- 405 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
TÜRKÜLERDE YAŞAYAN TÜRKÇE
TÜRKÜLERDE YAŞAYAN TÜRKÇE
Türkülerimizdeki Türkçenin sesi yüzyıllardır tazeliğini, canlılığını ilk günkü gibi korumaktadır. Şüphesiz bu geleneği günümüze kadar koruyan ve taşıyan ozanlık geleneğimiz ve usta- çırak öğretisidir. Türkülerimiz yüzyılların ötesinden gelen sesimizdir, musikimizdir, geleneğimizdir. Bu kültür birikimi Türk Dilinin asıl yapı taşlarıdır. Bu yüzden Türkçeyi bütün canlılığıyla yaşatan Türkülerimiz korunmalıdır, kollanmalıdır; adeta bir sanat müzesinde saklanır gibi özen gösterilmelidir.
11. Yüzyıl öncesinin Türk kültürüne ait koşukları, atasözleri, deyimleri bünyesinde toplayan Divanü Lugati’t-Türk eseri, Türkçe’miz için de Türkülerimiz için çok önemli bir kaynaktır hepimizin bildiği gibi. Ne yazık ki eser yazıldıktan bir süre sonra kaybolmuştu. Kim bilir hangi kütüphanenin hangi tozlu rafında asırlarca kalmış, bilemiyoruz. Nihayetinde yazıldıktan sonra, yüzyıllar boyunca bulunamayan bu eser, 20. yüzyıl başlarında bir rastlantı sonucunda ele geçirildi. Belki de bu eser olmasaydı bu günkü sağlam, güzel, ahenkli Türkçe’miz olmayabilirdi diyebiliriz. Bu doğrudur; ama bu gün ‘Türkçeyi asıl ayakta tutan asırlardan beri yaşattığımız Türkülerimizdir,’ demek daha doğrudur. Çünkü türküler hiçbir yasak, kural, baskı tanımadan sınırları aşar; kulaktan kulağa, gönülden gönüle yayılmaya devam eder. Bu başeser bulunmasaydı bile, yazarı Kaşgarlı Mahmut tarafından toplanan koşuk örnekleri zaten ozanların dilinde, dombra Türk sazı eşliğinde dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyordu. Çin’den Amerika’ya kadar Türklerin bulunduğu her yerde ve her asırda Türkülerin yaşaması, aslında Türkçenin yaşaması anlamına gelmektedir. Şüphesiz ki eser tartışılmayacak kadar önemli ve kalıcı bir belgedir. Ancak dili asıl yaşatan, kuşaktan kuşağa geçmesini sağlayan Türkülerimizdir. Bu yüzdendir ki Türkçenin arı, duru söz ve ses zenginliği, Türkülerimizle günümüze kadar ulaşmıştır.
Bu gün biz, Türkçenin en canlı en diri örneklerini Türkülerimizde buluyoruz. Türküler bir yandan dilimizin ses kaynağı olurken diğer taraftan dertlerin, sevinçlerin, toplumsal sorunların ve çözüm yollarının da kaynağı oluyor. Dede Korkut gibi Halk Filozofları olan ozanlarımız, yaşadığı dönemin sosyolojik ve ruhsal yapısını Türklere taşımışlardır. Yaşadıkları deneyimlerle halka yol göstermişler, ufuklar açmışlardır. Dillerinde Türkçe yaşarken gönüllerinde de halkın sevgisi, ayrılığı, hüznü dile gelmiştir. Bu gelenek hiç kopmadan, eksilmeden bu güne kadar taşınmıştır. Aslında taşınan Türkçe sözcüklerdir, deyimlerdir, atasözleridir. 13. Yüzyılın Türkçe sevdalısı Yunus Emre’nin dilden dile dolaşan şiirleri:
‘Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler’ deyişini…
15. Yüzyılın en duru Türkçe’sini kullanan Nesimî’nin feryadı olan:
‘Nesimî’ye sordular ki
Yârin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne ‘ sitemini…
15. Yüzyılın söz ve anlam ustası Pir Sultan Abdal’ın gür sesli:
‘Sen bir yanıl alma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin’ bilge tavrını…
16. Yüzyılın fotoğrafını, kullandığı Türkçesiyle en güzel yansıtan Kul Himmet’in:
‘Bilmem amelimden yoksa özümden
Ah ettikçe kan yaş gelir gözümden
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu’ şikayet türkülerini ve daha binlerce Türkçenin en yalın örneklerini hep Türkülerimizde buluyoruz.
