- 325 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
CİN/AYET
(Latekmenden Büyüklere Masallar)
Ölmüş ama yeniden dirilmiş anam, ölmüş ama o da yeniden dirilmiş abam, ölmemiş ama burada olmamaması gereken öteki abam, dayımın karısı, acamın kızı, yaşı sekseni geçmiş ama hala yaşayan tetem ve onun dul kalmış gelini, karım ve kaynanam; ev içinden çıkıp indiler ev önüne. Hepsi giyinip kuşanmış, hepsi allanıp pullanmış; aşağı mahallede davullu zurnalı düğün varmış da oraya gideceklermiş. Kızım Eylem, onları beklemeyip daha gündüzden gitmiş. Oğlum Devrim ise bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola avare gibi geziniyor. Giyinip kuşanmamaış, takınıp takıştırmamış, saçını başını taramamış, parfüm sürüp kokulanmamış...
"Oğlum sen gitmiyor musun?"
"Yok be baba, bana ne düğünden."
"Lan nasıl bir delikanlısın sen! Gitsen gezinsen, herkes gibi davul sesine tepinsen, biraz terlesen. Masum yüzlü, tatlı dilli köylü kızları da güzel olur hani, birisiyle tanışlık edip sohbet filan etsen..."
"Boş ver baba ya, bana ne elin düğününden, bana ne köylü kızının güzelliğinden! Ben de seninle gelirim en iyisi. Sana yardım ederim..."
Onlar düğüne eğlenceye giderlerken ben de Istrancalardaki gündöndü tarlasına gidecekmişim, domuz bekçiliğine. Ulan karlar yeni yeni erimiş, yerler hep çamur. Çamur deryası. Kıyıda köşede hala eriyip bitmemiş kar adacıkları bile var. Yani kış henüz bitmemiş, bırakın yazı henüz bahar bile gelmemiş. Bu zamanda tarlada gündöndü bitkisi mi olur? Olmaz ama olsa bile topraktan yeni çıkmış iki yapraklı gündöndücüklere domuzların ne zararı olur? Ölmüş ama yeniden dirilmiş babam öyle demiş; "bu gece git gündöndüye..." Demişse yapacak bir şey yok...
Bizim allanıp pullanmış, süslenip püslenmiş kadınlar düğün yerine giderken güneş yeni batmış, karanlık ha çöktüm ha çökecek bir zamandı. Onlar gidince bütün hazırlıkları yapıp lazım olacak her şeyi motosikletin römorkuna yükledim. Lakin bir türlü çıkıp Istranca yamaçlarındaki tarlaya gidemiyorum. Çünkü Devrim’i bekliyorum.
"Hadi be oğlum, hadi be oğlum..."
"Hemen baba, hemen geliyorum..."
Tamam geliyorum, hemen geliyorum ama bir türlü geldiği yok. Aynanın karşısına geçip başını bir o yana bir bu yana evire çevire hem burnuna, hem kulaklarına bakıyor. Gözleri fal taşı gibi. Oğlum yüzün gözün güzel, burnun uzun değil, güzel, kulakların kepçe değil, güzel.
"Bu kızlar benim neyimi beğeniyor ki baba!"
Lan seni beğeniyor, seni! İçin dışınla her şeyini. Hani zengin çocuğu olsan işin içine mal, mülk, para gibi metalar girer ama bu öyle bir şey değil. Oğlum bin kere söyledim bunu sana, seni seven o güzel kızlara neden haksızlık edip duruyorsun?
"Hadi be oğlum gidelim artık..."
"Tamam baba, geliyorum baba!"
Aynanın karşısından güç bela kaçıp duşa gidiyor bu sefer. Yıkanıp çabucak da çıkıyor.
"Oğlucuğum, düğün yeri değil gittiğimiz yer. Düğüne gitseydin neysedir ne ama gittiğimiz yer dağ başı bir yer..."
"Tamam baba, az bekle saçımı kurutayım. Yedi aylık mı doğdun ne..."
Az bekle az bekle derken gece oldu. Gece oldu ama ay doğdu. Yeryüzü karanlık değil, gümüşi bir aydınlık içinde. Derken düğüne gidenler geldi. Akrabaların yanı sıra daha bir sürü komşu kadını, komşu kızı ve gelini geldi.
Karım dedi:
"Siz gitmediniz mi hala? Düğün bitti, saat on bire geldi. Aç domuz sizin keyfinizi bekler mi?"
"Gittik. Gittik de geldik bile..."
"Dalga geçme!"
"Şu senin doğurduğun var ya..."
"Devrim mi?"
"O değil, Evrim..."
