- 483 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İKİZ DÜNYALAR
İKİZ DÜNYALAR
(La-Tekmen’den Büyüklere Masallar)
(Dip değil ön nottur bu. Biline ki, bu yazı kesinlikle küfürsüzdür. Şiddet mi, onu asla içermez. Müstehcenlik mi, yani cinsel ayıplık; asla ve asla! Bazı ön yargılar vardır ya hani, ne bu yazı, ne de başakası onları asla tasvip etmez. Asla ve asla! Yani kısacası; bu yazıyı yediden yetmişe herkes okuyabilir; hem ideolojik, hem biyolojik, hem de fizyolojik... Yediden yetmişe ve gönül rahatlığı ile...)
Oturmuşum incir ağacının gölgesine demleniyordum. Arada sırada arabalar, insanlar, kediler, köpekler geçiyordu yoldan ama beni görmüyorlar. Görseler bile aldırmıyorlar. Bana ne ondan, belki de öyle diyorlar. Onlar der de ben diyemez miyim yani; bana ne onlardan...
Tepe lambaları bir yanıp bir sönen çok parlak ışıklı kara bir araba gelip durdu yolda. Ambulans mı o? Komşulardan birisi kalp krizi mi geçirdi? Ya da gebe kadının doğum sancıları mı tuttu? Lakin siren sesi yok. Olsa bile bana ne!
Dört kapının dördü birden açıldı, üçünden yola üç adam atladı. Ulan polis bunlar! Adamın biri karısını mı bıçakladı, işsiz oğul harçlık vermeyen babasına tokat mı attı, komşu komşunun bahçesinden elma mı çaldı?
Bana ne!
Bana ne ama bunlardan hiç birisi değilmiş ki, silahlı birisi kaldırımda nöbette kalırken ikisi bahçe kapısını açıp yanıma geldi.
"Selam aleyküm Reis!"
Reis mi dedi bu polis, o da kim?
"Abi ne yapıyorsun sen?"
Aa, bana diyor! Bu polis benimle konuşuyor. Şaşırdım biraz. Biraz da düşünceye dalıp az öncesini hatırlamaya çalıştım. Arabayla rakı almaya gitmiştim ya bakkala, sarhoşken birini mi ezdim acaba!
"Ne olacak, kör müsünüz; demleniyorum işte."
"Abi gene mi?"
"Ne demek gene mi? Siz benim hep içtiğimi nerden biliyorsunuz ki?"
"Abi gündüz gündüz içilir mi, geceler çuvala mı girdi? Hem de Mustafa Kemal gibi leblebiyle! Bulamadın mı kaşar, beyaz peynir, üzüm, kavun, domates, hıyar; yok muydu?"
"Size ne!"
"Bize mi ne! Bize dert. Dert ama ne dert. Seni bu haldeyken Reise nasıl götürürüz. Ulan kör kütük olmuşsun."
Sonra öteki:
"Boş ver Reis." dedi, bana ulan diyen öteki polise. "Yaklaşınca arabayı çekeriz sağa, kafasını sokarız çeşmenin su dolu kurnası altına. O zaman ayılır. Hem kaç saat yolda geçecek. Haydi hazırlan gidiyoruz..."
"Nereye gidiyoruz?" dedim ona. "Hem içkim bitmedi daha!"
"Giderken yolda içersin..."
"Ben cigara da içiyorum..."
"Arabada içersin."
"Yasak değil mi?"
"Sana her şey serbest. Büyük Reisin adamına yasak mı olur?"
"Büyük Reis mi, o da kim? Oturan boğa mı demek istedin? Hani başındaki uzun saçlarında bir sürü kuş tüyü olan..."
"Abi lütfen, haydi kalk da gidelim bir an evvel. Oturan boğa, yani pardon, Büyük Reis bizi kızağa bağlayıp Sibirya soğuklarına yollasa hoşuna mı gidecek? Gidelim bir an evvel, haydi abi, gözünü seveyim..."
O iyi polisler beni arabaya bindirip götürdüler Amerika’daki Vaytın Hoyza. O zaman kafam dank etti; ulan Büyük Reis dedikleri Oturan Boğa Tramp mı acaba!
"Ne Trampeti abi! O kızılderili mi? Değil. Hem Amerika denen yerde Kızılderili mi kaldı? Kökleri kazınmadı mı onların yüz yıllar önce. Vayt Havuz da ne, orası beyaz saray bir kere. Anlamı Beyaz Saray ama bu o değil, bu Ankara’daki Beyaz Saray. Sarı saçlı kontak kafalı bir Amerikalıdan Büyük Reis mi olurmuş abi, olmaz. Büyük Reis, olsa olsa bizim Reisten olur..."
Ankara’da sabah olmuş, sabahla birlikte yeni bir güneş doğmuş. İki iyi polis iki yanımda, ben ortada; büyük bir kapıdan girdik saray bahçesine. Hünnap ağacı altına bir masa atmışlar. Masa öyle altın kaplamalı filan değil, şatafatsız, ağaçtan bir masa ve alelade. Örtüsü öyle ipekten ya da atlastan değil, şatafatsız ve alelade. Tabaklar, çanaklar, bardaklar, çatal, kaşık, bıçak; öyle altından ve gümüşten değil, hepsi sıradan ve alelade...
Birisi oturmuş masanın başına; o ki, ne şah ne de padişah. O da biz gibi sıradan biri ve alelade. Yani halktan bir insanmış gibi bir insan. Çok çok sade.
Polislerden birisi:
"İsteğin üzre Cumhur Beyi bulup getirdik Reis" dedi ona.
