- 777 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'impenetrability'
"ve açıkça ağır ve acılı yeryüzüne adadım yüreğimi ve kutsal gecede sık sık kendisini ölünceye dek bağlılıkla, korkusuzca, ağır yazgı yüküyle seveceğime, gizlemlerinin hiçbirini küçümsemeyeceğime söz verdim. böylece ölümlü bir bağla bağlandım ona."
Empedokles, Friedrich Hölderlin
..
..
..
..
..
..
..
Kısa mesaj döneminin kapandığını sanıyordum. Kötü bir oyuncu olduğumu iddia edebilirler ama sahnede rol üzerine aynı şeyi iddia edilirse, işte bundan dolayı kırılırım. Telefonun en sevmediğim bölümü ‘mesajlar’ yazan simgedir. Yıllar önce başımdan geçen talihsizliği sindirebilmiş değilim. On dert sene sonrası yaşadığım bu saçma iki günü tarif bile edemiyorum. Neyse ki herhangi bir sahnede rol verebilecek kadar kimse aklını oynatmış değil! Kendimi ikide bir kırıp dökmüyorum; olanı anlatmak dürüst bir insanın payesi oluyorsa, evet ben dürüst bir insanım! Fakat yaşadıklarımı düşündüğümde ‘neden’ diyorum, ‘neden bu türden saçmalıkları bir dizi-film gibi yaşamak zorundayım?’ Bazıları ‘aldığın ahların, bedduaların bedeli’ derken, kimisi daha basit düşünüyor: ‘Sen depresif bir insansın! Eğer benimle karşılıklı bira içersen, eminim ki çok rahatlayacaksın!’ Çay, kahve içer gibi bira içmeyi normal görüyorum ama kullanmadığımı söylediğim zaman ‘nasıl oluyor da içmeden sarhoşsun’ diye tepki gösteriyor. Doğmadan anneme fazlasıyla fentanil enjekte etmiş olabilirler ya da belediye eser miktarda etil alkolü çeşme suyuna ekliyordur. Bunlar gerçekten gereksiz ayrıntılar ve ayık kafayla konuşmasını, sarılmasını bekliyorum. İki birayla dünyanın en çekilmez çakırkeyif kadını oluyor. Normalde sarhoşluğu diline vurur diye umuyordum ama uzanıp, uyuyacağı bir yer aramaya başlıyor. Neyse ki hafif ve dünyada tenölçümü itibariyle küçücük bir yer kaplıyor!
Fatih ‘senin beğendiğin, gönül verdiğin, bu uğurda kafa yorduğun bir konuda sana destek olmayan, seni yok sayan biriyle işin olamaz’ dediği gün haklıydı. Sesi telefonda melodi gibiydi. Ona anlatamamıştım. Nasıl anlatılır ki? ‘Biri var Ezgi, bana müsaade et, iki gün olamayacağım. Onunla ciddi bir yola girip girmeyeceğimizi anlamak zorundayım.’ Böyle bir şey nasıl söylenir? Ezgi yalnızca kurtarıcı bir melek gibi hayatıma girmemiş, lafta kalmayacak şekliyle basit konularda olsa bile bana yardımdan kaçınmıyordu. Desteğini her gün hissetmem bir kenara, yağmur damlaları gibi konuşuyor ve benim –ne kadar zor da olsa- kendimi anlayabilmem için hiç şaşmayacak gerçekliğiyle önümde duran perdeyi sıyırmamı arzuluyordu. Haftalardır elimden düşürmediğim bir kitapla beraber otobüsteydim. Bu güzergâhta en son koluma otuz dikiş attıkları zaman otobüse binmiştim. Koltuk sıkıcıydı. Önümde oturan dengesiz koltuğu bana doğru indirmesiyle beraber sinirlenmeye başlamıştım. Dolgun bacaklarımın pek işe yaradığını söyleyemem ama bu sefer kullanışlı tahrik elemanları olurken, hiç ağzımı açmadan başardığım bu zaferden ötürü pis pis cama dayadığım başımı saran yüzümle gülüyordum. Üstüne Fransa’da eğitim görmüş bir beyzade tavrıyla başını yarım çevirip ‘pardon’ demesiyle zaferimi taçlandırıyordu. Haftalardır elimde gezinen kitabın kapağına bakıyordum. Ne hoş, nasıl da zarif; kıvrımları muntazam bir dikdörtgen inceliğiyle muhakkak okunmayı arzulatıyor! Oysa ben haftalardır kendilerine zulüm ediyorum. Yüz elli sayfa bile değil ama bir türlü bitmiyor! Çeşitli yalanlar uydurdum: ‘Zihnimi uğraştıran şeyler yüzünden odaklanamıyorum. Hastayım. Ağrılarla örülü bir duvar gibi bedenim. Yıkılıp baştan yapılması şart oldu. Gitmek istemiyorsun ki, neden gidiyorsun? Gidince baştan kaybedilmiş bir oyunu oynayacaksın. Canına minnet be! Herkes istediği türden bir hayat istiyor ama bunun olmayacağını sen de biliyorsun.’ Öyküler bir çiçeğin kokusu gibi; yer yer hafif bir salınım için çaba gösteriyor. Hafif, kalıcılığı kısa bir parfüm gibi öyküler ama insanın hafızasına o koku bir kere kazındı mı çıkması ne de zor olur! Gayet her şeyin farkındayım. Mağdur değilim, bilakis zafer yolunda ilerleyen mağrur bir savaşçının bakışlarına sahibim. Fakat neye yarıyorlar? İnancımı, hırsımı, değerlerimi çürüten bir çağa karşı bakışlarımın yararı dokunabilir mi?
