- 455 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Hediyeyi hediye etmek nasıl sünnet olur?
Küçük bir çocukken işitmiştim ’hediyeyi hediye etme’nin sünnet olduğunu. Hem kabulde zorlanmıştım hem de yadırgamıştım. Çünkü sevginin saklamayı beraberinde getirdiğini düşünüyordum. Eğer birisi bana bir hediye verdiyse yıllar sonra da onu elimde görmeliydi. Kıymetini bildiğimi bilmeliydi. Doğrusunun her vakit böyle olacağını düşünüyordum. Bu nedenle Aleyhissalatuvesselamın aldığı bir hediyeyi bir başkasına vermesini anlayamıyordum. Üstelik bazen hemencecik yapıyordu bunu. Belki verenin gözleri önünde. "Kalbi kırılmıyor muydu acaba?" diye düşünüyordum. Sonraları şuna ayıldım:
Sünnetin bize aşıladığı her davranışın arkasında bir ahlak var. ’Ahlak’ demekle kastettiğim biraz da davranışlarımızın dayandığı marifet zemini. Felsefesi. Yok. Daha doğrusu itikat. İman. Bakış açısı. Yaşam açısı. Bana öyle geliyor ki: Kur’an ve sünnet insanın inşasının iki yamacını tutuyor. Kur’an’la gelen bilgi (elbette bu bilginin içine tefsiri sadedinde işittiğimiz nasihatleri de katıyorum) bizi akıldan kalbe, tefekkürden tevekküle, içten dışa doğru değiştiriyor. Yani vahyin aklımızla/kalbimizle konuştuğu her yerde biz doğruyu ’marifet yoluyla’ tanıyoruz. Bu tanıyışla değişiyoruz. Dolayısıyla ilk dokunulan yerimiz içimiz oluyor. Bize hakikat öğretiliyor ve o hakikat "Evet. Aynen. Böyle olması lazım!" içlenmesini yaşatarak dışa doğru bir dalga oluşturuyor. Fıtratla aşinalığı da şevklendiriyor onu belki. Mürşidlerin irşadı da aynı bu şekilde tesir ediyor. İçimizi ikna ede ede istikamete götürüyor.
Ancak insan sadece bu şekilde terbiye olmaz. Daha aklının nasihat alacak kıvamı kazanmadığı dönemlerde davranışlar yoluyla kazandığı bir marifet de vardır. Örneğin: Dedesinin eve girişinde babasının ayağa kalktığını gören bir çocuk ’dedenin hürmet görmesi gereken birisi olduğunu’ öğrenir. Bunu bir mantıkla açıklamaz kendine. Davranış olarak beller. Babası yemeğe dokunmazdan evvel dedesinin dokunmasını bekliyorsa o da bekler. "Neden böyle yapıyoruz?" diye sorsa bile alacağı cevap tefekkürî değildir. "Çünkü o büyüğümüz!" Bu küçük ritüelin bireyde, ailede, toplumda nasıl birşeyi inşa ettiğini düşünmez. İlk dokunulan yeri dışarısı olur. Bu defa yolculuk dışarıdan başlar.
Evet. Çocuk doğrunun bu olduğuna ’tevekkül’ eder. Namaza alıştırılırken de durum böyledir. Ondan namazın kendisinde neleri değiştirdiğini anlamasını beklemezsiniz. Fakat dinî metinlerimizde şiddetle bile olsun alıştırılmalarına dair emirler vardır. Zira insanın hayat/zaman algısını dönüştüren bir ibadetin alışkanlık haline gelmesi kolay değildir. Sırf nasihatle bu alışkanlığı kazanabilenlerin sayısı sınırlıdır. Bazen nasihatlere hakverenler dahi namazı alışkanlığa dönüştüremez. Demek onun eğitimi çocukken dıştan içe başlamalıdır.