O zaman ayağa kalktı, ceketinin düğmelerini ilikleyip saygılı bir şekilde elini uzattı. O uzattı ama ben uzatmadım. Ben seninle tokalaşmam ulan dedim içimden. Tokalaşmam. Ben sevmediğim biriyle asla ve asla tokalaşmam...
Gülümsedi hafiften.
"Tokalaşalım tokalaşalım." dedi sevecen. "El sıkışıp barışalım artık."
Yüzü güleç, sesi yumuşak, öyle alçak gönüllü, öyle sevecen ki, bir görseniz şaşarsınız. "Hoş geldin ki haneme, şeref verdin. Gözlerim yolda kaldı seni beklerken be, geç şöyle otur karşıma da konuşalım biraz."
Vay anasını!
Otururken ben de uzattım elimi, masa üzerinden. Tokalaştık. İki dost gibi...
Elinin tersiyle o iyi polislere "siz çekilin" işareti verdi. İşte o şaşılası. O için değilse de bendeniz için. Polisler ayaklarını geri adımlarla yürütüp oradan çekilirken o usulca masanın üzerine eğildi. Ben de onun gibi yaptım. Eğildim gayri ihtiyari.
Sessiz konuşacakmışız. Konuşacaklarımızı kimseler duymasın, bu tek ikimiz arasında kalacakmış...
Ama gözlerim takıldı ki, kendimi alamadım ondan; başında Faslılkarın fesinden vardı. Püsküllü. Hiç yakışmamış.
Hemen anladı ve onu çıkarıp çok uzaklara fırlattı. Sonrasında da "oldu mu" dedi bana, işaret diliyle. Ben de "çok güzel oldu" dedim gözlerimle.
Aliminyum bir maşrapa ile ayran uzattı bana. Ayran içip gene ayrı düşmeyelim dedim içimden. İç sesimi duymuşmuş gibi gene anladı ve gene gülümsedi bana.
"Ben seni niye çağırdım, biliyor musun?" dedi kısık bir sesle.
Ben de;
"Bilmiyorum Reis!" dedim, onun gibi kısık bir sesle.
Kısık sesle konuşacakmışız ki, kimse duymasın. Çünkü ne konuşacaksak ikimiz arasında kalacak, bir başkasının bundan asla haberi olmayacakmış...
Devlet sırrı galiba!
Devlet sırrı ama ben onun gibi devlet adamı değilim ki; ya duyup bildiklerimi sarhoşken başka birine anlatırsam!
Gene gülümsedi, sanki.
Bundan sonra sarhoş olmayacaksın ki dedi içinden. Sanki ben de onun iç sesini duyuyordum.
Ağzımı büktüm. Hem, bu devlet veya ülke sırrı değil ki, dünya denilen gezegenin sırrıymış...
Gene ağzımı büktüm şaşırmış gibi...
"Cumhur Beyciğim..."
"Buyur Reisim..."
"Türkiyemizin nüfusu kaçtır şimdi?"
"Seksen milyonu geçti galba."
"O eskidendi, şimdi sekiz milyondan az kaldık."
"Yalan!"
"Yemin ederim. Şu koca dünyada yaşayan insanların sayısı kaçtır sence?"
"Yedi milyar mı?"
"Ooo, Cumhur Beyciğim, o eskidendi. Şimdi yedi yüz milyondan az kaldı."
"Ne oldu ki Reisim, insanlara kıran mı geldi?"
"Kıran mıran yok Cumhur Reisim. Ha bu arada unutmadan söyleyeyim; artık dünyada iki tane Reis var; Büyük Reğis ben, Küçük Reis de sen. Bu aramızda kalacak bak, yemin et. Bak yemin ettin, yeminini yiyen ne olsun..."
"Ne olursa olsun, bana ne der miyim Reis! Vallahi billahi demem."
"Hergün bin kişi ölüyorsa bir kişi doğuyor. Bine karşılık tek bir kişi. Ee? Bu gidişle azala azala insan nesli yok olacak. Çünkü artık gençler evlenmiyor. Evlenseler bile çocuk yapmıyor. Evlenmeyenler çiftleşmiyor ki, onların da çocukları olmuyor. Kıran filan yok Cumhur Reis, tek mesele bu..."
"Hayat zor be Reisim, geçim şartları çok zor. Tikeyim senin insanlığnı desem hani ama bunu ben söyleyemem, sen bilirsin. Herkes asgari ücretli, o da küçücük. Bu parayla tek kendileri geçinemezken niye evlensinler. Evlenseler bile niye çocuk istesinler. Demişlerdir kendilerince; insan neslinden bize ne!"
"Keşke politikacı olup da Reislik peşinde koşmasaydım. Mesela futbolcu olsaydım da koşup oynasaydım. Mesela, ne ben sağcı ne sen solcu olmasaydık da orta bir yerde Hail İbrahim sofrası kursaydık. Hani ne ben zengin, ne de sen fakir olmasaydın da aramızda kavga çıkarmasaydık. Ama neyse Cumhurcum, gene de geç kalmış sayılmayız. Zararın neresinden dönülürse kar değl midir? Kardır kar. Bak şimdi ne diyeceğim sana, iki dünya bir oldu artık, bunu biliyor muydun?"
Bu Büyük Reis ne diyor böyle? Tırlattı mı acaba? Yoksa dinden imandan mı oldu? Ulan iki dünya nasıl bir olur? Bunların birisi baki, birisi de fani değil miydi kitabın dediğine göre; bu ne mümkün?
"Öyle değil be Cumhur, öyle değil! Bu başka. Bunu tek ben biliyorum, bir de sana söylüyorum. Yemin et bak, bu sır aramızda kalacak."
"Ettim ya, daha kaç kere edeyim? Söz ağızdan çıkar Reis, götten değil; başkalarını bilmem ama bu bizde böyle."
"İkiz Dünyalar..."
