- 910 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
GÂVURUN MEZARI
Hemen her hafta sonu bisiklet turuna çıkardık o yaşlı komşumla. Yetmiş dördüne girdiği ve benden otuz dört yaş büyük olduğu halde iki akran kadar iyi anlaşırdık onunla.
Oturduğumuz şehrin çevresindeki çimenli düzlüklerde beraberce gezinmek, Ren Nehri boyunca uzanan ceviz ağaçlarıyla gölgeli yollarda sohbet ede ede pedal çevirmek, gerçekten tadı tarifsiz bir keyif verirdi ikimize de. Bazen o beni, bazen de ben onu geçerdim bisikletle. Yeni yeni nüksetmeye başlayan nefes darlığı ve hafif vertigo rahatsızlığı sebebiyle bazen biraz gerilerde kalır, onu birkaç dakika beklediğim olurdu. Ama çoğu zaman, bizden başka kimselerin olmadığı geniş ve ıssız şoselerde yan yana konuşarak gitmeyi tercih ederdik onunla. “Ah Hocam! Şimdi şu sendeki gençlik bende olacaktı, Almanya’nın bütün eyaletlerini gezerdim bu bisikletle” derdi bana.
Gölgelerin hafiften sarkmaya başladığı bir öğle sonrası yine beraberce yollara düşmüştük o komşu dostumla. Oturduğumuz şehri gerilerde bırakmış, çevre yolu köprüsünün altından geçmiş; kendimizi birdenbire, sağlam, betondan yapıldığı anlaşılan ve önümüzden uçsuz bucaksız şerit gibi ilerilere doğru uzayıp giden bir yolun başında bulmuştuk. Etrafa şöyle bir baktık; karşımızda, âdeta bakışlarımızı sihirli bir mıknatıs gibi kendine çeken ve olabildiğince geniş ve güzel görünen dümdüz ve yemyeşil buğday tarlaları; bir de bu tarlaların aralarında, birbiriyle arada bir kesişen bir dizi betondan yapılmış ara yollar bulunuyordu. Ve ayaklarımızın ucundan kuzeye doğru uzanan bu yemyeşil arazinin diğer ucu, çok ilerilerde beyaz bulutlu ve mavi renkli bir atmosferin altında, âdeta büyüleyici bir tablo gibi görünen Otterstadt kasabasıyla birleşiyordu.
Tahminen beş altı bin nüfuslu bir yerleşim yeriydi Otterstadt kasabası. Oturduğumuz şehre yaklaşık beş kilometre uzaklıkta, Mainz bölgesinin güney ovalarının kucağına kurulmuş; şık, kendi hâlinde, gürültüden uzak, küçücük bir tarım beldesiydi. Yeşilliği çok, meyveleri bol, toprakları verimliydi. Hemen yakınında da, yer yer Ren Nehri’nin göletleriyle oluşturulmuş tatil ve dinlenme amaçlı küçücük koylar ve marinalar bulunuyordu.
Tam şehrin girişine yaklaşmıştık ki, birdenbire bisikletinden iniverdi komşu yoldaşım… Olduğu yerde durdu, bisikletini beline yasladı, yorgun bir ses tonuyla “biraz soluklanalım” dedi. Ardından kasketinin ön tarafını hafifçe kaldırdı, oyalı bir mendille terini sildi. Derken, batıdan doğuya doğru devasa bir yay çizen o püryeşil ovaya anlamlı anlamlı baktı, ardından derin bir nefes aldı; “Hey gidi gençlik hey!” dedi, kendi kendine... Ben de, “Hayrola komşum, eski günleri mi hatırladın?” deyince, düşünceli ve nemli gözlerle bir iki saniye durdu... Sonra üst dişleriyle derisi biraz soyulmuş izlenimi veren o alt dudağını hafifçe ısırır gibi yaptı. Çok geçmeden, “Bak Hocam” diyerek titrek bir ses tonuyla anlatmaya başladı.
— “Ben Almanya’ya geldiğimde yirmi yedi yaşında bir gençtim. İlk geldiğim yer, şu gördüğün Otterstadt kasabasıydı. Otuz sekiz yıllık işçilik hayatımı, şu gözümüzün önünden ta ilerilere kadar uzanan betondan yapılmış ara yolların inşaat işlerinde çalışarak geçirdim… Ve bu süre zarfında hep bu kasabada oturdum.”
— “Hangi yıllar arasında çalıştın? Hatırlayabiliyor musun?”
