıyordu. Ayrıca bu yolculuk boyunca bizlere eşlik ediyordu. Buram buram kokan bu güzelim meyvelerin hangi birini sayayım ki size. Şeftali, armut, erik, kiraz vb. Bağlardan salkım salkım sarkan üzümler, bizlere gülümsüyordu. Amasya’nın bitmez tükenmez bereketli ovaları arasında yolculuğumuza devam ediyorduk. Burada görmüş olduğumuz bütün bu güzellikler, bizleri adeta büyülüyordu…
Yolculuğumuzda Amasya ve Samsun’un güzel ilçelerini geçerek Karadeniz’in incisi olan Samsun ilimize ulaştık. Samsun ülkemizin büyük şehirlerinden biriydi. Ayrıca burası büyük bir liman kentiydi. Kurtuluş Savaşımızın başladığı tarihi yerdi. Ne kadar büyüyüp gelişmiş ve de güzelleşmişti. Yüksek yüksek dağlarında, fidan fidan yükselen güzelim ağaçlar...
Karadeniz’in enfes havası arasında Samsun ilimizin güzide ilçeleri bizleri sevgiyle, hasretle kucakladı. Misafirlerine, sıcak ve samimi bir karşılama yaptı. Ayvacık’ta bulunan İsmail Çetin’in Fransa Belfort’tan baba dostunun evine gidecektik. Oraya gitmeye niyet ettik. Samsun’dan Ayvacık’a doğru yol aldık. Çarşamba’ya vardık. Oradan sahil boyunca gidip sağa dönüp vadideki Yeşilırmak Havzası’na doğru yol aldık. Anadolu içlerine doğru ilerliyorduk. Sizin anlayacağınız, Amasya’nın Erbaa ilçesine doğru ilerliyorduk. İleride büyük bir baraja ulaştık. Bu baraj, Hasan Uğurlu Barajıydı. Derin vadinin arkasına yapılan baraj, görülüp gezmeye değer, muhteşem bir barajdı…
Ayvacık’a ulaştık. Ayvacık’ta ikamet edip Fransa’da çalışan vatandaşın evine doğru dik yamaçlardan tırmandık. Araçlarımızı Ayvacık merkezde bıraktık. Ticari taksilerle dağ yamacında bulunan ev güzergâhına doğru yol aldık. Ev halkı, gerçekten de bizi Karadenizlilere yakışır bir şekilde iyi ve güzel ağırladı. İzzeti ikramda bulundu. Ev sahipliğinin en alasını gösterdi. Biz Bayram Usta’yı arıyorduk. Orada uzun bir yürüyüşün arkasından Bayram Usta’yı bulduk. O da Fransa Belfort’tan İsmail Çetin’in yakın dostuydu. Belfort’ta çalışıyordu. Orayı mekân edinmişti. İşçi olmuştu. Zamanla çocuklarını da oraya götürmüştü.
Bayram Usta:
“Siz, buraya kadar gelmişken, ben sizi hiç bırakmam. Buradan sonra benim oraya gideceğiz, misafirim olacaksınız.” Dedi. Oradaki güzergâhtaki ziyaretimizi tamamladıktan sonra, Bayram Usta’nın köyüne doğru yol aldık. Onun köyü Çarşamba’ya bağlıydı. O gün Bayram Bey’in misafiri olduk. Bağını, bahçesini, mısır ve fındık tarlalarını dolaştık. Tabiatın güzelliğini doyasıya tattık…
Yeni dikilen fındıklar, mısır bahçeleri sizleri büyülüyordu. Boğazlarından ve ayaklarından bağlanmış büyük baş hayvanlar, arası sıra kulaklarınıza ulaşan hoş köpek sesleri, sabah erkenden uyanmamıza vesile olan “üüürü üüüüüüüü!” diye kulaklarımızda yankılanan horoz sesleri eşsiz güzelliklerdi… Bütün bu güzellikler, seyahatimize renk ve canlılık katıyordu. Arabalarımızı köyün merkezine park ettik. Dursun Bey, amcam İsa’nın kadim dostudur. Onun yanına, yani yayladaki fındık bahçelerinin olduğu yere doğru yol aldık. Ancak oraya gece yarısı ulaşabildik…
Ayvacık’tan Çarşamba’ya dönerken Bayram Usta yolu şaşırdı. O, arabayı çok güzel sürüyordu. Bize göre dikkatli, sürat yaparken sakin bir şekilde kullanıyordu. Zaten mizacı da sakin bir yapıdaydı. Gerçekten kendi de aracı hızlı kullanmasına kızıyordu ve bu duruma engel olamıyor ve üzülüyordu.