"O da ne?"
"Bunların birisi mavi, öteki de sarı. Uzaydan bakarsan öyle görünürler. Sen uzaya çıktın mı hiç? Bunu benden başkası bilmiyor. Paten de bilmiyor, Trampet de bilmiyor. Onları geç sen. Bir de sana söyledim şimdi. Mesele baki veya fani falan filan değil, boş ver şimdi onu; benim söylediğim başka bir şey. Mavi gezegen, bir de sarı gezegen. Şimdi onlar ikiz, hem de siyam ikizi, yani yapışık..."
Sonra çok konuştuk. Ne çok. Biz konuşurken gün battı, akşam oldu. Sonra gene konuştuk. Konuşurken gece bitti, sabah oldu. Sabah olunca güneş yeniden doğdu. Beştepe, Hacettepe, Anıtkabir, Ankara kalesi; her yer silme ışığa boğuldu. Silme ışık Ankara semalarındayken el edip demir kapının dışında bekleyen o iyi polisleri çağırdı. İkisi koşup geldi. Gelince el pençe divan değildiler. Şaşılası bir durumdu bu.
"Günaydın Reis."
"Günaydın aslan parçaları. Bu gece biraz uykusuz kaldınız ama Cumhur Reisimiz için değmez mi?"
"Estağfurullah Reis. Onun için bir değil bin gece uykusuz kalınır."
"Yükler hazır mı? Hem hayvanlar, hem de seçilmişler; hepsi hazır mı?
"Hazırdır Reis."
"Çağırın hemen, gelsinler hele..."
İki iyi polis koşup gitti. Gittikleri yer Beyaz Sarayın az ötesiydi. Çabucak da geldiler. Şaşılası. Yedi deve, beş katır, altı at, sekiz eşek ve yirmi yedi de seçilmiş kişi. Yükler hayvanların sırtlarında.
Yirmi yedi seçilmiş kişi, bunların hepsi genç, hepsi güzel ve hep güleç yüzlü. Bunların on dördü kız, ya da kadın, on üçü de er kişi...
Bu adam ne sanıyor acaba kendisini? İyilik meleği mi, yoksa kafa tasçı Hitler mi? Develer seçmece, atlar, katırlar, eşekler seçmece, yirmi yedi genç insanın hepsi de seçme seçmece.
Belki o da ari bir ırk peşinde ama ben gibi alkolik yaşlı birini ne yapacak? İçimden tam da böyle düşünürken Büyük Reis bana bakıp konuştu:
"Develer, katırlar, atlar ve eşekler dolusu yük. Her şey var, yok yok. Bunların hepsi sizin. Bana hiç kimse demesin artık; asgari ücret çok düşük, o paraya çalışılır mı? Bana kimse demesin; emekli maaşı çok düşük, o kadar parayla yaşanır mı? Seni bunların başına Reis yaptım ki ne senin ne de onların tek şikayetleri olmasın. Para yok bak, iğneden ipliğe her şey var ama para yok. Çünkü size çalışmak yok. Sadece yürüyüp gideceksiniz, yedi sene, yetmiş sene, hep. Her çift her sene bir çocuk yapacak, tek işiniz bu. Anladın mı Reis? İçki içmek yok, içip kısırlaşarak çocuksuz kalmak da yok! Anladın mı Reis? Hep doğuya gideceksiniz. Bunu aklından çıkarma hiç. Hep doğu. Rotanız hep orası olacak. Çünkü ikiz dünyaların yapışık oldukları yer o tarafta..."
Fesüpanallah! İçki yokmuş. Lan içkisiz hayat mı olur? Lan deli bu adam, bunun başka bir tarifi yok. Fesupanallah! Yedi sene, yetmiş sene; yedi çocuk, yetmiş çocuk. Ulan fesupanallah! Baktım polislerden biri Reise çaktırmadan göz kırpıyor bana. Ne var polis, ne diyorsun? Yani delinin teki mi gerçekten. Siz çekip eşeğiniz gidin, gözden ırayınca ister için ister içmeyin; öyle mi diyorsun? Ulan bu Reisin polisleri bile iç okuyor sanki, vay anasını! Bindik bir alamete, gidiyor muyuz kıyamete, vay anasını!
Sonra çektik eşeğimizi gittik. Gittik gittik, kaç gündüz kaç gece. Kaç dere geçtik kaç tepe. Ne yatıp dinlendik, ne durup işedik. Ne acıktık, ne susadık, yorulmadık bile. Sağıp deve sütü içtik bazı bazı. Eşek sütü içtik. Ulan eşek sütü içilir mi, hem de çiğ çiğ. Sonra bir düzlük çıktı önümüze. Düzlük ki, ne düzlük! Ne başı belli ne sonu, ne eni belli ne boyu. Durduk orada, o koca düzlüğün başında. Ha, başı belli dedik, işte tam burası. Sırt çantalarımızı çıkarıp saldık yere. Yükler hayvanların sırtında kalsın şimdilik...
Yerler yemyeşil, hep çayır çimenlik, hem de renk renk çiçeklik. Uçsuz bucaksız düzlük hep meyvelik. Çok hayvan var ama tek insan yok. Burası neresidir çocuklar, yoksa cennete mi geldik? Hani Büyük Reis demişti ya Ankara’dayken; cennette çok hayvan vardır ama az insan, cehennemde çok insan vardır ama az hayvan...
"Tamam, burada konaklıyoruz, indirin bütün yükleri." Yük dediklerimiz de kıldan tüyden bir kaç heybe, içlerinde her ne var ise.