— “Altmışlı yılların başlarından doksanlı yılların sonlarına kadar…”
— “Bütün bu yılların tamamı, şu gördüğümüz geniş ovada mı geçti?”
— “Evet… Aynen... Üzerinde yürüdüğümüz şu beton yol da dâhil, şu gördüğün uçsuz bucaksız ovanın içerisinde bulunan tüm ara yolları bizim şirket yaptı. Ben de bu inşaatlarda bizzat çalıştım. Bu yolların her metrekaresinde emeğim ve alın terim vardır, diyebilirim...”
Bisikletler elimizde, eski günleri konuşa konuşa yoldaşımla adımlamaya devam ediyorduk. Bu böyle yaklaşık beş yüz metre daha devam etti. Derken birer ikişer görünmeye başlayan evlerin önüne, dahası Otterstadt kasabasının ilk mahallelerinin bulunduğu bölgeye gelmiştik ki, bir kez daha durdu komşu yoldaşım... Hafif sakırdayan eliyle tam karşımızda bulunan ve terk edilmiş izlenimi veren birkaç bina ile döküntülü gibi görünen avluyu bana gösterdikten sonra anlatmaya devam etti:
— “İşte burası bizim şirketin kalıntıları! Şu barakaların bulunduğu kısım, şantiyenin olduğu yer… Şu gördüğün dökük sıvalı binanın üst katı şirketin yazıhanesi… Şu da o günlerden kalma, çürümeye yüz tutmuş bir traktör kepçesi… Şu eski çadır parçalarının altındakiler de harç karma makinaları…”
Bir yandan komşumun anlattıklarını dinliyor, bir yandan eliyle işaret ettiği yerlere bakıyorum: Bütün geçmişi kucaklayan, âdeta terk edilmişliğin hüznünü yaşayan dikdörtgen şeklinde genişçe bir avlu… İçerisinde de kırık dökük birkaç bina ile paslanmış malzemeler ve makinalar... Yer yer avluyu işgal etmiş görünen çayırlar ve otlar... Ve bir hayli dağılmış gibi duran küçük kum yığınları ve molozlar…
Bükük dudaklarla bir süre bu hazin görüntülere dalıp gidiyorum... Kafamda kopuk kopuk bir yığın soru beliriyor. Hemen sıralıyorum peş peşe soruları:
— “Pekâlâ, neden devam etmedi bu şirket, niçin böyle içler acısı bir hâle geldi buralar?”
— “Sorma hocam! Buraların inşaat ve yol işleri tam bitti, ben de yaş haddinden emekliye ayrıldım. Birkaç yıl sonra da Alman patronumuz rahmetli oldu. Şirket üç oğluna kaldı. Bir ara civar şehirlerin yol açma işleri için birkaç ihale aldıklarını duydum ama babaları ölünce bir türlü düzeni tutturamadılar. Sonunda beş altı yıl önce koskoca şirket iflas etti… Buralar da böyle perişan bir hâle geldi...”
— “Tabii çalıştığınız zaman buralar böyle değilmiştir eminim...”
— “Ah hocam! Burayı sen sekiz on yıl önce görecektin... Bir o günleri gözümün önüne getiriyor, bir de şimdiki hâline bakıyorum, gördüklerime inanamıyorum... Önce patron rahmetlinin ölümü… Ardından da buraların böyle içler acısı hâli… Beni o kadar üzüyor ki, anlatamam…”
…
Komşum konuştukça şaşkınlığım artıyor... İlk defa gariban, kendi hâlinde emekli bir Türk işçisinin, yıllar önce ölmüş Alman patronunu rahmetle andığına ve iflas eden şirketi için bu kadar üzüldüğüne tanık oluyorum… Ve bu üzüntüyü çok samimi ve içtenlikli buluyorum. Çünkü bundan sonra bu Alman patronun şirketinde hiç çalışmayacak ve ona hiçbir zaman bir daha ihtiyacı olmayacak... Gerçi daha önce de çok duymuştum, burada çalışan Türk işçilerinden Alman patronların çok dürüst ve adaletli olduklarını… Ancak “Gâvurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar” sözünün kolaycılığına sığınarak konuya çok kafa yormamıştım… Şimdi de, eski klasik dinî bilgilerimi hatırlayarak “Gayrimüslim biri ölünce rahmetli denilmez, toprağı bol olsun denilir” şeklinde bazı ukalaca laflar geçmeye başlamıştı içimden... Derken “Ukalalık yapmana gerek yok, belki Alman patron Müslüman olmuştur” şeklindeki bir iç sesle kendimi engellemeye çalışıyordum ki, birdenbire aklıma, memleketteyken bir mahalle arkadaşımın, patronu hakkında söylediği nefret dolu sözler ve beddualar geldi:
“... Bu haramzadenin yaptığını gâvur yapmaz! Allah onun boyunu devirsin! Ölemesin o, sürünsün! Beni on yedi yıl asgari ücretle çalıştırdı. Hem bugün-yarın diyerek son bir yıllık maaşımı vermedi, hem sigorta primlerimin büyük çoğunluğunu yatırmamış…”
...