Bayram Usta Kendi kendine:
“Yüce Rabbim belki de benim sabrımı deniyor.” Diyordu.
Dursun Baba amcamla ilgili anılarını anlattı. Biz maziye yolculuk yaptık.
Dursun Baba amcam için:
“Yurt dışında çalışırken camide; misafire, garibana ve yabancıya bir tek amcan İsa sahip çıkardı” diyordu. Onun iyiliklerini ve yardımlarını anlata anlata ve öve öve bitiremiyordu. Anladığıma göre kendi de amcam gibi iyi yürekli ve misafirperverdi. Dursun Baba; şu görülen tarlaların daha önce tütün tarlası olduğunu, tütün gelirinin az olması dolayısıyla vatandaşın buraları fındık bahçelerine çevirdiklerini anlattı. Anılarını öyle canlı, öyle içten, heyecanlı ve kendi şivesiyle güzel anlatıyordu ki onun sohbetine doyum olmuyordu...
Fındık bahçelerine kurulan teleferikler, insanı heyecanlandırdıkça heyecanlandırıyordu. Sarp dağlıklara teleferiklerle ulaşılıyordu. Buranın kaderi böyleydi. Burada dağlar, bahçeler kısaca her taraf yemyeşildi. Bu güzelim yerlere, bakmaya ve görmeye doyum olmuyordu… Dursun Baba ile vedalaştık.
Hatta onunla vedalaşırken o:
“İdris Hoca’yı bana bırakın yeter, siz gidin.” diye de espri yaptı... Sabah Çarşamba’dan ayrıldık. Giresun’a doğru yol aldık. Sahil yolu çok müthişti. Sahil yolunun güzelliğini görmek için Karadeniz sahili boyunca bir yolculuk yapmanızı tavsiye ederim. Samsun’dan Ordu’ya geçtik. Ordu ilimizi gezmedik. İnşallah başka bir seyahatte bu geziyi yaparız. Ordu’nun tarihi turistik ve dini mekânlarını gezeriz. Ordu’dan Giresun’a doğru yolculuğumuz devam ediyordu. Çok güzel yollar yapılmıştı buralara...
Giresun ilimizin Bulancak ilçesine ulaştık. Orada Recep’in tanıdığı Abdullah Bey ile karşılaştık. O bizi çok sıcak karşıladı. Onunla gezip dolaştık. O, bize rehberlik yaptı. Yanında Hacı Mustafa’da vardı. Hacı Mustafa eskiden siyasetin, cemaat ve cemiyet içinde kalmış ilahiyatçı bir arkadaştı. Ayrıca birçok sivil toplum örgütlerinde faal görevde bulunmuştu. Bulancak’ta bir müddet kaldık. Sonra Giresun mevkiine doğru yol aldık…
İsa emmimin İstanbul’daki evinin kiracıları Giresunluydu. Onlar da bu yazın memleketlerindeydiler. Biz de onların bulunduğu yere doğru yol aldık. Burhaniye, Uzgene, Sultanyeli ve Çaldağı mevkilerini dolaştık. Bu gün, Bulancak ilçesine ait küçük bir yerleşim yerinde akşamlayacaktık.
Burada da fındık bahçelerinin muhteşemliği bizi büyülüyordu. Tarlalarda bu sene de müthiş fındık olmuştu. Yer gök fındık kaplıydı. Her yer fındık kaynıyordu. Aşağı bakıyorsunuz fındık, yukarı bakıyorsunuz fındık, yanlara bakıyorsunuz fındık, kısaca her taraf fındık ağaçlarıyla kaplanmıştı. Vadiden bir çay akıyordu. Çayın üstüne tahtadan bir köprü kurulmuştu. İnsan yürüyerek karşıya zor geçiyordu. Biz de o köprüden yaya geçerek, karşı fındık tarlalarına ulaştık…
Fındık tarlalarında, ağaçların dallarından koparıp fındıkları kırarak yemek ne muhteşemdi! Fındıkları yedikçe yiyorduk, tadına doyamıyorduk. Dünyanın en güzel fındıkları burada yetişiyordu. Fındığın ana vatanındaydık. Bıkmadan, usanmadan Karadeniz’in leziz fındıklarını yemeye devam ediyorduk. Misafir olduğumuz ev sahipleri, ev tadilatı için bir yere beton atıyorlardı. Biz de onlara bu çalışmalarında yardımcı olduk.
