NE ZAMAN ZENGİN OLACAĞIZ?
Köylü Ereceb’in güççük oğlu sordu babasına,
“Baba biz ni zaman zengin olacağız?”
Erecep oğlunun başını okşayıp, derin bi nefes aldı. Sonra da;
“Tütün ektik ya! Bu sene tütün iyi olursa, birde başfiyatı iyi olursa, zengin olabiliriz.”
Küçük oğlan yarı gülümsemeyle geçiştirdi babasının anlattıklarında.
Tütün satılınca, yine sordu sorusunu.
“Zengin olduk mu baba?”
Erecep, başını havaya kaldırıp hava alırken, zenginlikten bu yılda hava aldığını mırıltıyla anlattı oğluna.
“Olamadık! Belki seneye. Amerika tütünü bizim hükümete daha ucuza verince, bizim tütünler yangına gitti. Zengin olmayı bırak, panayırdan bir leğen helva bile alamadık. Çevirmede yok. Seneye tütün ekip dikmeyeceğiz artık.”
Oğlan meraklı. Yine;
“Baba seneye zengin olacak mıyız?”
“Oğlum biber ekeceğiz. Salçalık biber. Biber iyi para ederse, zengin olmak kolay!”
Erecep bütün tarlalara doldurmuştu biberi. Başkalarının tarlalarını bile kiralamıştı. Her yere biber dikmişti. Dikmişti de hiç bir fabrikayla sözleşmesi bile yoktu.
Biberler olduğunda gidip pazar aradı. Hiç kimse alırız demedi. Biberin kolayca bozulacağını bilen alıcılar, bir düdük parasına biber almayı kabul edince olan oldu. Erecep biberleri, yollara derelere döktü. Emekleri boşa gitmiş oldu. Biberleri toplayıp toplayıp giden babasına yine sordu, küçük oğlan.
“Zengin olduk mu baba?”
Bir gözünü kapatıp bir gözünü yarım açan Erecep;
“Olamadık! Belki seneye. Başka yerlerden daha ucuz biber gelince, fabrikaya satamadık biberleri. Almadı uyanıklar. Birde Almanlar bizden salça almıyorlarmış. Amerika daha ucuza veriyormuş. Allaha şükür kendi salçamızı yaptık. Komşular da sebeplendi bizim biberlerden. İnşallah seneye zengin olacağız. Bu sene bütün tarlalara buğday ekelim. Suda istemez. Öğrendim ben Dünya’da dışarıya un satan birinci ülke bizmişiz.”
Ertesi yıl bütün tarlalara buğday ekti Erecep. Hayalleri vardı. Buğdayları un değirmenine satacaktı. Samanları da inek besleyenlere. Her şey garanti görünüyordu. Mevsim çok iyi gitmişti. Rekolte sayılacak bir verimle, dönüm başına çok buğday aldı. Harmanı kaldırdı. Un fabrikasının kapısına dayandı. Fabrikanın önünde buğday yüklü kamyonlar sıraya girmişti. Hiç böyle sıra olmazdı eskiden. Bir çiftçinin küfür ede ede geldiğini görünce sordu.
“Hayrola birader! Ne oldu? Niye sövüyorsun böyle?”
“Niye sövmeyeyim len! Fabrika sahibi, şımarmış be ya! Götü kalkmış iyicene! Diyor ki, Amerika’dan ucuz buğday geldi. Ben iki kat para ödeyip te sizden alamam diyor! Birde sizden alırım, ancak parasını bir sene sona öderim demesi yok mu ya! Ulen köylüyü temelli enayi bellediler be ya! Sen gel de yedi ceddine mevlit okuma!”
“Aha!”
“Ahası yok hemşerim. Bir sene vadeyle buğdayları verip te biz taş kökümü yiyeceğiz be ya! S.. böle düzeni. A.. godumun bizim hiç sahibimiz yok mu ya? Her taşın altından Amerika çıkıyo, bu ne ya! “
“N’olcek şimdi?”
“Anasını a.. olcek! Buğdaylar elimizde kaldı. Tavuklara verip, sarısı koyu yumurta alıp Bakkal Rıza’ya satacağız. Kalanını da bulgur yapar sabah akşam yeriz!”
Harman olduğunu, buğdayların un değirmenine gittiğini gören oğlan, akşam sofrada sordu.