Günümüzde ise, Türkçe’mizi 19.Yüzyıla kadar Türkülerde yaşatan Erzurumlu Emrah bayrağı Veysel’e bırakıyor. Veysel, Türkçe sözcüklerle adeta oynar gibi Türkçe’mizi, Anadolunun bozkırından; bozkırın soğuk pınarlarından kana kana içtiğimiz su gibi sazıyla sözüyle yüreğimize düğümlüyor.
Türkülerimiz hem yaşıyor hem de Türkçe’mizi yaşatıyor.
Türkünün özünde kulak ve ses vardır, musiki ve ritim vardır. Ses, musiki, ritim yüreklerde kalıcıdır. Yüreklerde nakıştır. Yürekten yüreğe taşınır gider. Türkü, Türk Halk kültüründe sofrada azık, harmanda başak, parmakta yüzük, kulakta küpedir. Türkü, yemeğin tadı, tuzu, biberidir. Türkü, ailede evlattır. Türkü, kilimde düğümdür. Türkü, yüzükte taştır. Türkü yazılmaz, yakılır. Türkü okunmaz, çığrılır. Türkü, ozanın dilinden çıkınca Türkü olmaz; halkın süzgecinden, belleğinden, yüreğinden geçtikten sonra dinlenir, kıvamını bulur sonra türkü olur.
Bir Dil Bilimci, başka kaynağa bakmasa, sadece Türküleri incelese, o Türkülerde, Türkçenin bütün fiillerini, bütün sözcük türlerini, bütün sözcük köklerini, bütün eklerini rahatlıkla bulabilir. Bilim insanlarımız o Türkülerde, Türkçenin gerçek zenginliği olan bütün deyimlerini, atasözlerini; Türkçenin tümce yapısını çıkarabilir. Daha da önemlisi sözcüğün kök yapısına dahi ulaşabilir.
Bütün milletler kendi Halk Kültürleriyle ayakta durur. Milli kültürdür milletleri farklı kılan. Çin’den Hint’e, İspanya halk kültüründen Meksika halk kültürüne kadar her ulusun Türküleri, o ulusun dilinin de zenginlik kaynağıdır. Halk Türkülerine sahip çıkan ulusların dilleri canlı, güçlü, zengin dillerdir. Tanınmış ve öğrenilmek istenen diller olmuşlardır.
Türkülerimize sahip çıkarsak Türkçeye sahip çıkmış oluruz; Türkçeye sahip çıkarsak Türkülerimize sahip çıkmış oluruz.
Türküler yok olursa Türkçe de yok olur!
Mehmet Dağıstanlı
Araştırmacı-Yazar
EĞSAD- Eğitimci Sanatçılar Derneği Başkanı
YORUMLAR
Çok doğru bir tespit... Dilimizi koruyan türkülerdir ve türküler Türklere aittir.
Divan edebiyatı mekan olarak sarayı seçince Anadolu Türkçesinden uzaklaşmıştır. Ozanlar da kendi çevrelerinde getirdikleri kültürü seslendirerek kendilerini yok sayan saray çevresine ve divan edebiyatına aynı tepkiyi vermişler ve o nedenle 'İkinci Dönem Türk Edebiyatı' diye de bilinen 'İslamiyet Etkisindeki Türk Edebiyat'ı biribirinden tamamen bağımsız ve bir o kadar da farklı iki koldan eserlerini vermeyi sürdürümüştür. Halk edebiyatının bi<e tarih olarak daha uzak ( örneğin 13. yüzyıl ) eserlerini hiç zorlanmadan bugün anlayabiliyorken, Divan Edebiyatının tarih olarak günümüze daha yakın ( örneğin 18- 19. yüzyıl) ederlerini anlamak için bazen doğrudan çeviri yapmak gerekir.
Atatürk'ün 1928'de yaptığı 'Dil Devrimi' Anadolu insanının yüzyıllardır dlini yaşatmak için verdiği mücadeleye güvenerek kısa sürede bu yenilikle eğitime geçilebeileceğine olan inancıdır.
Anadolu insanı aynı zamanda koşukların ve saguların devamı sayılan koşmaları, ağıtlarıyla - koçaklamasıyla - güzellemesiyle - taşlamasıyla günümüze kulaktan kulağa taşımayı başarmışlardır.
Yazınız bilgilendirme amacıyla içeriği dopdulu, öğretici olma amacına karşın duru ve anlaşılır bir dille yazılmıştır.
Bu konuda yazılacak çok şey var ama, final sözü son noktayı koymuş gerçekten... "Türküler yok olursa Türkçe de yok olur!"
Bu önemli çalışmanız için emeğinizi kutlarım Mehmet Bey.
Saygılarımla.