İç Anadolu Bölgesi’nde bulunan bizim mevkie, üç aydır yağış düşmemişti. Karadeniz’de ise hemen yağmurla karşılaştık. Yağmur bizi sızak karşıladı. İçimizi, ruhumuzu suladı. Neredeyse güneşi kaybediyorduk, o kadar yağmur yağıyordu. Güneşe hasret kaldık diyebilirim. Muson yağmurları gibiydi, buradaki yağan yağmur. Bahçeler özel olarak sulanmıyordu. Nem ve yağan yağmur bahçelerin, tarlaların ve dağların su ihtiyacını gideriyordu. İşte bu yüzden yeşildi her taraf. Hem de yemyeşildi…
Bu gece Giresun’da Hüseyin Hoca’nın misafir hanesinde kalacaktık. Hüseyin Hafız, sarımtırak, orta boylu, geniş omuzlu ve gözleri maviydi. Misafiri seven, cömert, evinde daima misafirlere ikramlarda bulunan eli açık biriydi. Bu gece Hüseyin’in Hafız’ın misafir hanesinde kaldık. Yarınki planımızda Kümbet yaylasına gidecektik. Bir gün önceden yaylaya gitmek için bütün hazırlıklar yapıldı…
Kümbet yaylası yolculuğu başlamıştı. Önce Burhaniye’ye ulaştık. Yol üzerinde okulu ve camisi olan bir yerleşim yeriydi burası. Burhaniye’den sonra Uzgene mevkiine vardık. Çaldağı, Sultaniye ve İnişdibi derken yolumuza devam ediyorduk. Geçtiğimiz yerlerdeki dağların güzelliği, bizleri büyüledikçe büyülüyordu. İnişdibi’nde durakladık. Orada abdest alarak öğle namazlarımızı eda ettik. İbadetsiz yaşayamazdık. İbadetler bizim yaşam kaynağımızdır. İbadetler, ruhumuzu ve bedenimizi dinç tutuyordu. İki dünyamızı kazanmak için ibadetlerimizi mutlaka yapmalıydık. Yüce Rabbimizin vermiş olduğu bu güzel nimetlere karşı şükretmemiz gerekirdi. Allah’a kul olmayalım da kula mı kul olalım? Biz Allah’a kul olanlardanız. Yol üzerinde bulunan alabalık tesisinden alabalık aldık. Alabalık çiftliğini gezdik. Alabalık çiftçiliğinde balıkların havuz içindeki hareketlerini izledik. Ayrıca o çevreyi iyice gezdik…
Yolculuğumuz devam ediyordu. Dağın zirvesine doğru yükseldikçe yükseliyorduk. Vadiler derinleşiyor. Dumanlar dağları çepeçevre kuşatıyordu. Fındık tarlaları ise biz zirveye tırmanırken ısrarla bizlere eşlik ediyordu…
Kümbet yaylasından Bektaş yaylasına geçiyoruz. Sular derelerden derinden candan ve sevimli akıyordu. Bize gülümsüyor ve:
“Bir yudum beni tadın” diyordu. Sevimli derelerin suları şarıl şarıl sesleriyle; türküler, şarkılar, ilahiler ve ninniler söylüyordu. Burada; toprak nemli, ağaçlar sevimli, fındıklar ise verimliydi…
Yollar yılan gibi kıvrılıyordu dağ boyunca. Virajın biri bitmeden, diğeri nöbeti devralıyordu. Bu virajlar, yolumuzu kesip kimlik soruyordu. Zaman zaman yollarımızı kesmeye çalışan hayvanlara, insanların azmi engel oluyordu. Her şey güzel ve muhteşemdi. Fındık ağaçları, bizimle dağın zirvesine doğru yapmış olduğu arkadaşlığını bıraktı. Fındık ağaçlarından sonra bize ladin ağaçları arkadaşlık yapmaya başladı. Ladin ağaçları, kendisini bizlere özenle o kadar gösteriyordu ki anlatamam. Bu güzelim muhteşem ağaçları yaratanı, düşünmeden, tefekkür etmeden insan kendini alamıyordu…
Karadeniz’in büyüleyici güzelliklerini her defasında gördüğümde beni bir heyecan sarıyor ve derin tefekkürlere dalıyordum. Yüce Rabbim kudretini gördükçe şükrediyordum. Bitmez tükenmez muhteşem manzaraların ardı arkası kesilmiyordu. Bektaş Yaylasına doğru yol alıyoruz. Rakım 2600 civarındaydı. Sıcaklık 2008 yılının Temmuz ayında burada 8 derece olarak gözüküyordu. Giresin şehir merkezinde 30 derece olan hava sıcaklığı, Bektaş Yaylasında 8 dereceye kadar düşüyordu.