Yükler inince hayvanlar hafifledi, boşta kalınca gidip otladı. Acıkmışlar. Ee ne olacak şimdi? Daha demeye kalmadan yirmi yedi genç kişi kendi etrafında hep birlikte dönmeye başladı. Hepsi Mevlana’nın fistanlıları gibi. Döndüler, döndüler, döndüler. Başı dönen düştü yere. Yerdeyken kimin eli kimin eline değdiyse onunla eşleşti. Tabii ki biri erkek, biri dişi. Eşleşenler el ele tutuşup sağa sola koşuştu. Ulan ne oluyor bunlara? Ya çok uzaklara gidip kaybolurlarsa! Fırlayıp çıktım çok yüksek bir kayanın ta tepe yerine. Kaya da çakmak taşlarıyla yontulup şekillendirilmiş dikili bir kaya, ta taş devrinden kalma. Oradan her yer görülüyordu. Kayadan az uzaklaşan çift çarçabuk soyunup derin otluklar içinde görünmez oluyordu. Çiftleşip bir an önce çocuk yapacaklar. Sevindim buna. Sevinince içim rahatladı. Ayaklarımı dikli taştan sarkıtıp bir cigara yaktım. Yaktım ama Büyük Reis o konuda ne dedi acaba? O da yasak mı şarap gibi? Sonrasında çaktırmadan göz kırpan polis geldi aklıma. Aklıma o gelice tüttürmeye devam ettim. Sonra onu gördüm orada, nar ağacının altında ve tek başına. Sırtını dayayıp oturmuş, elleri dizleri üzerinde, gözleri de bende. Saçları sarı mı sarı, gözleri boncuk mavi, gamzeli yanakları ala, dudakları bal mı bal... Ulan ne diyorum ben? Neler düşünüyorum? O henüz yirmi ikisinde, ben se Altmış ikide...
"Senin eşin yok mu?"
"Var." dedi.
"Hani nerede?"
İşaret parmağını uzatıp beni göstermez mi...
"Ben mi, saçmalama! Sen körpe mi körpe, bense geçkince... Adın ne senin?" "Huri."
"Benim adım da Nuri."
"Biliyorum."
"Ne biliyorsun ki sen?"
"Her şeyi..."
"Yalancı Huri, benim adım Nuri değil, Cumhur bir kere."
"Biliyorum."
"Nerden biliyorsun, söylemedim ki!"
"Reis söyledi, ben her şeyi biliyorum."
Ulan Reis! Bir de dedi ki bana, ben ve tek sen. Hem de yemin ettirdi. Hem de kaç kere. Kendisi de yemin etti. Ya bu kız yalancı, ya da kendisi...
"Yemin et."
"Cennette yalan söylenmez. Yalan söylenmediği için yemin de bilinmez."
"Cennet denilen yer ötede. Biz ölmedik ki! Gerçi bir cennet daha varmış Babil denilen bir yerde ama o çok sene önce. Hani Kral tanrıların var olduğu dönemde..."
"Kayanın tepesinden atlayıp gelsene yanıma."
Onu dinlesem mi acaba! Canım da istemiyor değil hani. Lakin Reis! Hani Ankara’dayken şarap yasak dedi ama hatırlamıyorum ki kadın konusunda ne dedi.
"Sen aynaya bakıyor musun hiç?"
"Hangi ayna, burada ayna mı var"
"Yok mu?"
"Var mı?"
"Atla gel yanıma..."
Kalkıp atladım. Yere düşünce dizlerim bükülmedi, ayaklarım dahil hiç bir yerim incinmedi. Kuş gibiydim. Gidip dikildim karşısına.
"Hele bak bir yüzüme."
"Baktım."
"Ne gördün?"
"Ne mi gördüm, hiçbir şey."
"Sen yaşlı filan değilsin bir kere, yeni girmişsin yirmi dördüne."
"Huri misin nesin, güldürme beni."
"Büyük Reis sana neden Küçük Res dedi, hiç düşündün mü?"
"Bilmem. Kendisi büyük olduğu içindir belki."
"Yolculuğa çıkarken ondört kız seçerken neden on üç erkek seçti?
"Sen helal misin şimdi bana? Yüz aynanda göremedim ama yani şimdi sen yirmi iki, ben de yirmi dört yaşında...
Gülümserken gamzeleri çukurlaştı. Biz de diğerleri gibi el ele tutuştuk, biz de onlar gibi derin otluk içine koştuk. Biz de onlar gibi çırçıplak olduk, sonra sarmaş dolaş tek beden olduk...
Huri gebe kalınca kalktık. Ama giyinmedik. Giysilerimizi kucağımıza alıp otluk yerden çıktık. Anadan üryan. Öyle olsak ne olacak; burada bizden başka insan yok, hep hayvan. Her yer hayvan. Çıplak insanlar da onların umurunda değil, başlarını çevirip bakmıyorlar bile.
"Bir yerde su bulup yıkanalım Hurim, cenabet gezmek günah."
Ben öyle deyince Huri karım firenine basılmış gibi durdu, gözlerini gözlerime dikip baktı, sanki kızmışmış gibi.
"Biz pislendik mi şimdi?" dedi.
"Pislenmesek bile terlemişizdir biraz."
"Kok." dedi bana, memelerini gösterdi. Eğilip koktum.
"Ne güzel," dedim,"amber çiçeği kokusu gibi..." O da uzanıp terli boynumu kokladı;
"Ne güzel," dedi, "hanımeli çiçeği kokusu gibi..."
"Tamam," dedim ben de, boynumu büktüm. "Yıkanmayalım ama ben çok susadım, dilim damağım kurudu sanki."
Yürüdük usul adımlarla. Az gidince de bir ırmak çıktı karşımıza. Irmak derin değil, düz yerde yayılmış öyle akıyordu. Akıyordu ama suyu su gibi berrak değildi. Berrak değil ama bulanık da değildi.