“Zengin olduk mu baba?”
Erecep, kaşıkla çorbadaki kuru ekmeği ezip dürtüklerken verdi cevabı.
“Gene zengin olamadık oğlum. Değirmenlerde kuyruk var. Bu senede, öteki ülkelerden ucuz buğday getirmiş hükümet. Ülkedeki un fabrikaları, biz Amerika ile yarışamayız. Ucuz veriyor, biz nasıl verelim ucuz. Maliyeti bile bu gavurlarınkinden daha pahalı. Boş verin len zengin olamadık emme, ekmek bol yiyin len. Ekmek yapıp yapıp yiyin gari! Salçada va! Sürün sürün yiyin”
Sofradan, sessiz kalktı herkes. Erecep umut fakirin ekmeği deyip söyledi sözünü.
“Seneye pancar ekelim. Şeker fabrikaları kapanmasın. Hem bu insanlar tatlıyı seviyor!” deyip, çekti gitti.
İşleri aralanınca, gidip bankadan biraz kredi çekti. Gübre, mazot hazırlığı yaptı. Paraları hesabında bekletmeye başladı. Hatta dolara çevirdi. “Dolar yükselirse birkaç kuruş alırsın” diye birileri akıl vermişti. Zamanı gelince gübre alacaktı. Mazot zaten boldu memlekette.
Ekim zamanı tarla sürmek için hazırlığa başladı. Artık eskisi gibi hiç kimse televizyondan haber izlemiyordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Gece yarısı hükümet her şeye zammı kakalamıştı. Ziraat odasına varıp sorduğunda, bir gün önce bir lira olan gübre iki lira olmuştu. Mazota da zam bindirilmişti. Bankadaki para elli çuval gübre alırken şimdi on beş çuval gübre almıyordu. Bankada duran parası miktar olarak aynıydı, ancak alım gücü olarak tükenmişti. Görünmez bir el paraları çalmıştı, değerini düşürmüştü. Akşama kadar küfür etti birilerine. Hiç kimseler de bu küfürlerden alınmadı.
Yine de ekti pancarını. Kafa gibi pancarlar üretti. Pancar buğday gibi değildi. Topraktan söküp temizlemek gerekiyordu, zahmetliydi. Ürettiği pancarları topraktan söküp döktü fabrikaya. Ne kilo fiyatını ne ödeme zamanını sormadı bile. Fabrikadan avans yerine çuvalla şeker aldı. Hatta komşularına bile alıverdi.
Bir akşam, kırtlama çayını içerken haberleri izliyordu. Haberleri izleyince çayı bile içemedi.
“Hükümet bu defa Amerika’dan mısır kökenli ‘şeker şurubu’ getiriyordu. Spiker haberi ballandıra ballandıra anlatıyordu. Artık baklavalar daha tatlı, kaliteli ve imalatı ucuz olacakmış filan. Şeker ile üretilen her şeyin fiyatında % 30’lara varan indirim olacakmış. Langıda langan samsak döveçi!
Erecep gülerek küfür etmeye başladı. Küçük oğlan o soruyu sormadı.
Erecep köy kahvesine gidince, ‘komünist’ diye köylülerin sevmediği, emekli imamın ‘solcu dinsiz’ dediği bir gazetede, “Ülkemizdeki tarım politikaları” başlıklı bir yazıyı görünce, okumaya karar verdi. Okudu. Okuyunca anladı gerçekleri.
Karpuz, patates, soğan… Üretende aynı durumdaydı. Kısacası ürettiği ile para kazanıp geçinmeye çalışan kim varsa, sömürü çarkının dişliler arasında bir şekilde eziliyordu.
Çin’den sarımsak getirilip, Kastamonu Taşköprü sarımsağı diye satılıyordu. Yunanistan’dan patates, Bulgaristan’dan kavun geliyordu. Muz Afrika’dan. Tavuk eti Brezilya Arjantin’den. Nohut mercimek Kanada’dan. Et geliyordu her yerden. Domuz eti bile geliyordu memlekete. Peynirde vardı, lor, tereyağı bile alıyorduk dışarıdan. Arkadaş inanmayacaksınız, günebakan çekirdeği geliyormuş Çin’den! Hem de çifte kavrulmuş.