Şimdilerde sünnetle gelen bilgiyi bencileyin üçe ayırıyorum. Bunlardan bir kısmı hem içten hem dıştan inşa ediyor. Diğer bir kısmı içten dışa inşa ediyor. Diğer bazısı da dıştan içe bir inşayı eyliyor. Bu üçüncü sınıfı bazen yadırgıyoruz. (Benim yukarıda yaptığım gibi.) ’Taabbüdî’ şekilde emredilmişse zorlanıyoruz. Neden? Çünkü bu alışkanlıkları kazanmamış oluyoruz. Yahut da tevekkülümüz yeterince kuvvetli olmuyor. Teslim olamıyoruz. Hele bir de dıştan içe yapılan inşanın sonuçları çabuk görülmüyorsa iyice sabırsızlanıyoruz. Nefis gayet aceleci. Yavaşı sevmiyor. Yüzüne bir tane tokat çakacağımıza suyuna gidiyoruz. Yanılıyoruz.
Pek maşaallah. Suyu üç yudumda içmeyi alışkanlık haline getirdiğinizi düşünelim. Ciğerinizin en çok yandığı zamanlarda bile bu terbiye dikkatinizi dürtüyor. "Hişt!" çekiyor. Acelenizi bastırıyor. Üç yudumda içiyorsunuz. (Afiyet olsun.) Ne yapmış oldunuz şimdi?
Kontrolü nefsinizin elinden alıp aklınıza veriyorsunuz. Farkında değilsiniz belki amma bir eğitim aldınız şimdi. Sabır eğitimi. Üstelik her su içişinizde tekrar tekrar bu eğitimi alıyorsunuz. Sünnetin böylesi her parçasıyla imandan beslenen şuurunuz zeytinyağı gibi gaflet suyunuzun üstüne çıkıyor. Kendi varlığını ifade ediyor. İfade olundukça güçleniyor. Belki hiç bununla ilgisini kurmadınız fakat işyerinizdeki sorunlarda arkadaşlarınızdan daha sabırlı davranabiliyorsunuz. Çünkü suyu bir dikişte içmek isterken "Höst!" demeyi bildiniz.
Hediyeyi hediye etmekte de buna benzer birşey var bence. Aleyhissalatuvesselam ümmetine ’hediyeyi hediye etmeyi’ öğrettikçe aslında bir ’bakış açısı’ yok hatta ’yaşam açısı’ öğretmiş oluyor. Çünkü insan her neyi bağışlasa zaten hediyeyi hediye etmiş oluyor. Düşünsenize: Kendimizi sahibi saydığımız herşey en özünde Cenab-ı Hakkın hediyesi.
Evet. Onları kendimiz yaratmadık. Bazılarını hatta hazır bulduk. Kazanmadık. Bir bayrak yarışı gibi sürüyor yaşamlarımız. Hem şu da var: Elimizdekiler aslen Rabb-i Rahimimizin hediyesi olduğu gibi aynı zamanda ceddimizin de hediyesi. Hatta sair varlıkların da hediyesi. Bal arının hediyesi. Süt ineğin hediyesi. Yumurta tavuğun hediyesi. Dolayısıyla biz neyi hediye etsek zaten başkasının hediyesi. Hediyeyi hediye etmeye alışmalıyız. Çünkü bunun üzerine yaşıyoruz. Bununla sınanıyoruz. Kimse hiçbirşeyi hazinesinden bağışlamıyor.
Herkes Allah’ın verdiğini Allah’ın dilediğine dağıtıyor. İşte, Aleyhissalatuvesselam da belki, ’hediyeyi hediye etmek’teki eğitimiyle bunu hatırlatıyor. Buna alıştırıyor. Bunu aşılıyor. Öyle ya: İnsan hediye ettiğinin tasarrufuna hâlâ karışıyorsa sahipliğini terketmemiş demektir. Bağışladığının haline meraklanan nefis hâlâ sahipliktedir. Verdiğinin nice olduğunu merak edenin onunla ilişkisi kesilmemiştir. Demek: Hediyesi hediye edilen de bir tür sınanmadadır. Sorarak hatırlayalım: Sadakanın kabul şartlarından birisi de ’minnet ettirmemek’ değil midir? Arkadaşım belki de ’hediyesinin hediye edilmesine karışmayanlar’ hediye etmiş oluyor.