Bektaş Yaylası’na ulaştık. Hava soğumuştu. Üşümeye başladık. Herkes; ceketini, hırkasını, kazağını vb. giysilerini giydi. Bu mevsimde yayla şirin görünümlü bir yer hâlini almıştı. Oranın yerlileri, gelen misafirlerle bu güzelim mekânı kasaba haline çevirmişlerdi. İhtiyacınız ne varsa onu burada bulabiliyordunuz. Burada etin, balığın dâhil her çeşidini bulmak mümkündü. Tereyağı, her çeşit peynir, bal vb. ne ararsanız vardı. Biz de bir kasaba uğrayıp bol miktarda kuzu eti aldık. Daha önce yol kenarından alabalık almıştık. Aldığımız etleri ve balıkları kasap güzel bir şekilde hazırlayıp elimize verdi.
Sular, buz gibiydi. İçtikçe içesimiz geliyordu. Su gönlümüzü ferahlatıyor, ruhumuza serinlik veriyordu. Sular ilaçtı, merhemdi ve derde dermandı. Yaylada aldığımız nevaleler, güzelce kıvamında hazırlandı. Orada Yüce Rabbimin güzel nimetlerini yedikçe yiyor, sularını ise içtikçe içiyorduk. Etin arkasından alabalıklar pişirilerek sofraya kondu. Mis gibiydi. Onları da afiyetle yedikten sonra, sofra duası yaparak Yüce Rabbimize bizlere vermiş olduğu bu güzel nimetler için şükrettik. Oradaki kadar, kuzu etinin ve alabalığın tadını alarak yediğim ömrümde hiç olmamıştır.
İmkânı iyi olanların yurdumuzun bu güzel yerlerini ziyaret etmelerini ve derin tefekkürlere dalmalarını tavsiye ederim. Buradaki yiyeceklerin ve içtiğimiz güzel suların tadı hâlâ damağımdadır. Bektaş Yaylası ve civarını gezerek dolaştık. Yurdumuzun dört bir yanından gelen insanlarla tanışıp sohbet ettik. Oranın doğal güzelliklerini doyasıya yaşadık. Karalahanası meşhurdu Bektaş Yaylasının. Çökeleğini, peynirini ve balını da unutamayız…
Zaman hızla akıp gidiyordu. Akşam vakti bize hızla koşarak geliyordu. Bu akşam Bulancak’ta Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden kendisine çok değer verdiğim arkadaşım Muzaffer Ergün hocamla görüşüp hasbihal yapacaktık. Muzaffer kader ve dava arkadaşımdı. Kendisi çok çalışkan, verilen görevi, dört dörtlük yapan yöneticilik vasfı olan saygıdeğer biriydi. Onunla aynı sınıfta aynı atmosferi yaşamıştım beş sene. Yurt ve ev arkadaşımdı. Muzaffer’i aradım müsait olup olmadığını sordum. O da sağ olsun akşama müsait olduğunu ve görüşebileceğimizi söyledi. Yıllar sonra Giresun Bulancak’ta görüşecektik ve hasret giderecektik. Okul hayatımızın ve evde ve yurttaki anılarımızı canlandıracaktık. Sözleştiğimiz günde Muzaffer arkadaşımla görüşerek güzel günlerimiz yâd ettik. Hasret giderdik. Fakülte ve ev hayatımızla ilgili anılarımızı canlandırdık...
Artık akşam olmaya başlamıştı çoktan bile. Günlerin en uzun günleri ne de çabuk bitmişti. Hemen akşam olmuştu. Yayladan iniş hazırlıklarına başladık. Hüseyin Hafız çok hızlı araç kullanıyordu. Onu tutmak ve yavaşlatmak neredeyse imkânsızdı. Kendisi böbrek hastasıydı. Diyaliz makinesine giriyordu. Onun imtihanı da buydu. Böbreklerinin bir kısmı çalışmıyor ve görevini yapmıyordu. Onun bu hasta halinde iken yaşama sevincini, inancını, ibadetini ve şükrünü gördü mü bir kez daha Rabbime şükretmeyi bir borç biliyordum. Kendisi ticaretle uğraşıyordu. Bu alanda da başarılıydı. Rabbim kendisine şifa versin, hayırlı, sağlıklı ve uzun ömürler versin inşallah.