‘Bu, birini bekleyen bir kadına dair bir sahneydi.‘ Otobüsten ininceye kadar altını çizdiğim bu cümlenin etkisi içerindeydim. İndim, yürüdüm, bir minibüse durması için elimi kaldırdım, sigarayı söndürdüm. Tamamıyla içilmemiş bir sigarayı çöp kutusuna atmak kadar ruhuma dokunan bir şey varsa, o da altını çizdiğim cümleye benzer bir görüntüdür. ‘Birini beklemek’, her ne sebeple olursa olsun Donatello’nun kubbelerindeki estetiği çağrıştırıyor. Kent ve talih ters gitmeye başladığında, insan ruhuna görüntüsüyle yüce izler bırakan eserler ‘modern’ olanın çağdaş bombalarıyla yıkılmasıyla estetik yara alıyor. Fakat insan yaşadığı müddetçe, bu ‘beklemek’ fiilinin yapıtaşlarıyla var olup, faaliyetin doğasına ait zamanı büken hadisenin her tekrarlanışıyla özgün yaratımın sürecine imkân veriliyor. Hiç duyulmamış, öğrenilmemiş, görülmemiş bir sanat, bilimin çepeçevre sardığı haliyle ‘bekleyişin’ içinde kendini var ediyor. ‘Harika’ diye bağırıyorum üstgeçitten karşı kaldırıma adım atarken. Benden başkası şu an üstgeçidi ihtiyaç görmediği için Tanrı’m şükürler olsun! Tanrı eğer her şeye karışıp, hiçbir iradi yönelime izin vermeseydi ne bu üstgeçitte durup, kendi kendime konuşabilirdim ne de ‘birini bekleyen bir kadına’ bu denli içten duygular yükleyebilirdim! İrademin zaferi olsaydı, mümkün olduğunda uzakta, insanlarla sınırlı bir muhabbet içerisinde bulunmayı arzulardım. Sanırım bunu yine de başarıyorum. Bu yüzden kıskanç oluyorsam hiç önemli değil! Evet, huysuz ve kıskaç bir adamım! Bu yüzden kuruntular yaratan zihnimle başa çıkma konusunda zorlanıyorum. Kıskanıldığını ve bunun rahatsızlık verdiğini hisseden insanların sırayla gidişini izliyorum. Botticelli’nin cehenneminde yer alan Sade’nin Sodom’undaki insanlardan farksız insanların her gidişi sekanslar halinde zihnimde yuvalanırken, çılgın bir şekilde ‘harika’ kelimesi ardınca ünlemini altımdan hızla ilerleyen arabaların çiğnediği ‘yeter’ isyanıyla sonlandırdım. ‘Yeter, yeter, yeter artık; hiçbir şey istemiyorum.’ Çılgın bir acemi olduğumdan dolayı merdivenlerden aşağı inerken, az önce yaşadığım trajediyi çoktan unutmuş bir sersem olarak kaldığım yerden devam edebilirdim.
