- 633 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yazmak; Zamandan Yontu Almaktır
İlkokul sıralarında düz çizgiler çizerek başlarız yazmaya. Yukarıdan aşağı doğru dikey, soldan sağa doğru yatay düz çizgiler çizeriz, parmaklarımızın ağrısına aldırmadan heyecanla. Harfleri yazmaya başladığımızda ise; yazabilmek için o düz çizgilerin yeterli olmadığını görürüz bir anda. Bir harfi oluştura bilmek adına, yanlarına farklı şekillerde ki çizgilerinde gerekli olduğunu öğreniriz sonra. Aslında, ta o zamandan anlarız; sadece düz çizgilerle var olunamadığını, kendimizi tanımlayamadığımızı, ancak farklılıklarla var oluna bildiğini. Sonra sevgi yazarız, insan yazarız, savaş yazarız, barış yazarız. Ve tüm bu beş harften oluşan sözcükleri yazarken, aralarında olması gereken boşluğu bırakmayı öğrenebilmek adına, parmağımızı koyarız sözcüklerin arasına. Yani savaş ve barışın arasına koyduğumuz o bir parmaklık boşluğun, binlerce, on binlerce, belki de yüz binlerce insanın ölüm ile yaşam arasında ki yer olduğunu bilmeden, parmağımızı koyarız sadece, harflerin şekline odaklanıp, daha güzel yazı yazma gayretiyle. Sonraki yaşamımız boyunca tüm bu kelimelerin içini doldurmak adına vereceğimiz mücadeleden habersiz.
Okudukça, yaşadıkça ve gerçekten sevdiğimizde sözcüklerin içi dolmaya başlar. Mesela; sevginin beş harften ibaret olmadığını görür ve aslında; insanın sevgiyi değil de, sevginin insanı yarattığını anlarız zamanla. Sonra savaşı görürüz, o yaşanan acıları, gözyaşlarını. Hani savaş ve barış kelimelerinin arasına koyduğumuz o bir parmaklık boşluğun ne kadar önemli olduğunu ve o boşluğa, sağlam surlar, yıkılmaz çelik duvarlar örmek ve sadece barışı hakim kılmanın ve bunun için, Evreni terk etmekte olan insani değerleri, tutup tekrar evrene kazandırmanın {Nietzsche} olmazsa olmazlığını anlarız. İster sağından, ister solundan, isterse tam karşısından, yani ne tarafından bakarsak bakalım, hep gözlerimizin içine bakan, objektifin doğru yerine bakmayı başarmış, fotoğrafta ki o bir çift göz gibi, objektifin tam merkezine yani insana bakarak, yüzlerce yıl, her bakan gözden, yüreğine akan sözcüklerle yazmanın gerekliliğini.
Emile Zola ‘’Ancak yazıya geçmiş düşüncelerin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden, başka bir şey değildir.’’diyerek yazmanın önemini vurgularken bizlere, biliyordu ki; yazmak var olmaktır. Akıp giden zamandan yontu alarak, anı durdurarak, geleceğe aktarmaktır. Hayatı daha anlamlı kılmaktır. ‘’Deneyimlenmemiş cümlelerin kalp atışı yoktur.’’[Osho] Deneyimlediğin, yaşayarak en derininde hissettiğin anlardan yonttuğun, her yontunun kalp atışı duyulabilen sözcüklere dönüşmesidir. Her biri ayrı birer canlıdır artık, kaleminden sayfana akan. Birgün düşeceği toprağı, sabırsızlıkla bekleyen tohum gibi; büyük bir sabırla, kitabın o mis gibi kokan sayfalarına gizlenerek, düşeceği, kök salıp yeşerebileceği, düşün ve yürek coğrafyasını bekleyen. Nasıl ki; yeryüzünde her coğrafyanın ayrı bir toprak örtüsü var ise; her bir insanın da düşün ve gönül coğrafyasının toprak örtüsü birbirinden çok farklıdır aslında. Bir düşüncede var olan tohum, yıllarca orada kök salmadan beklerken, sürülmüş, yeni baharlara gebe topraklara sahip bir coğrafyada, kök salıp yeşerebileceği umuduyladır yazmak.
Çocukluk yıllarımızda, mahallede arkadaşlarımızla kan, ter içinde oynadığımız gibi; yazmak adına, geceler boyu kelimelerle oynadığımız saklambaç oyunu bunun içindir aslında. Gün ağarıncaya dek süren, nefesini kesen, yoran, ama adeta ebe edasıyla, kelimeleri sobeledikçe, bir o kadar da keyif veren. Yakalayanın mı, yakalananın mı sobelendiği belli olmayan, aslında kendini sobelediğin, avın da, avcının da sen olduğun, garip bir paradoks işte. Genelde gece yaşanır bu anlar. Gecenin en koyusunda, kalp atsa da zamanın akmadığı anlar da, kaleminden dökülenlerdir yazmak.