Şaşkınlıktan kafam allak bullak olmuştu… “Hangisi Müslümandı acaba?” demeye başlamıştım içimden… Ardından kendi kendime; “Burada çok farklı bir durum var, meseleler öyle senin bildiğin gibi siyah-beyazdan ibaret değil. Derin ve çok boyutlu...” diyerek susturuyordum peş peşe içimde beliren bahaneleri.
Bu arada tekrar söze giriyor komşum, mazi özleminin dudaklarına sıvadığı buruk gülücüklerle:
— “Hocam! Bu bizim patronumuz o kadar dünya iyisi bir insandı ki, anlatamam… Her aybaşı geldiğinde akşamleyin bizi bu kasabanın merkezinde bulunan bistro kafenin salonunda toplar; tek tek hoş geldiniz diyerek güler yüzle ellerimizi sıkar, çalışırken gösterdiğimiz yoğun gayret ve çabamız sebebiyle teşekkür ederdi önce... Ardından kekler, pastalar, neskafeler ve meşrubatlar ikram eder, masalarımızı tek tek gezerdi... Hatta bazen bununla da kalmaz, ikişer üçer dakika bizimle oturduğu, hal ve hatırımızı sorduğu olurdu. Tabii bu yakın ilgi aynı zamanda, kenarı çiçek motifleriyle süslü, üzerinde dolma kalemle özene bezene isimlerimizin yazılı olduğu maaş zarflarımızın zarif ve mütebessim bir yüz ifadesiyle tek tek elimize verilmesi demekti... Elbette bundan ibaret değildi o dünya iyisi patronumuzun bize gösterdiği yakınlık… Birimizi biraz durgun veya moralsiz gibi görse hemen onunla daha yakından ilgilenmeye başlar, daha olmadı hafif ve samimi bir ses tonuyla; sizinle pazartesi iş çıkışı beş’te şirketin yazıhanesinde görüşelim, derdi.”
Tam içimden, “Tabii tuzu kuru insanmış patron... Para olunca herkes böyle iyi insan olur...” şeklinde bazı sözler geçer gibi olmuştu ki, birdenbire aklıma, memleketteki eski kiracımızın birkaç yıl önce bana anlattıkları geldi:
“Hocam, yine size karşı çok mahcubum. Beni bu ay da idare edin ne olur! Bizim müteahhit ödemedi yine haftalıklarımızı. İki üç ay daha sabredin, toplu vereceğim paralarınızı diyor hâlâ. Geçen yıl da böyle yapmıştı biliyorsunuz. Hatta bir kısmını vermemişti de, imdadımıza kayınpeder yetişmişti sağ olsun. Ben anlamıyorum bunun gibi alçakları! Hem para yok, biraz sabredin diyor; hem altında son model lüks bir cip, orada burada geziyor!.. Hakkımı asla helal etmeyeceğim bu namussuza! Bir de utanmadan bana, bu yıl hacıya yazıldığını söylüyor…”
Kafam iyice karışmıştı... Nihayet kendimi biraz toparlamış, durumu kurtarmaya çalışmıştım:
— “Demek o kadar iyi insandı Alman patron ha… Pekâlâ, size, yani biz Türklere bakışı nasıldı?”