Zirveden adım adım iniyorduk. Deniz sahiline doğru yol alıyorduk. Bu gezide Bekir ve Abdurrahman’ın genç yaşlarına rağmen olgun hareket etmeleri sevindiriciydi. İnişte de manzaranın muhteşemliği yüzünü bir kez daha gösteriyordu. Dağlardan iniyorduk, yol ıslaktı ama yol güzeldi. Manzara görülmeye değerdi…
Biz yayladan Giresun’a doğru inerken, yağmur birden sicim gibi inmeye başladı. Akabinde yerin hemen kuruduğuna şahit olduk. Düşünebiliyor musunuz? Büyüleyici bir yağmur; arkasından derelerin, bayırların ve vadilerin yüzeylerinden yükselen bembeyaz dumanlar. Elimizi sallasak dumanlara dokunuyorduk. Hemen karşınızda ayağınızın dibinden yükselen pamuklu dumanlar, sevimli dumanlar. Dumanlı dağlar. Biz bu dumanlarda kayboluyorduk. Nefesimiz, gözümüz ve dünyamız bu dumanlardı. Dünyanın kirleri yoktu burada. Dağları bölen değişik, manzara yumağıyla dünyayı anlamlandıran dumanlı dağlar. Burada anında dağlara dumanlar çöküyor. Ummadığınız yerden dumanlar karşınıza çıkarak sizlere eşlik ediyordu. Sizinle kardeş, sırdaş ve arkadaş oluyordu. Dertlerinizi paylaşıyor ve sizleri sıkıntılarınızdan ve kederlerinizden uzaklaştırıyordu. Bir güzellik ve huzur oluşuyordu ruhunuzda…
Karadeniz’de dağınık bir yerleşim vardı. Evlerin her biri bir tepeyi, bir dağı, bir bayırı bir vadiyi mesken edinmişti. Bu evlerin böyle dağınık olması, başka bir güzellik katmıştı Karadeniz dağlarına…
Dağların vadileri, çok derinden oluşmuş. Bu vadilerin etrafı ve yamaçları yemyeşil fındık ağaçlarıyla donanmıştı. Yolumuzun içlerine kadar sokulan ağaçlar güzellikler katmıştı. Fındıklar, nöbeti tekrar devralarak bizlere arkadaşlık etmeye başlıyordu. Fındık ağaçlarının her biri; ben güzelim, diğeri ben güzelim diye birbirleriyle yarışıyordu...
Bulutlar durmadan hareket ediyordu. Allah’ın kendilerine vermiş oldukları emrini işliyordu. Suların çağlayanlarla karışıp akması, yol boyu ırmakların coşması ayrı bir güzellik katıyordu. Bu satırları yağmur altında yazıyor, kısmen küçük küçük notlar alıyordum. Mürekkep kurumadan yağmur damlaları yazımı ıslatıyor ancak birkaç dakika sonra tekrar kuruyordu. Bu da beni sevindiriyordu. Bu şartlar altında yazmaya çalışan için zor bir olaydı. Yağmur yağıyor, ben yazıyorum, yağmur yağıyor, yağmur altında ıslanan sayfalar kuruyor, ben ise ısrarla yağmura inat yazmaya devam ediyordum. Şunu anladım ki azmin elinden hiçbir şey kaçamazdı. Zor şartlar altında notlar alabiliyordum. Belki de mürekkep kurumadan yazabildiğim tek yazı bu olsa gerek. Bu bir yaz yağmuruydu. Dinlene dinlene, sevindire sevindire, okşaya okşaya yağıyordu. Tatlı tatlı yağıyordu. Benim yazmam onun umurunda mıydı sanki? Yağmur hep yağıyordu, bense ona inat yılmadan yazıyordum. Bu şartlar altında, yazmam beni o kadar mutlu edip duygulandır ki anlatamam…
Bu gün önemli bir gündü. Ak Partinin kapatılıp kapatılmayacağı kararı açıklanacaktı. Kararın açıklanacağı vakit yaklaştıkça Türkiye bu habere kilitleniyordu. O gün oradaydık. O heyecanı Karadeniz’de yaşadık. Binanın teras katında oturuyordum. Gözlerimin önünden buharlaşan dumanların bir bir ortaya çıkması beni heyecanlandırıyordu. Haberi canlı izlemeye cesaret edemiyordum. Kendime göre haklı yönlerim de vardı. Merhum eski başbakanlardan Necmettin Erbakan Hoca’nın verdiği siyasi mücadele malumdu. Onun gibi biri bu ülkede hor görülmüş, siyaseten dışlanmaya çalışılmış ve dışlanmıştı. Dört tane kurmuş olduğu parti sudan bahanelerle kapatılmıştı. O yılmadan siyasi mücadelesine devam etmişti. Yaşamının sonuna kadar bu dava için çalıştı. Ömrünün son demlerinde hapis bile yattı. Onun Türkiye’nin Milli Birliği ve İslam davası için verdiği mücadele biliniyordu. Dünyadaki İslam ülkelerini bir araya getirerek İslam birliğini kurarak Müslümanları küresel emperyalizmin elinden kurtarmak istiyordu. Ancak çoğu emperyalizmin ve sosyalizmin sultası altında olan İslam ülkeleri, onun bu görüşüne şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kurduğu partiler de zaten bu yüzden kapatılmamış mıydı? Çünkü efendileri öyle istiyordu. İslam ülkelerinin doğal zenginlikleri küresel güçlerin iştahını kabartıyordu. Onlar için insan hakları, demokrasi vb. sadece hikâyeden ibaretti. Yapacakları zulme sadece bahaneydi bu terimler.
