- 446 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Dilsiz sessiz aşk..
Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünümüz minik bir salon. Seyircilerle, oyuncular arasında sahanın çizgisi vardı sadece. O kadar yakındılar.
Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar sırrı kızı ilk defa görüyordu takımda. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler. Kız gülümsedi. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda. Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.
Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlıda yerini değiştirdi, o da karşıya gitti. Üçüncü sette tekrar eski yerine dönü. Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba. Bir defa daha gülümsedi. Manidar. "Anladım" der gibi bir gülümseyişti bu. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar sırrı kızı düşündü.
Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar sırrı kızı görmek için. Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu. Dahası Ankara Koleji’nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.
Karsılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı.
Bir defasında, yaptığına sonra kendiside günlerce güldü. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı. Kız bu defa, iyice gülmüştü. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce.
Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü. Kaptan "tabi" dedi. "Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sende gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız."
"Mutluluk iste bu olmalı" diye düşündü delikanlı. "Mutluluk iste bu." Konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı. Konser günü de hiç ama hiç unutmadı. O ne heyecandı öyle. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar. El sıkıştılar. O güzel ele dokunduğu ani da hiç unutmadı delikanlı. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar sırrını kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı.
Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde. Ama uzatamıyordu işte elini. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki.
Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu. Kızın omzuna değil. Koltuğun üzerine. Sonra kız arkaya yaşlandı. Bir kaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artik genç adamın. Dünyalar sırrını kızın saçları eline dokunuyordu çünkü. Konserden çıkarken, kız, sakalaştı. "Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse. Yarın Adana’da maçımız var.
Gözlerimiz sizi arayacak.
Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. Cebinde onu otobüsle Adana’ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı. Gece yarısı kalkan otobüse bindi. Sabah erkenden Adana’ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakin yere oturdu. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.
İlk sette kız farkında bile değildi onun. Nerden olsundu ki. İkinci sette öbür tarafa gittiler. Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı. Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardı sanki. Ankara’nın hele Kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu. Maç bitti kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşma dan. Konuşmaya gelmemişti ki. Kız "keşke orada olsaydın" demişti. O da olmuştu işte. Hepsi o ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında.
Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. "Bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan. Kız, Necip Fazıl’ın dört satirini okurken.
"Ne hasta beklerdi sabahı
Ve ne genç ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!"
Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolejin önündeydi gene. Kız karşıdan geliyordu. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya. Gözlerine inanamadı genç adam. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa. Evet, çağırıyordu işte.
Kalbinin duracağını şandı yaklaşırken. "Sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız. Oda heyecanlıydı, belli.
"Bak iyi dinle. Dünkü satırlar için çok teşekkürler. Herhalde hissettin, bende senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondanda hoşlanıyorum ve hunuz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok."
"O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni" dedi, delikanlı ikiletmeden. Ayrıldı kızın yanından. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkma dan. Bir daha onu hiç görme den. Yıllarca sonra Levent’in söyleyeceği şarkıda ki Sezen’in sözlerini o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı.
Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi. Ama bekledi başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi.
Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu. İki dörtlüktü şiir. İlki kıza verdiği. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. Cebine koydu.
Bekleyiş sürüyor, sürüyordu. Okullar kapandı, açıldı. Aylar, aylar geçti. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.
"Günlerdir seni arıyorum" dedi. "Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber. Artık hayatımda hiç kimse yok!" "Yaa" dedi delikanlı. "Yaa" dedi sadece. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı. "Yaaa!"
Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. "Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün" dedi. "Bu da sonu onun." Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan. Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken.
"Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artik neye yarar! "
Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. O sevgilinin kendisi bile. Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani? Ya da. Ya da. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti, acaba?
Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor. Bilmediğini de en iyi ben biliyorum. Cönkü, delikanlı, bendim..
Sami Arlan..