"Bu su içilir mi Hurim?"
"İçilir tabii." dedi.
"Ama rengi..."
"Bu ırmak cennet ırmağıdır Nuri. Cennet ırmaklarından su yerine şarap akar ama içeni sarhoş etmeyen..."
Sarhoş etmeyen.
"Cennet meyvelerinden bal damlar, yiyeni hasta etmeyen..."
Hasta etmeyen...
"Haydi Nuri, iç kana kana, iç de gidelim kayamızın yanına."
Tutturmuş bi Nuri! Nuri de Nuri. Benim adım Cumhur, Nuri filan değil ki!
"Senin adın Nuri, Cumhur ankara’dakinin adı. O Büyük Reis değil, Cumhur Reis."
"Ama o..."
"Sana yalan söyledi. Yağladı Nuri, yağladı. Seni kandırıp razı etmek için..."
"Ama başındaki püsküllü Faslı fesi fırlatıp attı."
"Yalan! Yalan işte! Şimdi git bak alıp yeniden takmıştır. Ben doğma büyüme Ankaralıyım, bilmez miyim hiç onu. Sahi o polisler seni nerede bulup getirdiler. Yani sen nerelisin?"
"Kerküklü..."
"Sen Iraklı mısın?"
"Irak değil bir kere, orası Türkmeneli..."
"Sen öz be öz Türk müsün yani?
"Bilmem ki, onu Büyük Reise sormak lazımdı ama Ankara’daki saray baçesin konuşurken unutmuşum."
"Büyük Reis dediğin o küçük kişi nereden bilecek ki seni?"
Ulan bu Huri isimli güzel kız! Oysa Huri denilen o melekler cennet kızıymış. Hem de bakireymiş. Cennet, cennet gibi bir yermiş ama orada Şeytan isimli iblisler de yaşam sürmekteymiş. O zaman onlar da melekmiş ama yaradanlarına kızıp isyan etmiş. Bunları Ankara’dayken Büyük Reis demişti bana. Huri isimli kız asi birine benziyor sanki. Huri kılığına girmiş iblis olmasın sakın kendisi!
"Cennet ırmağından akan sarhoş etmeyen şaraptan kana kana içince geldik o dikili kayanın yanına. Çıplak. Giysilerimizi yere bırakıp kayanın dibine oturduk yan yana. Çıplak. Bizden sonra on iki çift de sıra sıra geldiler. Hepsi çıplak. Bu çıplaklıktan hiç kimse utanmıyordu nedense. Neden utansınlar ki, cennet denilen yerde kötülük yokmuş; Reis öyle demişti bana. Ulan bu Reis kim? Ne sanıyor kendisini! Peygamber desek hafif kalır yanında, yoksa Babildeki kral tanrılardan mı? Lakin çiftlerden birisi yoktu. Her nereye gittilerse onlar bizden üç gün sonra geldi. Gelir gelmez dikili kayanın yanına değil de meyve bahçesine gittiler. Kadın olan bir elma ağacının dalına uzandı. Elmalar kan kırmızısı ve sulu. Ayağa fırlayıp bağırdım ona;
"Koparma! O yasak elmadır, sakın ha koparma! Sen de Havva ana gibi kovulmak mı istiyorsun?"
Beni dinledi.
"Git nar kopar, bak onlar da kan kırmızısı! Narlar Nazilli narı. Git incir kopar, onlar da Nazilli inciri. Muz kopar, muzlar Anamur. Karpuzlar Diyarbakır’dan, kavunlar Kırkağaç’tan, şeftaliler Bursa’dan. Üç gün kaybolmuş olan cici kız, senin adın nedir?"
"Havva."
"Kocanın adı da Adem’dir senin, yemin billa..."
Orada tam yedi sene kaldık. Yedi senede tamı tamına on dörder çocuk yaptık. Bunların yedisi erkek, yedisi dişi. Enteresan. Bu işi teknoloji çağındaki bigisyarlar bile beceremez. Her ne ise. Yedi senede on dört çocuk nasıl yapılır? Kumru kuşu değil, kedi veya fare değil, ne aslan, ne genleriyle oynanmış koyun, hayvan değil ki, onlar insan. Bir kadın sene de iki kere gebe kalıp iki kere doğum yapar mı? O zaman kafama dank etti. Neden olmasın dedim kendime, her seferinde ikiz doğurmuşlardır. Böyle düşününce kafam bir kere daha dank etti. Ulan şu bizim Büyük Reis ikiz dünyalar demişti ya hani bana Ankara’dayken; ikiz dünyalar yerine ikizler dünyası demişti de ben mi yanlış anladım acaba?
"Cicim," dedim Huri isimli melek karıma. "şu bizim büyük oğlanın adı neydi, unuttum da..."
"Unuttun mu?"
"Unuttum valla."
"Yetkin. Hani adını sen koymuştun. Onun küçüğü Etkin, daha küçüğü Seçkin, sıra sıra. Biri Berkin, biri Selvi, biri Elvan, sıra sıra. En küçüğünün adı da Bitkin..."
"Bitkin mi, onu da mı ben koydum?
"Sen tabii Nuri, hepsinin adını sen koydun."
"Ben çocuğuma Bitkin adını koymam."
"Sen koydun Nuri!"
"Hay senin Nurinin, ulan kaç yıldır birlikteyiz, adımı bir öğrenemedin gitti! Bir de bana diyorsun, unuttun mu?"
"Unuttun mu? Hani bir gün kızmıştın Ankara’daki Seyis Reise. Hani sövmüştün ağız dolusu. Hani demiştin bittim tükendim ulan diye! Hani yedi senede ondört çocuk! Hani aslanlar günde otuz kere çiftleşirmiş, on günde üç yüz kere. Bunu seneye bölsen gelir her günde bir kereye. Ben aslan mıyım ulan, buna can mı dayanır?"