Müslüman Türk devletleri, Müslüman Arap devletleri, Afrika İslam devletleri, Asya İslam devletleri, Balkanlardaki Müslümanlar ve Diğer devletlerin içlerinde azınlık olarak yaşayan Müslüman halk hep bu İslam Birliğinin gerçekleşme beklentisi içindeydiler. Ne var ki sömürü düzenin çarkları altında ezilen çoğu İslam ülkeleri, buna şiddetle karşı çıkıyordu. İslam devletlerinin % 90’nın başına kukla yöneticileri getirmişlerdi. Onlar, kendi Müslüman halkının çıkarları için değil de efendilerinin yani küresel emperyalizmin çıkarları için çalışıyorlardı. Yerli işbirlikçiler de öyleydi. Kendi halklarının refahı ve mutluluğu için değil de küresel emperyalizmin refahı için çalışıyorlardı. Şirketlerini, basın ve yayını da onların çıkarlarına kullanıyorlardı. İslâm olan her şeye karşı çıkıyorlardı. Müslümanların kaderleri hep böyle çile çekmek miydi? Kimse bu zulme ve işkenceye dur demeyecek miydi? Müslümanlar kendi birliklerini kurup kendi halkalarını koruyamayacaklar mıydı? Bakıyorsunuz çoğu İslam ülkelerinde ordu kendi halkının düşmanıdır. Halkını korumak, kollamak yerine küresel emperyalizmin bekçiliğini yapmaktadırlar. Kâfirler; nasıl Kur’an’a ve İslam’a ve İslam Hukukuna düşman iseler, İslam ülkelerindeki işbirlikçileri de Kur’an’a, İslam’a ve İslam Hukukuna düşman olmuşlardı.
Yıllarca başörtüsü yüzünden Müslüman Hanım kızlar üniversiteye alınmadı ve eğitim öğretim hayatından acımasızca mahrum bırakıldı. Okul birincilikleri ellerinden alındı acımasızca. İrtica yaygarası adı altında yıllarca İslam’a saldırıldı. Sadece ve sadece Rabbimizin emri diye başörtüsü taktıkları için eğitim öğretim hayatından dışlanarak istikballeri ve hayalleri yok edildi genç hanım kızların. Başörtülü milletvekilleri meclise alınmadı. Namaz kılanlar, oruç tutanlar, üniversiten ve askeriyeden atıldı. Tek suçları; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, kelimeyi şehadet ve kelimeyi tevhit getirmekti. İçki içmemekti suçları.
Okullarda öğretmenler, namaz kılamıyorlardı. Namaz kılanlar irtica yaftasıyla yaftalanıyordu. Basın yayında her gün irtica haberleri vardı. Düzmece haberler, başını almış gidiyordu. Haberler ise şöyleydi:
“Falanca okulda öğrenciler namaz kılıyor. Bir başka okulda öğrenciler merdiven altında namaz kılıyor. Bir başka kurumda şu kadar oruç tutan varmış ve namaz kılan varmış. Falanca kurumda Cuma namazına gidenlerin sayısı artmış. Falanca kurumda başörtülü çalışıyormuş. Bir başka haberde, üniversitede başörtülü öğrenciler varmış sayıları gün geçtikçe artıyormuş. Askeri törenler başörtülü anneler gelmiş. Falanca subay namaz kılıyormuş ve eşi kapalıymış, Falanca subay alkol almıyormuş” vb. yalan haberler iftiralar diz boyuydu.
Düşünebiliyor musunuz? Alkol almayı ilericiliğin, aydın olmanın şartı olarak gören bir zihniyetin vatana ve millete faydası olur mu? Bu ülke ilerler mi? Gerisini siz düşünün. Geçmiş tarihe dönüp bir bakın bu çirkefliklerle karşılaşacaksınız. Halkı Müslüman olan ülkelerin geneli böyleydi. Durum bundan ibaretti. Ekonomi iyi gitmiyordu, başarısızlıklarını böyle yalan haberlere ve İslam’a saldırarak kapatmaya çalışıyorlardı…
Bu gün ülkemizde Ak Parti mağdur edilmiş insanların sesiydi. Kapatılma kararı gerekçesi okunduğunda hayretler içinde kalıyorsunuz. Başbakan bir açılış konuşmasında; İnşallah demiş, maşallah demiş. Allah izin verirse demiş, falanca yerde Kur’an okumuş, Namaz kılmış, falanca yerde dua etmiş vb. sudan bahaneler mevcuttu. Geriye dönüp de baktığımızda bunları yadırgamamak gerekir. Demokrat Parti kapatılmış, Milli Nizam Partisi kapatılmış, Milli Selamet Partisi kapatılmış, Refah Partisi kapatılmış, Fazilet Partisi kapatılmış. Hepsinin kapatılma gerekçeleri aşağı yukarı hep aynıydı. Şimdi sıra Ak Parti’nin kapatılmasındaydı.