Almadığımız bir şey yoktu. Aldığı çok, sattığı az olan hangi üretici ayakta kalabilir? Ayda bin lira kazanıp bin beş yüz lira harcayan birisi kaç ay dayanabilir bu duruma?
Kendi kendine yeten ülke, elden gidiyordu. Gübre ilaç ve mazot gibi girdilerin fiyatları arttırılarak Türk çiftçisi yok ediliyordu. Ancak, çiftçiler köylüler bu durumla ilgilenmiyorlardı. Allah Allah gidiyordu herkes.
Kahraman bakkalın süper marketlerle mücadelesi gibiydi her şey. Zordu direnmek, ayakta kalmak. Yel değirmeninin kime ait olduğu belli değildi. Olaya dikkat çekecek, Don Kişot olmak isteyen bir kahraman da yoktu. Tarım politikaları memleketin her şeyini derelere akıtmaktan korkmuyordu. Verimli toprakların üstüne inşaatlar yapılıyordu. Birde toprak rantı çıkmıştı. İmara açılmadan kapatılan yerler, imara açılınca bin katına satılıp, köşe dönmece oyunları oynanıyordu.
Üretim yoktu, her şey vardı. Köylerde bakkallar simit bile satıyordu. Kahvehanelerde doğal ürünler değil, nescafe vardı. Marka marka dondurmalar. Birde her evde krediyle alınmış traktör ve otomobiller.
Hepsi de üretimle değil, banka kredisiyle borçla alınmış fantezilerdi.
Çeker traktörün süreceği tarla yoktu. Otomobil, her hafta pazara gitmek, birde hava atmak içindi.
Saltanat ve zenginlik hep cepten harcanan borçtu. Karşılığı yoktu. Bu borçları birçok kişi zenginlik olarak görüyordu. Aynada yansıyan sahte lamba ışıkları gibiydi her şey.
Bu sahte zenginliğe aldananlar mutluydu.
Erecep, gazeteyi dürüp cebine koydu. Bundan sonra çok vakti olacaktı. Doğru eve gitti.
Küçük oğlu babasının pancar paralarını aldığını sanıyordu. Sordu;
“Baba zengin olduk mu?”
Oğlunun başını okşadı.
“ Olduk, olduk! Aslında olamadım! Zengin olamadım ama zenginliğe alışacağız oğlum alışacağız! Yolunu öğrendim. Zenginliğin yolunu çok iyi öğrendim.”
Oğlan hiçbir şey anlamadı söylenenlerden. Fakir Erecep, zengin olduğunu olacağını söylüyordu.
Erecep, elindeki traktörü sattı. Köyün tarlalarını almak için, köyde çadır kuran İstanbullu simsarlara da bütün tarlaları sattı. Artık hiçbir şey ekmeyecekti. Küçük oğlanda soru sormayacaktı. Paraları altın ve dolara yatırdı. İki yıl sonra emeklide olacaktı. Anasının babasının oyunu kapmak için hükümet aylık para veriyordu. Dul kaynanası da para alıyordu. Bir yerlerden paketlerde geliyordu. Daha ne olsun?
Şimdi yaşadığı bu gün önemliydi. Yarının kıymeti yoktu. Kısacası yarın, “Allah Kerim” sözünün içinde büzülüp kalmıştı.
Zengin olmak gerekmiyordu. Zenginliğe alışmak gerekiyordu. Zaten herkes zengindi. Erecep’in anladığı zenginlik farlıymış meğerse. Alın teriyle, bilek gücüye, üretmekle zengin olunamayacağını biraz geç öğrense de önemli değildi. En sonunda öğrendi zenginliği. Yan gelip yatmayı, tüketmeyi öğrendi. Kim üretirse üretsin, hiç önemli değildi. Yan gelip yatmak, en büyük zenginlikti.
“Ailecek bir yıl içinde alıştılar da. Zenginliğe alışmak zor olsa da çok güzelmiş be!”
“Yaşasın zenginlik!” derken, soğan ve soğanın kilosunun on lira olmasını da bir zenginlik olarak görüp keyifle izliyorlar haberleri. Memleketin refah düzeyini xteve’den, izlemek keyifli oluyormuş.
Şuayipodabasi…
18.03.2018/Kepez/Çanakkale
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.