Eflatun’dan beri sayıklamaların her biri insan yaşamındaki arızaları gidermek üzere olsa da, başarısızlığın en önemli göstergesi ‘iyinin’ aslında bilinen haliyle topyekûn yaşanacak bir hayalin eseri olduğuydu. ‘Eğer her şeyin ve herkesin iyi olduğu bu hayal yaşanıyor olsaydı, bu sefer insanın umutlanacak, düzeltmeye çalışacağı bir şeyi kalmadığından da yaralanacak hayat sahneleri olmazdı. İşte bu yüzden iyi, her şey olmadığı gibi, her zaman ‘iyi’ olanın mutlağı ‘iyilik’ değildir.’ Madem iyiliğin işe yaramadığı, ardılları boyunca adaletsizliğin çağdaş bir figür olarak boy göstereceği çağın mevsimini idrak ediyoruz, o zaman en büyük hüznü kendimizden başka bir yerde aramanın ne lüzumu var? İşte biz, aynada görünen yüz ardınca bir kafa, bir beden ve yaralarıyla yaşayan varlığın çekmesi için organik pek çok mevcudun sesi duyuluyor: ‘Beni de unutma!’ Kimseyi unutmuyorum. Çığlıkları, dermansız gelen dertlerinizi, tahribat sonrası hiç dinmeyen, insanı zamana küstüren haksızlıkları, gözleri artık akmayan yaşlarıyla kızaran ruhları aklımda tutuyorum. Aklım her birini kaydedecek kadar boş bir hafızayı yönetiyor ama yine de kendi acısını yakından hissedebilmenin haklı gururuyla yaşamı sırtlıyor. Ne yapabilirim? Söyleyin, asla ruhumu temize çekme gibi bir niyetim yok! Ne yaparsam içinizdeki yangın sönecek? Peki, yangın sonrası küle dönmüş ne varsa bir süre sonra toprağın bağrından yeni filizlere imkân tanımayacak mı? Sabırsız olmadığınızı görüyorum. Bekleyin. Herkes bir süre beklesin. ‘Beklemek dostum’ arka tarafta çeşmeleri akmayan bir bahçeden bunu yazıyorum, ‘beklemek insanı olgunlaştırır!’
Sandalye rahatsız edici olmasa bile iç gerginliğim had safhada olduğundan ‘rahat değilim’ diyebilirdim. Onu bekliyorum. Gelip oturacak ve yüzyıllardır yapılan bir olgunun temelleri üzerine konuşulacak. Üzerime ağır tütün kokusu sinmemesi için sigara bile yakmıyorum. Anlayışlı olduğum söylenebilir ama bir yere kadar! Her on saniyede bir bardaktaki çaydan biraz daha azalırken, sabrım tükenmeye başlıyor ve çevremdeki insanlara bakınıyorum. Kitabı montumla beraber çaprazımdaki sandalyeye koyduğumu anımsıyorum. Monta uzanıp kitabı geniş iç cebinden çıkarıp, masanın üzerine davet ediyorum. Sayfa seksen sekizden itibaren ünlü bir aydınlanma sanatçısının yaşadığı yıl sayısı kadar okuduktan sonra kitabı bitirmiş olacağım. Sıradan bir incelik taşıyorum. Üzerimde yeni aldığım gömleklerden biri var. İlk defa toplu kıyafet alışveriş yaptım. Gömlekleri yıkayıp, onları ıslak haliyle tek tek askılığa geçirip kurutmalığa astım. Böylelikle ütüye bile ihtiyaç duymaksızın kuruyunca onları giyebilecektim. Giydim ve buraya geldim. Hava aksilik çıkarıyor, güneş bir yaz klasiği yaşıyordu. Kollarımı dirseklerde bitecek şekilde sıvamış, önümdeki kitabın son sayfasına bakıyordum. Kimi zaman yapıp yapmama konusunda iç geçirdiğim bir şeyi başarmış olmanın haklı bir gururuyla kitabı kapatıp, bardaktan son yudumumu alırken, sigara iki parmağım arasında sırasını bekliyordu. Son sayfada yer alan dikkatimi çeken cümle hafızamda son kez en canlı haliyle var oluyordu: ’Hatıranın görselliği de nihayetinde ve kaçınılmaz olarak yok olacak çünkü hafızanın evrimi, hatıranın korunmasını garanti etmiyor.’ Burada geçirdiğim bir saatin ardından sürecin nasıl işleyişini iyi biliyordum. Yine bir ‘iyinin’ olumsuz anlamıyla ritüelde hazır bulunduğu dakikaların tesiri altındaydım. Buraya benden önce gelseydi, etkisi altında kaldığım ‘bu, birini bekleyen bir kadına dair bir sahneydi‘ cümlesinden kaynaklı bir karışıklık içerisinde olacaktım. Evrene gönderdiğim mesaj yerini bulmuş olsa gerek, gelmemiş ve beni tumturaklı anlayış budalalığından kurtarmıştı.