Önceki kapatılan partilere göre daha ılımlı bir parti olan Ak Parti’nin kapatılmaya çalışılması çok düşündürücüydü. Ben, bu düşünceler içinde yüzüyordum. Bu ülkede dinini yaşmak isteyen insanların siyasi görüşlerine yer yoktu. Bu yaşananlar bunu gösteriyordu. Yıllarca horlanan insanların siyasi gelecekleri olmayacak mıydı? Onlar, kendilerini mecliste temsil ettiremeyecekler miydi? Başkalarının zorla dayatmalarına evet mi diyeceklerdi? Aynı sudan bahanelerle mazlumların sesi olan Ak Parti de kapatılmaya çalışılıyordu. İşte bu gün, bu yüzden çok önemli bir gündü. Bu kapatma kararı bu gün açıklanacaktı. Normalde Cuma günü açıklanması gereken karar öne alınmıştı. Heyecan doruktaydı. Benim heyecanım da bu yüzdendi. Necip Fazıl Kısakürek’in: “Bu dava hor, bu dava öksüz.” dediği İslam davasıydı. Hak davaydı bu.
Dünyada iki dava vardı, hak ve batıl olmak üzere. İnsanlar, bu iki davanın birinin peşinden giderler yaşamları boyunca. Biz, İslam davası olan hak davanın peşindeyiz bu böyle biline. Karar açıklanacaktı ben terastaydım. Heyecandan televizyonun karşısına çıkıp da dinleyemiyordum. Daha önce isimlerini saydığım partiler öyle sudan bahanelerle kapatılmıştı ki bu da kapanır diyordum ve bu duruma üzüldükçe üzülüyordum. Neredeyse kalbim duracak gibiydi. Kalbim küt küt atıyor, sıkışıyor ve nefes alamıyordum. Karar açıklanmaya başlanmıştı. Bütün ülke bu haberi izliyordu. Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç, haberi ve gerekçelerini öyle uzatıyordu ki vakit geçmek nedir bilmiyordu. Arkadaşlar, ara sıra dışarı çıkarak, bana bilgi verip benim heyecanımı yatıştırmaya çalışıyorlardı. Arkadaşlar içeride haberi izlemeye devam ediyorlardı. Bense yağan yağmur altında gökyüzüne bakarak Karadeniz’in dumanları arasında kayboluyordum.
Ak Parti’ye tahammül edemeyenler, acaba Saadet Partisi’ne tahammül ederler miydi? Hiç sanmıyorum. Bunları biz defaatle görmüştük. Biz bu filmi çok izlemiştik, yeni nesil bunu bilmese de. Hele Refah Partisi’nin kapatılma gerekçesi ise Müslümanların kutsal şehri olan Kudüs ile ilgili bir tiyatro oyunuydu. Bir tiyatro oyununu bahane edip Sincan’da tankları yürüterek Refah Partisi’ni kapatan bu 28 Şubat zihniyeti, acaba kime hizmet ediyordu? Karar açıklanmaya başlanmıştı haber uzadıkça uzuyordu. Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç bu kararı uzun uzadıya açıklıyordu. Nihayetinde arkadaşlar teras katında yanıma gelerek: “Üzülme parti kapatılmadı” diyorlardı. Anaysa Mahkemesi Cuma günü açıklanması gereken kararı Çarşamba gününe alarak erken açıklamıştı. Toplumda gerginliğe yol açmasın diye böyle erken açıklanmıştı karar. Normalde karar 1 Ağustos 2008 Cuma günü olacaktı. 30 Temmuz Çarşamba 2008 Anayasa Mahkemesi tarihi kararını akşam saat 18:05’te açıkladı, AK Parti kapatma davasında 6’ya karşı 5 oyla kapatma istemi reddedildi. Karar sevindiriciydi. Şu unutulmamalıdır, parti kapatmakla bir yere varılmaz. Partileri insanlar açar, halk kapatır. Halk oy vermeyerek partiyi kapatır. Oy almayan bir parti ayakta durabilir mi? Doğrusu da budur. Allah (cc) bu Müslüman halka zulüm ve işkence göstermesin. Her şey; hak, hukuk ve adalet ile olsun. Ülkemizin maddi ve manevi açıdan kalkınması için elimizden geleni bir vatandaş olarak yapmalıyız. Bu ülke bir avuç mutlu azınlığın değildir. Bu ülke hepimizindir…