"Hay gözü çıkası! Hay burnu, kulağı kopası! Hay cin çarpıp da ağzı yamuk kalası..."
Dedi ama o kadar. O kadarcık. Bir sürüsüyle birlikte yanımdan geçip terasa çıktılar. Ne çok kadın, ne çok. Hepsi de kanepe, koltuk, sandalye ne buldularsa götlerini koyup sıra sıra oturdular. Kahve içecekmişler. Afiyet olsun ama bunca insana kahve mi dayanır? Hem de şeker. Ocağıma incir ağacı dikecekler...
Saat on bir olmuş. Gecenin geç bir vakti. Bu vakitten sonra gitsen ne olur, gitmesen ne olur. Kıyamet mi kopar? Hem kar suyu ile ıslanmış her yer çamur, çadır kurmak için kuru bir yer mi bulunur? Yarın gideriz, gün gündüzken. Çadırımızı gündüzden kurup içine sereriz döşeğimizi. Baba bir ateş yakarız önüne; hem ısınır hem de aydınlanırız. Yarın ola hayrola. Öyle mi olsa acaba derken ölmüş ama yeniden dirilmiş babam geldi aklıma. Kadınlar topluca geldi ama o yok. O, şimdi düğün evinde; ne ben ne de gündöndü çok da sikinde! Koca bir dana, on da kuzu kesmiş düğün sahibi, rakılar yüzlerce şişe. Kavurmalar, kızartmalar, içkiler fondip, sohbet de o biçim. Birisi dese; "eve gidip horozu keser misin" o der; "ne horozu ulan, ben arkadaş hatırına öküzü keserim..."
Düğünden gelenler oturup birer fincan kahve içsin. Hem de şekerli. Afiyet olsun. Dinlensinler, rahatlık olsun. Konuşsunlar hiç susmadan, hoş sohbetleri olsun. Hoş görülüyüzdür biz; kahvenin şekerin lafı mı olur; dostlukları daim olsun...
Vazgeçtik gibi. Bu saatten sonra bu iş olmaz, öyle dedim kendime. İşte tam o sırada bir araba gelip durdu yakınımızda. Araba otuzlu, kırklı yıllardan kalmışmış gibi. Tekerlekleri öküz arabası tekerleği gibi. Ya da bisiklet tekerleği...
İki yandan iki kapı açılınca iki kişi çıktı arabanın içinden. Birisi çok özel birisi. Giyimi kuşamıyla din adamına benziyor ama imam filan değil. Yani Müslüman değil. Bu kesin. Papaz veya haham olabilir ama pekte bilemedim.
Öteki siyah takım elbiseli ve camları siyah gözlüklü olanı koruması olabilir. Mesela CIA veya Mossad ajanı...
İkisi peşi peşine yürüdüler bizim eve doğru. Üç veya dört merdiven inmişlerdi yoldan bahçeye. Hemen sonrasında geceyi yankılatan bir silah sesi. Tek bir ses...
Silah sesine herkes ayaklandı. Yani kadınlar. Başlarını çevirip o yana baktılar. Ve gördükleri karşısında donup kaldılar. Ben de baktım, ben de donakaldım. Devrim, o din adamı kılıklının yanında, elinde de tabanca; adamı alnından vurmuş tek kurşunla. O, tabanca elinde ve çok soğuk kanlı ve çok sakin. Papaz mıdır haham mı her ne ise, o da alnından kurşunu yiyince içi boş bir kütük gibi yıkılmış yere. Orada, Devrim’in ayakları dibinde. Oğlum ne yaptın sen demek istedim ama sesim çıkmadı. Küçük dilimi yutmuşum. Gitmek istedim oraya ama yürüyemedim; çünkü ayaklarımdan yere çivilenmişim...
Düğüncü kadınlar bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi çöküp oturdular eski yerlerine. Kiminin kahvesi bitmiş, kiminin bitmemiş. İçlerinden birisi kahvesi içilmiş fincanı evirip çevirerek fal bakıyor. Sigara tüttürenler de var aralarında...
Silah sesini duyan bir çok er kişi de koşup gelmiş. Ne çok erkek insan. Gençlerden birisi gidip hala dumanı tüten silahı aldı Devrim’in elinden.
"Lan salak mısın sen! Suç aletidir bu, götürüp atalım denize. Ya da gömelim yerin yedi kat dibine..."
Sesini duyabiliyorum, Devrim diyor ona:
"Tabancasına tüfeğine, hem denizin içi hem de yerin dibine!"
"Lan oğlum, ölümlerden ölüm seçme kendine!"
"Lan ben zaten ölü biriyim..."