Novalis, niçin gece yazarız? Sorusuna şu cevabı verir; ‘’Geceleyin, görme duygusu ve görmenin, şeyleri, görsel niteliklerine göre sınıflandırması, önyargılar bir işe yaramaz. Sadece dokunarak, el yordamıyla deneyerek ilerleyebilirsiniz ve çokluğa, farka dokundukça tüyleriniz diken diken olur. Teninizin hiç olmadığı kadar duyarlı hale geldiğini hisseder ve teninizde açılan yaralarla, ‘’sonsuz gözlerle’’ çok daha uzağı görebilirsiniz. Güneşin altında hep aynı olabilirsiniz ama gecenin örtüsünde artık siz, siz değilsiniz.’’
Didem Madak’ın bir şiirinde ‘’İnanma pencerelere bayım/Gece hepsi ayna oluyorlar’’ dediği gibi; dışa bakan pencereler, gecenin koyusunda, artık içinizi göstermeye başlar. Kendi içinde başlayan, yalnız yolculuğunda, beden kafesini kırıp çıktığın, renksiz, bedensiz, kokusuz olduğun anlarda, deftere dökülen sözcüklerdir yazmak.
Robert Frost’un ‘’Gidilmeyen Yol’’ şiirinde ‘’ Bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben/ Ben gittim daha az geçilmişinden/ Ve bütün farkı yaratan bu oldu işte…/ dediği, o farkı yaratan seçimi yaparsın, gecenin en koyusunda girdiğin düşün ormanında. En az kullanılan, ya da hiç kullanılmamış yolu seçerek başlar, gün ağarıncaya dek sürecek yolculuğun. Sahilinde, ateş gibi kumsalında duramadığın, arada gelip ayaklarına çarpan dalgalarının seni avutamadığı, uçsuz bucaksız maviliğiyle seni derinlerine davet eden bir deniz misalidir adeta kalem ve önünüzde duran beyaz boş sayfa. Mutlaka girersin o denizin içine. O uçsuz, bucaksız maviliği sarıp sarmalar seni. Ve adım adım ilerlersin maviliğinin en koyusuna. Seni de sarıp sarmalayacağı yere doğru yürürsün, kaybolmak istersin orada. Zaten sen yok olduğunda var olacaktır yazın. Belki zamanın akışını durduramasa da, kum saatinin gırtlağını sıkmaya gücü yetmese de, bir sonra ki zamanı çoğaltmak adınadır ve içinde en derininde akmakta olan aşk ırmağın sesini duyurmaktır yazmak.
Bıçak sırtında yaşadığımız şu hayatta, yol ayırımlarında verdiğimiz kararımız kaderimiz oluyor her adım atışımızda. Virajlar çıkıyor çoğunlukla karşımıza. Ve hiç beklemediğimiz bir anda uçurumun kıyısında buluveriyoruz kendimizi bir anda. Şayet oradan dönmeyi başara bilmişsek, tecrübe diyoruz bunun adına. İşte tüm bu kendi hayatımızdan ve çevremizden edindiğimiz tecrübeleri bizden sonrasına aktarmaktır yazmak.
Osho’nun ‘’Sadece kendin ol’’ kitabında, Leo Tolstoy’un tekrar tekrar gördüğü bir rüyadan bahseder. Rüya her gece aynıdır. Uçsuz bucaksız bir çölde, Tolstoy’un kendi botları olduğunu bildiği bir çift bot ilerler. Sürekli yürüyüş sesi duyulur. Geride bıraktığı sonsuzdan gelen izler ve önünde gitmesi gereken bir sonsuzluk vardır. Ve botlar yürümeye devam ederler. Tolstoy’un rüyasında gördüğü gibi, senin olmadığın, ama sana ait olan bir yürüyüş. Yorulmadan, bıkmadan, tüm engelleri aşmayı göze alan bir arayış, bir yürüyüş. Her satırda, her sayfada, her kitapta süregelen, henüz bir şeylerin eksik olduğu, anlatılası daha çok şeyin var olduğu duygusunun doğurduğu, içinde geceler boyu, eyersiz, dizginsiz, çırılçıplak, delice, dört nala koşan atların ayak seslerinin sayfanda sözcüklere dönüşmesidir yazmak.
Nasıl ki; bir heykeltıraş üzerine basılan bir taşı yontup, sanat eseri haline getirerek, ayaklar altından, göz seviyesine yükseltiyorsa; Yerde bulduğun ekmeği eğilip almak/ Öpüp başının üstüne koymak/ Varlığına teşekkür etmek gibi/ Yere düşen duyguları/ İnsancıl duruşları/ Olmazsa olmazları/ Yazıp kaldırmak/ Yürek seviyesine çıkarmaktır yazmak.
Ve en önemlisi, bu işi delice severek yapmaktır…
Neden mi? Nedensizdir aslında. Seversin İşte!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.