"Seslen gelsin."
"Kimi?"
"Kimi olacak, tabii ki bizim Yetkin’i."
Çağırsın gelsin ama nasıl? On dört çarpı on dört, toplam yüz doksan altı çocuk. Bunların doksan sekizi erkek, doksan sekizi dişi. Kimi, hangisini? Tabii ki bizim büyük oğlan Yetkin’i. Tabii duyarsa. Anasının sesini duymuş, geldi.
"Ne oldu baba!"
"Sen kaç yaşındasın oğlum?"
"On beş baba!"
"On beş mi, ulan bir çocuk yedi senede on beş yaşında nasıl olur?"
"Ben bilmem baba, sana sormak lazım. Reis olan sen değil misin?"
"Lan Reisinin... Hem küçük, hem de büyük denilenin... Hastir git karşımdan. On beş yaşındaymış, bak hele şuna! Hemen git ve kendine bir kız bul, evlenin tez elden. Evlenin ve çocuk sabihi olun. Yedi mi olur, yetmiş mi onu siz bilirsiniz artık. Bıktım ulan! Yemin ederim iliklerim kurudu..."
Sonra yeter dedik. Burada bunca yıl yaşadık, artık gidelim. toplayın pılıyı pırtıyı, yükleyin develere, eşeklere. Yirmi sekizken olmuşuz iki yüz yirmi dört kişi. Gittik gittik gittik, kaç gündüz kaç gece; kaç dere geçtik, kaç da tepe. Önümüze koca bir çöl çıktı. Çöl ki ne çöl! Ne başı belli ne sonu, ne eni belli ne de boyu. Ne toprak var bir avuç, ne de ot var bir karış, ne de su bir damla. Her yer kum. Kum babam kum ki, kumdan derya bir deniz. Sıcak ama ne sıcak, dayanılmaz. Başımızı sokacağımız bir ağaç gölgesi olsa da oraya sığınsak kavrulmadan. Ama yok. Ulan burası neresi? Cehenneme gelmiş olmalıydık. Dedim ki klandakilere: daha da bir adım öteye gidilmez, burada duralım. Durduk. Çöl başının hemen ilerisinde derin bir çukur vardı, çok büyük. Eski zamanlardan kalma bir maden çukuru olmalı orası. Çukur girişindeki yarlar çok dik ve çok yüksek. Onun gölgesine girdik. Canım sıkıldı. Bir cigara içsem de sıkıntım geçse ama dilim damağım kuru. Develerin memelerinde azıcık da olsa süt kalmış mıydı acaba! Ulan burası cehennem. Cehennemin dibi hem de. Lakin ne demişti Ankara’daki Reis; cehennemde çok insan bulunur, az hayvan. Burada ne insan var ne de hayvan, akrep bile yok ki? Ben böyle düşünürken Adem geldi yanıma, dedi;
"Yanlışın var abi, Cehennem denilen o yalan yerde insan da yoktur, hayvan da yoktur. Ne ot, ne çiçek, ne bir ağaç; orada canlı diye tek bir şey yoktur."
"Neden be Adem?"
"Oraya giden her insan günahkardır ki, hepsi kaynar kazanlara atılıp yakılmıştır. Tek bir hayvan olmaz ki, onların hepsi günahsızdır. Bu kadar sıcakta ne ot, ne çiçek, ne ağaç; hiçbiri yaşayamaz ki! Hem de susuz..."
"Ne diyorsun Adem, Reis yalancı mı yani? Hem de abi diyorsun bana, ne abisi! Yaşıt değil miyiz biz? Belki de büyüksündür bile benden. kaç yaşındasın sen?"
"Otuz bir."
"Ben de otuz bir."
"Yapma abi, ne otuz biri, senin yaşın altmışı geçmiş. Belki de yetmişssindir."
"Ne diyorsun Adem?"
"Abi öyle..."
"Ama ben aynaya bakmıştım yedi sene önce..."
"Ayna nerde?"
"Huri’nin yüzünde."
"Ne görmüştün ki?"
"Hiçbir şey. Ama Huri demişti bana, sen yirmi dört yaşındasın diye."
"Yalan söylemiş."
"Yapma Adem, o da mı yalancı yani? Ama benim yedi senede ondört çocuğum oldu, bu yaştaki adam dölden kesilmez mi?"
"Abi kesilmez. Kadınlar bir yaştan sonra kesilir ama erkekler... Benim sana bir şeyleri anlatmam lazım, artık zamanı geldi. Benimle gelir misin, gidelim uzakça bir yere..."