"Devrim kardeş, candaş ve yoldaş, ha kardeş gözünü seveyim. Biraz sonra polis gelir, ya da jandarma. Alıp götürürler seni ellerin kelepçeli. Sonra ömür boyu hapis. Ömür boyu değil hapisliğin tek bir günü bile çekilmez. Hele sen. Çekemezsin. Gel dinle beni. Adam alnından vurulmuş tek kurşunla. Ölmüş. Papazdır o veya Haham; sonuçta o da bir insan. Ben yapmadım de, inkar et. İnkar et ulan! Şahitlik yapanlar senin yanında olacaktır zaten, buna inan. Ha kardeşim benim, ha gözünü seveyim..."
O genç kişi ikna etti Devrim’i. Bunu gördüm. Kendi gözlerimle gördüm. Koluna girip uzaklaştırdı oradan. Sonrasında tepe lambası ışılayan bir araç, peşinde de sıra sıra birkaç tanesi. Siren sesi yok. Geldiler. Gelip durdular yolda. Bütün araçların kapıları yıldırım hızıyla aynı anda açıldı. Üç polis, beş polis, yedi polis... Her yer polis. Kimilerinin omuzları yıldızlı, kimileri yıldızsız ve aysız...
Ölü kişi yerde yatmış, upuzun. Alnından vurulmuş ama delik yok. Öyle bir şey yok. Siyah bir nokta bile. Başının altında kan gölü yok. Yok, kanın damlası bile. Sadece apış arası ıslak, altına işemiş. Sıçmış bile olabilir...
Diğer polisler araçları yanında kalırken dört tanesi bahçeye gelip olay yerini incelemeye başladı.
Bahçedeki erkeklerden birisi olaya şahit olmamış ama şahitlik edecekmiş gibi, yani "bu adamı Devrim çocuk öldürmedi, öldüren cani kaçıp gitti, ha bu gözlerimle gördüm." diyecekmiş gibi "komserim." diyor, omzu yıldızlı polise.
Omzu yıldızlı polis:
"Komiser değil ulan, baş komiser! Baş komiserim diyeceksin bana!"
"Pardon Başkomiserim."
"Siktirme şimdi pardonunu!"
Baş komiser ciddi. Çok ciddi. Yani işinin ehli. Tecrübeli. Hem de sinirli birisi.
Devrim, Hahamın ya da Papazın, ya da Şıhın alnına tek kurşun sıkmış. Her kim ise o, anında düşmüş yere. Düşmüş içi boş bir kütük gibi...
Sanki çok derinlerden bir ses geliyor kulaklarıma. Ne bir Papaz, ne de bir Haham, reis o reis. Tarikat reisi. Şeyhtir o veya Şıh. O dipsiz kuyudan gelen ses böyle diyor bana...
Polisler, yerde beyaz çizgiler çizdi tebeşirle, maktulün fiziki şeklince. Bu arada, o ara hangi ara ise hiç hatırlamıyorum; birisi ayaklarımdaki çivileri söküp götürmüş beni banklı masaya; polisçiklerden birisi de gelip daktiloyu koymuş o masa üzeri yere.
Baş komiser; "yaz Kazım." diyor, o da parmaklarını makineli gibi işleterek diğer polisin söylediklerini yazıyor.
"Dedi ki zanlı, adı Devrim imiş. Ve dedi ki..."
Baş komiser:
"Lan polis çocuk, ifadeyi sen almadın mı?"
Polis:
"Ben aldım Baş komiserim."
"Öyleyse söyle kekelemeden, ne dedi? Sen de yaz ulan çömez polis!"
"Yazıyorum Baş komiserim. Dedi ki, geldi..."
Baş komiser:
"Kim gelmiş?"
Masa başındaki yıldızlı veya yıldızsız üç polis, üçü de beni görmüyor. Görüyorsa bile; "sen babalık, şuradan kalkıp git başka bir yere" demiyor. Kulaklarım da açılmış bu arada, bütün konuşulanları kelimesi kelimesine duyuyorum...
Tuhaf giyimli birisi diyor Devrim. Hoca desen değil, müftü desen hiç değil. Yani adam Müslüman filan değil. Öyleye benziyor. -Haham olabilir mi? -Olabilir. -Papaz olabilir mi? -Olabilir. O kılığa girmiş ajan bile olabilir. Mossad veya CIA. Kadınlara vaaz verecekmiş. Bak şu ite!