— “Onda ayrımcılık diye bir şey yoktu hocam. Hatta bize daha ayrı bir yakınlık gösterirdi. Onunla, sizinle şu anda olduğumuz gibi komşuyduk. Burada, neredeyse kasabanın tam ortasında, evlerimiz biraz çapraz şekilde yıllarca karşı karşıya otururduk. Ramazan ve Kurban Bayramlarında bayramımızı tebrik etmeye gelir, doğum günleri elinde bir demet çiçek; gömlek, kravat ve kol düğmesi gibi hediyeler getirir, eşiyle birlikte bizi ziyaret ederdi. Hatta bir seferinde canım biraz sıkkın gibiydi. Çocuklar bir hayli büyümüş, oturduğumuz kira evi bize dar gelmeye başlamıştı. Bunu fark etmiş olmalı ki, evinin yan tarafında bulunan babasından kalma dubleks konağı bize yarı fiyatına dört taksitle satabileceğini söylemişti. Ben de, bir gün memlekete döneriz düşüncesiyle bu evi satın almamıştım. Meğer sonradan öğrendim ki, bizim patron rahmetli mali yönden çok sıkışmış; sonunda ben de dâhil yedi işçinin maaşlarını ödeyebilmek için altındaki arabasını satmak zorunda kalmış… Ama hiçbirimizin bunlardan haberi yoktu tabii… Çünkü zaman zaman eli daralsa da ne yapıp eder, işçilerinin hakkını kuruşu kuruşuna hiç aksatmadan verirdi…”
...
Muhabbete o kadar dalmıştık ki! Sonunda kendimizi, bisikletler elimizde, adımlaya adımlaya bu küçük şehrin kuzeybatısındaki mezarlığın girişinde bulmuştuk... Derken biraz mahçup biraz tereddütlü bir yüz ifadesiyle; "Hocam! Buraya kadar gelmişken patron rahmetlinin mezarına da uğrasak mı acaba..." dedi usulca komşu yoldaşım. Pekâlâ deyince, bisikletleri mezarlık girişindeki küçük park yerine bıraktık, kâh itinalı adımlar kâh yıkık kaşlı bakışlar eşliğinde mezarlığın batısına doğru ağır ağır yürümeye başladık. Taşı haç kazıntılı, üzeri orkidelerle süslü, abartısız ve bakımlı bir mezarın önüne kadar geldik ve durduk... Ben; içimden, mezarın üzerindeki rengârenk orkidelere baka baka “Toprağı bol olsun, Allah ameliyle muamele eylesin” dilek ve temennilerinde bulunurken, komşum da ellerini açmış, gözlerinden yaşlar süzüle süzüle Alman patronuna İhlas ve Fatihalar okuyordu...
Bakışlarım bir anda, Almanya’nın Otterstadt kasabasındaki bir mezarın soğuk mermerlerinden bizim memleketin sisler ve belirsizlikler içerisinde yüzen hâlipürmelaline doğru kayıp gidiyor… Neler geliyor aklıma o an neler… Patronlarının arkasından, "Mezarında rahat yatamasın o!" diyen bazı işçiler… Hiçbir sosyal güvencesi olmayan tezgâhtarlar, ameleler, hamallar… Bazı Müslüman(!) marketlerde senelerce sigortasız çalıştırıldığını işittiğim başörtülü genç kızlar ve hanımefendiler… Ortaokul yıllarımda bir mahalle arkadaşımı kandıran, paranı bugün-yarın vereceğiz deyip bir yaz tatili boyunca ayakları şişinceye kadar çalıştıran, nihayet tek kuruş dahi ödemeyip bütün emeklerini çalan kahveciler ve patronlar… Kamu kurumlarında yapılan haksızlıklar... İki üniversite mezunu olduğu hâlde onlarca yıldır kadrosu verilmeyen memurlar... Bölgecilik ve adam kayırmacılık kurnazlığı ile sömrülen ve hakkı yenilen garibanlar...
...
Kısacası, bana o güne kadar yön veren bütün değer yargılarım bir anda tepe taklak oluyor… Eski kafa yapıma göre ifade etmek gerekirse, bir “Gâvurun Mezarı” her şeyi alt üst ediyor... Dahası bu mezardan işittiklerim bana, bu yaşa kadar dinlediğim bin kamyon dolusu vaazdan çok daha etkileyici geliyor. Âdeta yeni bir dünya kuruluyor kafamda… İlk defa ahlakın, dinden daha çok uygarlıkla ilişkili bir kavram olduğunu fark ediyorum sonunda. Hele adaletin; din, dil ve millet kavramları başta olmak üzere, bütün paradigmaları mağlup eden bir büyük güç olduğunu anlıyorum.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Kıyaslamalı güzel bir yazı olmuş.
İnsan kendi içindeki "genel düzen"i kuramazsa kaoslarının esiri olur. Ve insan başka bir şeye dönüşür o zaman.
Erdem "insan"ın özelliği haline gelmedikçe bilgi sadece kullanılabilir bir şey olarak kalır insanda.