O önde, ben arkada yürüyüp gittik. Çok değil yarım saat kadar. Taştan bir dağ çıktı karşımıza. Taş dağı değil, sanki bir kale. Tarih öncesinden kalmış. Küçük bir taş kemerin altından geçtik önce. Kemer küçük, ötesi büyük, hangar gibi. Hem de serin mi serin. "Sen burada az bekle" deyip gitti. Gitsin bakalım dedim içimden, az beklerim ne olacak. Etrafa şöyle bir göz atıktan sonra duvar dibindeki alçak bir kayanın üzerine oturdum. Oturur oturmaz da kırıldı. Geçip yandaki kayaya oturdum. O sağlamdı, kırılmadı. İşte tam o sırada kırılan kaya parçaları içinde gözüme parlak bir şey takıldı, tırnak büyüklüğünde. Uzanıp aldım, iyice baktım. İçimi büyük bir sevinç kapladı. O parlak şey altındı. Gene baktım. Ne çok ne çok, orası altın kaynamaktaydı. Topladım topladım topladım, hızlı hızlı. Avucum altın parçalarıyla doldu. Hem de bakıyordum Adem’in gittiği yöne, gelip de görmesin. Bir avuç altın kaç para eder? Çok. Eritip bir kalıba döksem kesme şeker büyüklüğünde kaç külçe eder? Çok. Çok külçe altın kaç para eder? Çok. Zengin olurum. Bana ne Büyük Reisten. Gidin dedi bize, yedi sene, yetmiş sene. Bir daha da geri dönmeyin. Dönerim ulan, bana ne Büyük Reisten! Para vermiyorum demiş, para yok size! Zaten vermiyordu. Asgari ücret şu kadar, sürünün. Emekli maaşı bu kadar; ister sürünün, isterseniz ölün. Tam o sırada Adem geldi. O gelince altın dolu avucumu sıktım, görmesin. Elinde som altından bir tepsi vardı. Altın tepsi içinde de iki fincan kahve ile iki bardak su vardı. fincanlar altın, kaşıklar altın, bardaklar altın. Vay anasını! O da çöküp oturdu yanıbaşımdaki alçak kayanın serin üzerine. Kahvelerimizi içerken de anlattı;
"Huri kız var ya, hani senin melek dediğin..."
"O benim Karım."
"Yapma be abi, senin karın Menekşe’ydi, hani seneler önce öldü. Hem sen Iraklı değil Trakyalısın. Huri var ya, onun asıl adı da Huri değil, Meri. Hem o Türk değil, su katılmamış bir İngiliz. Ajan yani. Evet ajan. Hem de ajanın kralı. Hani dediydi ya sana Ankara’daki; insan nüfusu gün günden azalıyor, yakında soyumuz kuruyup neslimiz yok olacak. Külliyen yalan. Bırak azalmayı, insan nüfusu günden güne artıyor; yakın zamanda dünya almaz olacak, bardaktan taşan su gibi taşacak. Hani sana dedi ya Büyük Reis, ikiz dünyalar. Hani iki gezegen; hani biri mavi, biri de sarı, işte o doğru. İkisi de aynı sistem içindeydi eskiden, ikisinde de hayat vardı. Hani saman yolu galaksisi vardı ya, uzayda samandan yol mu olur? Karınca yolu mu o? Ama güneş sistemi doğru. Şimdi diyeceksin bana, Aya gittiler yeni dünyalar aramak için, Marsa gittiler. Hepsi yalan. Var mı gören? Mesela sen gördün mü? Görmrdiysen yalan. Hani sömürü vardı ya, adına emperyalizm denilen; bütün mesele o. Birini kandıramazsan sömüremezsin, birini korkutamazsan gene sömüremezsin. Kandırdıklarını kandırdılar, kandıramadıklarını Ayla, Marsla korkuttular. O kadar ileri teknolojileri vardı da, dürbünleri, teloskop denilen şeyleri; ikinci dünyayı niye göremediler? Çünkü onların hayatı yalan. Ben öteki dünyadandım, Havva da öyle. Bunu biliyor muydun? Hayır. Ama sizin Reis biliyor..."
"Masal. Masal masal maniki, tırnağı var on iki. Gıdıkla da güleyim..."
"İster inaan, ister inanma! Ama kendi gözünle görünce bak o zaman nasıl inanacaksın. Bizim gezegen yörüngeden çıktı bir gün. Kafası bozulmuş. Ya da çok içip sarhoş olmuş. Yörüngeden çıkınca başladı uzay denen boşlukta savrulmaya. Kendi etrafında döne döne binlerce yıl. Sonra bir gün ikizini buldu, yani sizin dünyanızı. Hani çok biliyorlardı ya! Hani atomu bile parçalamışlardı. Atom bile iki parça, ya da daha çoksa dünya tek olabilir mi? Hani büyük patlama olmuşmuş ya! Bing beng. Peki hani ikinci parça? Onu niye aramamışlar, aramışlarsa bile niye bulamamışlar? Çünkü artı eksiyi çeker. Onca savrulmadan sonra gelip bulmuş ikizini ve ona usulca sokulup usulca tutunmuş. Hızlı çarpıp öyle yapışsaydı zaten ikisi de patlardı. İşte sana kıyamet! Ya da sizin dünya sallanır, yer yerinden oynardı ki, o da kıyamet... Yumruğun sıkılı, canın bir şeye mi sıkıldı?"
"Sıkılmadı, aksine sevinçliyim."
"Yumruğun... Bir şey mi var avucunda?"
Açıp gösterdim, bir avuç altın. Garip garip gülümsedi, komik bir şeymiş gibi. Ulan bir avuç altın, satsam onu bir çuval para eder. Ulan ben hayatımda o kadar para gördüm mü? Bunun komiklik neresinde?
"Düş peşime." dedi. "O avucundaki ıvır zıvırı da at."
Ivır zıvır. Altın tepsiyi, altın fincan ve kaşıkları, altın bardakları da fırlatıp attı. Ulan Adem’e bak! Bir avuç dolusu altına ıvır zıvır demez mi! Ama dedi. Bir kilodan fazla gelecek altından şeyleri de çöpmüşler gibi fıygırıp atmaz mı! Ama attı. Ulan rüyada gibi değil, gerçekten. Kendi gözlerim gördü, kendi kulaklarım işitti. Düştüm peşine. O önde, ben arkada yürüyüp gittik. Çok değil az gittik.
"Bak!" dedi bana. Baktım. "Ne görüyorsun?" Metalden dev bir asansör. O önde, ben arakada bindik o dev asansöre. Bir düğmeye basınca asansör çalıştı. İndik indik indik ta aşağılara. Orada durduk. Asansörden dışarıya çıkınca şaşırdık. Yani o değil ben şaşırdım. Her yer sarı. Sarı değil sapsarı. Elimi uzatıp avuçladım ki, sarı tozun derinliği bir karıştan fazla. Hepsi altın tozu. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutayazdım... Burası sarı dünya. Sarı gezegen. Büyük Reis yalan söylememiş...