"Yedi lira ver." demez mi bana, damdan düşer gibi. Hem de hiç utanmadan. "Çok değil, tek yedi lira. Sonra gel bizim oraya. -Dedim, neresidir sizin ora? -Yeni dinin uçkurundaki o sulu çukura. -Ne çok kızdım o zaman bir bilseniz; küplere bindim. Sonra kapaklarını açıp tüm küplerin içlerine girdim. İndim ta diplerine. Ne tahıl var, ne şarap; hepsi bomboş. Küplerin içi boş. Dedim ki ona, sana yedi lira vermem. Vermem ulan! Vermem, hem de veremem. Hem aklım izin vermez buna, hem de param yok. Ben işsizim ulan! İş yoksa para yok, para yoksa aş yok, ben açım ulan! -İş de var, para da var dedi bana. Para olunca ekmek de var, su da var. Git çalış. Parasız birine delikanlı mı denir ulan, delikanlı olmayana kız mı verilir? -Çok kızdım ve nah var dedim ona. Biliyor musun kaç yere gittim ben iş için. Sen bunları biliyor musun? Biliyor musun kaç kapı çaldım; kaç yazılı sınav, kaç mülakat... Her keresinde teşekkür ettiler, bu sefer olmadı ama inşallah birdahaki sefere dediler. Şeyh misin, şıh mı; her ne isen sen de adamın canını sıkma! Sıksan ne olur ulan, sıkmasan ne; canım zaten boğazımda benim. Baba on lira verir misin, sigara için. Baba beş lira verir misin; kahveciye çay parası için. Ulan bunlar genç biri için kolay şeyler mi?
Fakir fukara babacığım daha ne yapsın! Ufukta görünen yeni bir şey de yok, tünelin ucunda da ışık; daha daha nereye kadar? Öyle değil mi polis kardeş? Sonra, adın nedir senin dedi bana. Devrim dedim ben. İşte dedi. Ha işte dedi. Biliyor musun, bütün suç ananla babanda. Böyle bir isim koyarsan çocuğuna, olacağı işte budur. Devrim deyince anarşist ve anarşi gelir insanın aklına. Devrim deyince, silahlı militan ve darbe gelir insanın aklına. Baş kaldıran, dikleşen, itaat etmeyen; işte bu ve bu gibi şeyler. Böyle birine patron olsam ben de iş vermem. -Adım Devrim olmasaydı da Ekber olsaydı her şey halledilmiş mi olacaktı? -Evet dedi o vakit. Ama "sana geçmiş ola" diye de ekledi. -Niye ki? -Senin içine cin kaçmış çocuğum! Kötü bir cin. Lakin yok değil, çaresi elbet mümkün. Koş gel bizim tekkeye, orası sana iyi gelir. Ama senin verecek yedi liran bile yok! -Bulurum Şeyhim dedim. -He, haydi buluver öyle ise. -Çok saygıdeğer Şeyhim, çok özür dilerim ama Cumhuriyet geldiğinde Tekke ve Zaviyeler kapatılmadı, tarikatlar yasaklanmadı mı? -Kim kapadı, kim Yasakladı lan? -Kim mi? -Tabii ki ayyaşın teki. Kapayın dedi kapadılar, yasaklayın dedi yasakladılar. Asın dediklerini de astılar. -Oha ulan! -Asıl sana oha! Ama artık zaman değişti çocuğum. Çıktı başka birisi, başa o geldi şimdi. Açın diyor, açıyorlar, serbest bırakın diyor, salıyorlar. Tıkın kodese dediklerini de tıkıyorlar, ne haber koçum! -Sizin tekke nerededir? -Karakurum denilen çöl bir yerde derken alaycı bir ifadeyle sırıttı. Şaka yapmış tabii. Sonrasında öyle dedi. Tekke dediği yer, Körhoca köyündeymiş ve o köy de buraya çok yakın bir yerde. Tarikatın adı da şahlan tarikatıymış. Kendisi de bu tarikatın başıymış. Şeyhmiş yani, ya da şıh. -Bana bak dedim ona, ben şeyhleri şıhları sevmem, senin gibileriyse asla ve asla! Bedreddin başkaydı tabii, o bir başka. Elimi belime attım, tabancayı kaptım ve bu ahlaksız, bu acımasız, hem de ukala adamı alnının ortasından mıhladım. Bedreddinin yüzü suyu hürmetine. Şimdi beni hapse mi atacaksınız? Atarsanız atın. Sonra asacak mısınız? Asarsanız asın..."
Dirseklerim kalın tahtalı masada, eğilmiş başım da ellerim arasında. Ve şıp şıp eden gözyaşlarım. Sessiz sessiz ağlamaktayım.
