- 740 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Üç beş Nöbeti Ve Filan Hanım
Bahçe çitinin dikenli tellerini iki eliyle araladı. Yakalanırsak diye neredeyse ödüm patlayacak korkudan.
"Bakmasana lan mal, mal geç hadi." Başka dünyaya açılan bir perde ortasından yırtılmış beni içine çekiyordu. Sağ ayağımla beraber vücudumun yarısını sınırın diğer tarafına taşıdım. Dünya sanki ayaklarımın altından kayıp gidecek başım döndü, gözlerim karardı güç-bela diğer yarımı da sürükleyip nihayet sınırı geçtim. Aynı şekilde telleri aralayıp bende onun geçmesine yardım ettim.
İlk defa böyle bir işe kalkışıyorum Fahri piçinin gazına gelip.
Demişti... "Orada olanları bir görsen." İnanmamıştım. İnanır mıyım? Piç işte kafasına göre hikâyeler uydurup arzularını tatmin ediyor. Bu Fahri gibilerinin, akılları fikirleri hep uçkurundadır.
Benimki de merak, ama işin içinde sevdiğim kadın var, ipin ucu ona dokunuyor. Nasıl merak etmem!
Fahri’nin anlattıklarının aksini gözlerimle görüp, nasıl bir yalancı olduğunu yüzüne vurmalıydım, yoksa hepten yol açmış olurdum ona. Haddini bilsin.
Aslına bakarsak benim için daha mühim olanı, sevdiğime henüz açılamamış olmam. Fakat onun da bana karşı boş olmadığı aşikâr.
İsmail demişti; “olum bu karı sana yanık. Demedi deme."
Hissiyatı derindir İsmail’in, boş konuşmaz. Pazarda bana bakarken görmüş. Bu İsmail gibi tipleri hepimiz tanırız aslında, çevremizde onun gibi birileri mutlaka vardır... Böyle yok gibi yaşarlar, ama vardırlar işte; en olmadık zaman da ortaya çıkar, içine o evhamı ustaca yerleştirip yok olurlar...
İçimi tarifsiz bir heyecan kapladı. Korkak olduğuma dair bir düşünceye daldım... Sevdiğim de olsa böyle kaçak-göçek, izinsiz girilmez ki. "Götün yiyorsa bir gece beraber gidelim de gör" deyince Fahri, gaza gelip tamam gidelim demiştim. Oysa nasıl da pişman olmuştum dediğime...
Babam hâlâ gelmemişti. Annemin uyumasını bekleyip öyle çıktım evden, meydanda buluştuk Fahri’yle.
Yolda caydırmak da istedim bunu: Bir gören olursa rezil oluruz. Dönelim başka zaman geliriz falan desem de ikna olmamış beni de sürüklemişti peşinden. Allah’tan şu ceviz ağaçları ayın ışığını gölgeliyor da biraz olsun içim rahat. İnşaallah bir aksilik çıkmadan çeker gideriz diye geçirirken aklımdan... Ensemde öyle bir tokat hissetim ki gözümün önü ışıdı.
Sikicem lan yapacan işi...
Elini havada yakalayıp ittirdim. Daha fazla ileri gidebilirdim, fakat pislik çıkarır biliyorum.
Zor tuttum kendimi. Sonuçta sevdiğim kadının evine gelmişim saygım var.
"Takip et beni, arka tarafta boş bir kümes var pencerenin dibinde. Üstüne çıkıp oturdun mu? İşte keyfine diyecek yok. İçeride olup bitenleri televizyon izler gibi izlersin."
Ulan şeytan diyor ki; kır şunun ağzını burnunu. Kim bilir kaç defa gelmiş?
Sonuçta mahrem, benim de mahremim sayılır.
Pencerenin diğer tarafında sevdiğim kadın yaşıyor. İşin içinde namus da var, şuracıkta gebertsem kim ne diyecek.
Allah’ından bulsun dedim. Zaten yakında askere gidecek piç. Bununla beraber altı kişilerdi muhtar götürmüştü şubeye muayene için. Hepsini daldaşşak edip incelemişler, her bi yerlerini.
Olur mu öyle şey? Gene sallıyor demiştim.
Ya doğruysa?
Ben asla soyunmam demiştim İsmail’e.
“Askerlik kalkacak diye bir söylenti olduğunu, ben gidesiye kadar askerliğin kalkmış olabileceğini söyleyip teselli etmişti. Dört senem vardı daha.
Neyse işte, kümesin yanına kadar hangi ara geldik hatırlamıyorum. İçeriden sesler geliyordu...