"Evet, burası sarı dünya ama gezegen değil. Çünkü artık gezemiyor. Hani savrulmuş durmuş ya uzay denilen yerde binlerce yıl, ya da milyonlarca yıl. Hani ikizini bulana kadar. İşte o zaman zarfı içinde bu hale gelmiş. Aslında eskiden o da sizinki gibi canlı kanlı mavi bir gezegenmiş. Uzay boşluğunda savrulup gezmiş, sonunda ikizine erişmiş ama canlı kanlı hayat da sona ermiş."
"Ya siz? Yani Havva ile ikiniz. Siz nasıl ölmediniz?"
"Atalarımız maden işçisiymiş, yedi kat yerin dibinde. İşte tam da bu yerde. Onlar ölmeyip sağ kalmış."
"Lan Adem, dalga geçme! İnsan denilen yaratık ölümlüdür. Belli bir ömrü vardır eni konu. Binlerce, hatta milyonlarca sene nasıl sağ kalır?"
"Zaman abi, o soyut bir kavram. Aslında zaman düz bir çizgi değil midir, başı ve sonu olmayan. Hız mesala. Işığın hızı, sesin hızı, yürüyebilen canlıların hızı. Dünya denilen şey dönmez olursa kendi etrafında, hem de tabisi olduğu güneş etrafında, o durumda zaman diye bir kavram olur mu? Bizim dünya merkezden kopup yörüngesinden çıkınca zaman durmuş..."
"Sanki biraz anladım. Canlı hayatın sona erdiği o dünyada siz ikinizden başkası var mı?"
"Var. Toplam üç yüz altmış beş kişiyiz biz."
"Nerdeler ki?"
"Onlar yedi kat yerin dibinde. Yani hayatta kaldıkları o mağaranın içinde. Ama onları sana gösteremem. Göremezsin. Orada zaman mevhumu olmadığı için hepsi ölümsüzdür. Ne büyürler, ne yaşlanırlar, hepsi zamandan öncesindeki o günkü biçimde..."
"Masal gibi. Ama aklıma yattı, sanki birazcık anladım gibi..."
Yıllar yıllar sonra bir kapı bulmuşlar, başka bir dünyaya açılan. Kapıda dikip bakmışlar, yıllar yıllar. Bir gün karar vermiş ustabaşı madenci, yani ölümsüz olmuş o üç yüz altmış beş kişinin Reisi. Demiş Adem İle Havva’ya; hele çıkın bir, ne var orada, ne yok. Adem ile Havva on bir yaşındaymış o zaman. Korkmuşlar. Korka ürke bu taş kemerli kapıdan çıkmışlar. Her yer çöl. Çok da sıcak. Kanlı canlı dünyada onlar da ölümlüler gibi olup acıkıp susayınca dönüp geri gelmişler. Sonra gene denemişler; bu sefer biraz daha uzaklara gitmişler. Üç değil de bu sefer beş gün sonra geri gelmişler. Üç gün, beş gün, yedi gün; bıkmadan, yılmadan hep denemişler. Sonra bir de bakmışlar ki, Ankara’ya gelmişler. Bizim Reisle tesadüfen karşılaşmışlar ve ona çok önemli şeyler söylemişler. Mesela demişler ona; Kanadalılara kaz dağlarını kazdırıyorsun üç kuruş altın için, değer mi? Reis; üç kuruş, beş kuruş; değer tabii demiş onlara. Altını olan bu dünyanın kralı olur. Altın kralı olan da kralların kralı olur. Dönüp gelmişler gene sarı gezegenlerine. Adem ile Havva. Gelmişler ki, onları gören ataları şaşırmış. On bir yaşındaki çocukların yaşları on beş, on altı olmuş. Olsun. İki torba altın tozunu yüklemişler sırtlarına, demişler hadi bakalım yallah! Bizim Ankara’daki iki torba altını görünce sevincinden havalara uçmuş. Onların sırtına iki torba yiyecek yükleyip yollamış kendi ölümsüz yurtlarına. Dönmeyen gezegende kalan üçyüz altmış üç kişi ölümsüz, ekmeğe suya gereksinimeleri yok ama ya Adem ile Havva? Onlar sarı gezegende ölümsüz, mavi gezegene geldiklerinde ölümlü ki, beslenmeleri lazım. Sonrasında böyle bir dönem başlamış. Alış veriş, yani ticaret. Sarı gezegen yiyecek, içecek, giyecekle dolarken mavi gezegendeki Reisin bankaları, ambarları, yer altındaki depoları altınla dolup taşmış. Hem de kilitli çelik kasaları, hem de çikolata ve de ayakkabı kutuları...
Hey be Büyük Reis, büyük adammışsın vesselam. Takdir ettim seni. Hadi bakalım; ne sarı saçlı dangalak Trampet, ne de yeşil gözlü uyanık Putinaj; yenebilirlerse yensinler de görelim, altın küpü Durkiyeyi...
Masal masal maniki, tırnağı var on iki. (Ulan on iki tırnak kimde var?) Ve ben küçücük biri iken, nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; Havva katıla katıla güldü; hem kocası olacak Adem denilen kişiye, hem de ben gibi ihtiyar ve bunak birisine...
Lakin hayalsiz yaşanmaz. Hayalleriniz bol bol olsun. Cennet meyveleri gibi, ballı şerbetli ve bol sulu. Ben öyle olsun diyorum. Bu her ne kadar ütopik bir şey olsa da. Sevgilerimle...
La-Tekmen. Ocak/2020/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.