Ben ölüyorum ulan! Ölüyorum. Birini vurdun, hem de alnının ortasından. Ne olacak şimdi? Alıp götürecekler seni, tıkacaklar mahpushaneye. Öyle bir mahpusluktur ki bu, tam ömür boyu. Oğulcuğum, tosuncuğum; burada bile zorlanırken orada nasıl yaşarsın sen? Sen orada yaşayamazken burada nasıl yaşarım ben? Bir kurşun kendi alnına, bir kurşun da benim alnıma sıksaydın ya ulan!
Polisler koşturup duruyor, arada bir durup birbirleriyle konuşuyor. Ben dilini yutmuş bir adam, beyni durmuş çalışmayan. Devrim’in dünya umurunda değil sanki. Sanki birini öldürüp katil olmamış. Ve de küçülmüş de küçülmüş, yaşı yirmi altı değil de sanki on üç, on dörtmüş gibi. Bahçede çocuklar gibi koşturup duruyor, ateşçakan böceği kovalıyor. Kovalıyor ama tutamıyor, tutsa bile hemen salıveriyor. Gün, gündüz olsa hoplayıp zıplayarak uç uç böceği, kelebek bile kovalayabilir, öyle küçük masum bir çocuk gibi. Böylesi biri, öylesi birini nasıl öldürebilir de katil nasıl olabilir?
Düğüncü kadınlar düğünden gelirken bir tabak çorba, bir tabak kuru fasulye, bir tabak et yemeği veya bir tabak kalle, biraz pirinç pilavı getirmişlerdir. Getirmişlerdir muhakkak. Bir açlık düştü içime ki, sormayın gitsin. Kalktım oturduğum yerden. Baktım ki, kalkabiliyorum. Yürü dedim ayaklarıma, baktım ki yürüyebiliyorum. Dört büyük zarf bırakmıştı birileri masama, dört kayık tabağı dolusu da aşure. Zarfları boş ver de aşureden yerim biraz. Bir de talı isteği düştü ki içime; sormayın gitsin...
Polislerden biri gelip karşıma dikildi. Baktım omzu yıldızlı. Yıldızlı polis yani.
"Buyur komiserim." dedim kısık sesimle.
"Komiser değil ulan koca adam, Baş komiser Baş komiser!"
"Kusura bakma baş komiser, ben pek bilmem. Hani astsubay, subay, general filan, onları bilirim askerlikten ama polisleri bilemem. Yolum karakola hiç düşmedi de... Kusura bakma yani. Bir de böyle elim bir durum var iken..."
"Öyle bir durum yok baba, için rahat olsun..."
Ambulans gelip aldı ölü şeyhi. Haham ya da papaz gibi olan o kişiyi. Götürdüler. Devrim, hala bahçede hoplayıp zıplayarak koşturuyor, ateşçakan böceği kovalıyor. Bu arada polis araçlarının biri hariç diğerleri gitti. Onlar gitti ama onu alıp götürmediler nedense...
O yıldızlı polis az sonra yeniden geldi yanıma. İki elinde iki fincan kahve vardı. Geçip karşıma oturdu. Kahve fincanlarının birini önüme doğru kaydırdı. Bakışları, "buyur, bu senindir" der gibiydi. Dudaklarına sıkıştırdığı sigarayı kibrit çakarak yaktı, yanık sigarayı bana uzattı. Sonra bir tane de kendisine yaktı.
"Kahve ile cigara, yakışır valla. Yalan mı baba?"
Ben şaşkın, hiçbir şey anlamazmış gibi dudak büktüm.
"Çok şükür bu iş de bitti. Birlikte baş başa birer kahve içip giderim ben. Bir fincan kahve ve kırk yıl hatır misali. Bilirsin..."
"Bitti mi yani?"
"Ne bitti mi baba?"
"Hani bu iş dedin..."
"Bitti bitti. Bitti bitmesine de hele dur bakalım biraz, sen ağlıyor musun?"
"Yok be komser! Gözüme toz kaçtı da..."
"Komiser değil baba, baş komiser baş komiser..."
Papaz ya da Haham, veya Şeyh, veya Şıh; alnından kurşun yiyip ölmemiş, korkudan bayılmış sadece. Çünkü tabanca kuru sıkıymış. Patlamış, gürültü çıkmış ama ucundan kurşun fırlamamış.
Ve ölmüş ama yeniden dirilmiş olanlar yaşıyorlar aslında, lakin diri iken yaşıyor sanılanların yaşamları hepten yalanmış. O hayatların değeri delikli iki para etmez...
Güle güle bay komiser, güle güle olsun sana. Kör kurşun denilen o serseri sekip de körlemesine gelip tatlı bir yerceğizine değmez inşallah...
Tevfik Tekmen. 17/Ocak/2020. Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.