Tabiatı sevmek, onunla kucaklaşmak, tefekkür ederek yüce yaratıcımız Allah’ı (cc) tanımak ne güzel, ne güzel. Sahil boyunca iyi kalpli insanlar koşmaya çalışıyordu. Giresun yolculuğu sona erdi. Trabzon’a doğru yol alamaya başladık. Yol boyunca sahilden Trabzon’a kadar o kadar güzel, o kadar şirin yerleşim yerleri ile karşılaşıyoruz ki anlatamam. Karşımıza ikide bir ırmaklar, çağlayanlar ve dereler çıkıyordu. Bu da bizi oldukça mutlu ediyordu. Trabzon’a ulaştık. Fakat buraya geçmeden Maçka istikametine doğru yol aldık. Maçka sarp dağların arasında iki vadinin birleştiği yere yerleşmiş, şirin ve güzel bir ilçedir. Mis gibi ekmek kokusu ta uzaklardan geliyordu. Üzüm, ekmek ve peynir aldık. Sümela Manastırı’na doğru yol aldık. Orada da güzel manzaralar vardı. Cuma namazımızı Maçka’da kıldık. Dere boyu dar yollardan geçerek Sümela Manastırı’na ulaştık. Oraya insanlar nasıl yerleşmiş? Orada nasıl kalmışlar? Ne yemişler, ne içmişler? Hepsi düşündürücüydü.
Sümela Manastırının bulunduğu yer, gerçekten de çok ilginç bir yerdi. Burası Hristiyanlar için kutsal bir yerdi. Zulüm ve işkenceden kaçan Hristiyan din adamalarının sığınağı ve mabediydi. Onlar, sadece ibadet ediyorlardı. Duvarları, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in figürleri ve resimleriyle dolmuştu. Duvarlarda dini semboller ile ilgili kabartmalar vardı. Burada da doğanın büyüleyici güzelliği bizi karşılıyordu. Sümela Manastırı’ndaki gezintimizi tamamladık, tekrar Maçka’ya döndük. Oradan Trabzon, şehir merkezinde gezintiye çıktık. Şehir merkezindeki tarihi, turistik yerleri ve camileri ziyaret ettik. Günümüz gayet güzel geçti. Hava sıcak ve nemliydi. Bunaltıcı bir hava vardı. Trabzon ilimiz de çok gelişmiş bir ilimizdi. Gezilip görülmeye değer bir şehrimizdi. Şehzadeler şehriydi burası…
Trabzon’dan 2030 m rakımlı Zigana Geçidine doğru tırmanmaya başladık. Zigana Geçidindeki uzun ve kocaman bir tünelden geçtik. Zigana Dağlarından Gümüşhane tarafına doğru geçince iklim birden değişti. Karadeniz iklimi, karasal iklime dönüştü. Gümüşhane’ye doğru ilerliyorduk. Aşağı doğru iniyor gibiydik ancak rakım yükseliyordu bu bizleri şaşırtıyordu. Hatta Bekir, yol kenarında akan suyun yukarı tarafa doğru aktığını iddia etti. Arabadan inip elindeki bidondaki suyu yola döktü. Su onun iddia ettiği yönün tersine akıyordu. Herkes bu duruma şaşırmıştı. Zigana’dan Gümüşhane istikametine giderseniz bu garipliği göreceksiniz. Zigana Dağlarından aşağı doğru inen sanki biz değildik? Bir kaç tane tünelden geçtikten sonra Gümüşhane iline ulaştık…
Gümüşhane ilimiz 37 bin nüfuslu ve 1227 m rakımlı bir vilayetimizdi. Vadi arasına kurulmuş bu ilimizin yerleşim yeri pek iyi değildi. Kis toprak üzerine kurulmuştu. Gümüşhane fazla gelişmemiş bir ilimizdi. Bu yüzden çok göç veriyordu. Gümüşhane’den Kelkit ilçesine ve vadisine ulaştık. Kelkit’in rakımı 1400’dü. Arazisi düz ve güzel olan bir yerdi. Şiran, Şebinkarahisar, Koyulhisar, Niksar, Tokat, Turhal, Zile, Çekerek ve Karahacılı Köyü ile gezimiz sona erdi. Beş günlük, Karadeniz gezimiz güzel bir atmosferde böyle geçti. Gezimiz, hatıralar yüklü olarak sona erdi. İnşallah nasip olursa yine gideriz. Karadeniz’e, Karadeniz Dağlarına, sahiline, fındıklarına ve güzel insanlarına selam ve sevgiler…
02.08.2008
Karahacılı Köyü
Çekerek/Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.