Fahri haklı mıydı yoksa? Yalvardım Allah’a. Haklı çıksın istemiyordum.
İnce, tül bir perdenin ötesinden çeşitli loş ışıklar süzülüyordu dışarı... İmkansız olduğunu bilsem de, şansımı denemek istedim son defa; olum gel, bırak gidelim. Bu işin sonu kötüye gidecek. -Belki de yüzleşmek istemiyordum gerçeklerle- Dinlemedi beni... “Buraya kadar gelmişiz, gidiyorsan yol orada, yürü git” Dedi. Pişkin, pişkin. Tam o anda bir gölge düştü pencereden dışarı.
Sevdiğim kadın... Onu ne zaman görsem elim ayağım tutulur. Kasabaya ilk geldiği günü dün gibi hatırlarım. Meydanda maç yapıyorduk. Onu gördüğümde nasıl vurdumsa topa Hamdi’nin bakkalın kapıdan içeri sokmuştum. O bile gülmüştü.
İnci gibi dişleri, mısır püskülü sarı saçları, dizlerinin üstünde biten kırmızı elbisesi, çiçekli. Kardeşim Ahmet gibi en az dört çocuğu doyuracak büsbüyük memeleri, ve beni annemden bile daha çok seveceğine inandıran o bakışları hâlâ gözümün önünden gitmez.
Fahri piçi o gün yapıştırmıştı etiketi... "Kaşar lan bu karı" yakasını toplamıştım da İsmail girmişti araya.
Filan hanım. Sanki adını söylemek suçmuş da kısa zaman sonra herkesin diline dolanmıştı, annemlerin bile.
Ne olmuş yani tek başına yaşıyorsa?
Yok efendim kocası yokmuş, nereden geldiği belli değilmiş, açık saçık giyinirmiş, çarşı-pazar demez sesini koyurur, kötü kadınlar gibi gülermiş.
Barındırmadılar mahallede...
Allah’tan babamla muhtar iyi adammış da, muhtarın bağ evini dayayıp-döşeyip ona ev etmişler, sahipsiz bırakmamışlardı.. Hamdi öyle söylemişti.
Muhtar iyi adamdır; civarda, dul kalmış, kimsesiz kadın-kız, merhametini esirgemez sahip çıkar da, kötü niyetli kimseler ilişemez onlara.
Gel gör ki güzel olmak suçtur bizim memlekette. Bir adın iki olur, üç olur da, bahtın olmaz. Falan-filan diye bahsederler bir zaman sonra.
Bana soracak olsalar, her şey o Serpil teyzenin başının altından çıkıyor: Filan hanım geldi. Filan hanım gitti. Ayaklı gazete mübarek. Çarşıda pazarda bir şey duysun duymasın nasılda uydurur onca şeyi... Anneme de her şeyi ilk o yetiştirir...
"Günde kırk kapıyı değnekler" der babam. E haklı da adamcağız.
En son babamla annem kavga etti onun yüzünden. Bunun kulağına gitmişte kesildi ayağı, gelmez oldu.
"Vaaay! Gel lan gel, bak seninki de burada... Benim ki kim lan? Fahri hiç vakit kaybetmeden çıkıp oturmuştu kümesin çatısına.
Gitmez olaydım, gidip de görmez olaydım.
Sevdiğim kadın yarı çıplak göbek atıyor. Üstelik babam da içeride...
Dayanamayıp bayılıp düşmüşüm. Gürültüye çıkmışlar. Fahri’de korkmuş beni öyle görünce. “Çıkmasalardı ben çağıracaktım” demişti.
Kendime geldiğimde sevdiğim kadının kollarındaydım mutlu-mesut... O anlık saadetimi öfkem dağıttı. Güzelsin hoşsun da neden, neden el alemin ağzına laf verecek işlere bulaşıyorsun. Gözümü gözlerine dikip bakışlarımla konuşuyordum. Seni buna zorlayan mı var? Mecburum diyordu sanki, ya da ben öyle uyduruyordum. Hemencecik yumuşadım...
Yüzümü saçlarımı okşadı " haylazlar sizi" hayatımda hiç bitmesin istediğim o sahne babamın sesiyle bölündü.
"Ulan şerefsizler, utanmazlar, sizin elin kadınının bahçesinde işiniz ne? Asıl utanmaz sensin ki; sevdiğim kadına asılıyorsun dedim içimden. Delirmiş gibi gezinerek küfürler tehditler savuruyordu. İnsan sevdiği kadının kollarında ne kadar mutlu, ne kadar cesur, ne kadar da umarsız olurmuş. Hiçbir şey umurumda değildi, ama daha fazla ileri gidip sevdiğimin yanında beni küçük düşürmesine müsaade edecek değildim...
Fahri muhtarın yanında oturmuş tirtir titriyordu. Muhtar az bi sessizlik yakalayı verse neredeyse ebediyen sızıp kalacaktı oturduğu yerde. Onu süzerken belindeki silaha takıldı gözlerim. Babam sakinleşeceğe benzemiyordu.
"Aman be ne uzattın sende, bir cahilliktir yapmış çocuklar sus artık"
“Kes sesini orospu."
Kan beynime sıçradı. Nasıl fırlayıp kalktımsa muhtarın belinden sıyırıp aldım silahı.
Sevdiğim kadına laf etmeyecektin baba.
Muhtar ayaklandı. Fahri müdahale etmek istedi, karışma lan diye önce ona, ardından da babama doğrultum silahı.
Muhtar arkadan sarılmış rasgele sağa-sola aşağı-yukarı savrulan kolumu yakalamaya çalışıyor. Seviyorum lan. Utanmaz da sensin, şerefsiz de, orospu da.
Nereden geldiğini anlamadığım bir tokat yapıştırdı babam, silah ateş aldı, kadıncağız bir çığlık attı ki donup kaldık hepimiz. Herkes ayaktaydı.
“Bir şey yok, bir şey olmadı sakin, sakin ol evladım” diyerek elini uzattı muhtar, silahı almak için...
Fahri çoktan kirişi kırmıştı. aralayıp çıktığı kapıdan fırlayıp peşine düştüm. Arkamızdan gelen yoktu.
"Vurdun lan karıyı manyak." Ne diyorsun sen? Eğer öyleyse geri dönelim, gidip o ikisini de geberteyim. Kolumdan tuttu Fahri. Kaç olum ölmüşse var ya, atarlar seni içeri. Bırak onlara kalsın.
Fahri’yi o güne kadar yanlış tanıdığımı düşündüm. Nasıl da koruyordu beni. Piçti ama delikanlı çocukmuş. İki gün gizledi evlerinde. Anneme anlatmış her şeyi. Gözüme gözükmesin o şerefsiz, siktirsin gitsin demiş babam, anneme. Ölen falan da olmamış. Kimsenin de bir şeyden haberi yokmuş. Annem biraz para birde çanta hazırlayıp yollamış Fahri’yle. Dayısını aradım. Haberi var onu bekliyor. Tez binip gitsin diye tembihlemiş.
İşte öyle tertip. İstanbul’a varır varmaz işim hazırdı. “Askerliğin gelesiye kadar çalış, memleketi de unut” demişti dayım. Öyle de yaptım. Çalıştım...
Teslim olmaya bir hafta vardı. Annem Ahmet’i de almış gelmiş, bırakmış babamı anlayacağın.
Sevdiğim kadını da kendine karı yapmış o şerefsiz.
Gözleri dolmuştu...
Vay be! ne hikâyeymiş. Dedim.
Siktir et olum askerliğin bitince işin hazır, anan kardeşinde yanında olacak.
Karı da zaten yolluymuş. "Yolluymuş" dedi iç çekerek. Hay dilimi si...
Nasıl mahcup oldum öyle söylediğime.
Neyse. Dedim.
Nöbet değişimine az kaldı, şu gıcık çavuş seni burada görmesin. Karargâhın orada görüşürüz. Git sen...
Ayaklandı...
Bende tüfeğimi kulübeye dayayıp arkaya dolandım.
Çok sıkışmıştım...
Nereden bilecektim ki bunu yapacağını...
YORUMLAR
Öykülerini, bizimle yeniden paylaşmaya başladığın için kendi adıma mutluyum. Çok az insanı bu kadar keyifle okuyorum. Gerçekçi, ayakları yere basan, içinde Hacı Abi olmasa bile, görür görmez sana ait olduğunu anladığım özgün anlatımını seviyorum:)
Teşekkürler öykü için...
Ali CAN( ezgin dizeler)
Birde mahcup oluyorum böyle durumlarda.
Saygılar...
İlgiyle okudum,işlenişi de hayli ilginç ve sürükleyici. Okumadım seyrettim, sinerek öykünün bir yerlerine.
Fazlası var eksiği yok. Kutlarım...
Sağlıcakla.
Ali CAN( ezgin dizeler)
Sağlıcakla...