Tekrardan otobüse binmeden önce haftalardır inişli çıkışlı bir ilişki yaşadığımız kitabı bitirmenin dayanılmaz hafifliğiyle önceden hiç yürümediğim sokaklarda zaman geçirmeye karar verdim. Anlık kararların cazibesine her zaman kanmışımdır. Üzerine düşünülen, planlar kurulan, ciddiyetin insanlar arasında menfaat kozundan başka bir şeye yaramadığı kararların başarısızlığını görmekle herhangi bir fayda sağlayamadığım gibi, hafızamın evrimindeki problemlerden ötürü kısa süreli acı duyumsamalarım ayyuka çıkabiliyordu. Açıkta kalmış, herkesin gözü önünde parlayan bir yaradan farksız hissediyordum. Aslında gayet ‘iyi’ hissediyordum. Yanılmıyorsam ve iddiam dayanaklarını yıkmadıysa gelmemesi hoşuma gidecekti. Kısa sürecek konuşmam sonrası karşımda ezilip büzülen bir canlının ‘neden’ sorusuna cevap verme gereksinimi duymayacaktım. Adımlarım, çivisi çıkmış nalından ötürü geometriye lanet okuyan atınkine benzerken telefonuma kısa mesaj geldi. Kitabımı okumuş, hafiflemiştim. Ezgi’nin iddia ettiği yazarlık müsveddesine dair hayalimi kuşatan beyaz kapaklı bir kitabı kalbime yakın taşıyordum. ‘Özür dilerim. Aklım ve kalbim bu işe onay vermedi. Gelemediğim için lütfen kusura bakmayın. Size hayatınızda…’ İyi dileklerin canı cehenneme! Ne zaman biri karşımda şahsım adına iyi bir niyette bulunsa, ağzını avucumla kapatma isteğiyle doluyorum. Farkında olmadan telefonun ekranını okşuyordum. ‘İki gündür hiç yazmadın. Yanlış bir şey mi söyledim, bilmeden kalbini mi kırdım diye üç kere yazışmalarımızı okudum. Yoksa sana kötü bir şey mi oldu? Umarım iyisindir! En yakın zamanda tekrardan bana yazmanı bekliyorum. Telefonla aramak istedim ama her defasında korktum. Umarım iyisindir ve en yakın zamanda bana yazarsın!’ Sanki Ezgi’nin kıvırcık, pamuk gibi yumuşacık saçlarını okşuyordum. Uslanmaz bir budalaydım. Varlığım ağır kanserojen bir maddeydi. Hayatım yeteri kadar zordu ve başkalarının hayatına her nasıl olursa olsun ilişmiş maddemin zorluk çıkarmayacağına inanmam hakaret sayılabilirdi. Ben ‘güzel ve hoş’ iken, başkalarının hayatında yer alışım güzel karşılanıyordu. Kimi zaman yokluktan varlığa geçişlerde ağır bir baskı oluşturuyor, varlığımla insanları yoruyordum. Bunun olmaması adına tersane zincirleriyle kalbimi bir kafese kapatıp, aklıma düşüp yaralanmaması adına zırh geçirmiştim. Faydası dokunuyordu. Artık hiç kimse şunu diyemezdi:’ Çok kırıcısın.’ Yalnızca bir Güneş’in ölümü beni derinden sarsıp, karanlık kuyularda susuz bir yurtsuzluğa beni sürükleyebilirdi. Sesimi duymuyor, gülmek zorunda kalmıyor, sorulara cevap vermek için dürüstlüğün zorlu bayırını çıkmıyor, hislerime kat kat boya sürmüyor ve yine hislerimin tenini saklayacak boğucu kıyafetleri kat kat giymek mecburiyeti hissetmiyordum. Kimseyi kırmadığım gibi, hislerimi açıkça yaşama hürlüğünü tadıyordum. Söylenmeyi bıraktığım günden beri, yeni kelimelere duygu besliyor, hislenişlerimin objelerini daha yakından tanıyor ve sevgimin asla bir paçavra gibi reddine şahit olmuyordum. İnsanlarla tartışmadığımdan dolayı daha dingimdim. Dürüst olmam gerektiği için kendime biçtiğim rolü oynamak yorucuydu. Artık zihnen daha dinçtim.
Sesi beklediğim gibi kırgın bir papatyanın soluşunu rüzgâra yazdırdığı bestelerden birine aitti. ‘Efendim’ derken cehaletimle karşı karşıyaydım. ‘Merhaba’ dedim, sessizlik daha ne kadar sürebilirdi? ‘Kafamı toparlayabilmem için iki güne ihtiyacım vardı. İki gün yerini yıllara bile devredebilirdi. Neyse ki ekildim ve haklı bir özgüven problemiyle karşı karşıyayım. Sana ihtiyacım var!’ Muazzam bir rastlantı üzerine Ezgi’de iki günlük boşluğun içini doldururken ‘demek ki aynı şeyleri yaşamayı, farklı insanlarla başarmışız’ analiziyle ters köşede ellerimin bağını çözüyordu. ‘Sahiden mi’ diye sorarken sahiciydim. O da sahiciydi! Sahicilik üzerine absürt bir seminer için projeksiyon hazır tutuluyordu. Memur arkadaşın yüzündeki ‘şaşkın yaşama becerisi’ yerini ‘göt, bildiğin göt’ kavram deformasyonuna götürüyordu. Pek çok göt sıralanmış bir şekilde ‘nasıl göt olduklarını anlatacakları’ seminer için ısınmaya, terlemeye başlamışlardı. Hararetli bir delikten çıkan ilk kelime zararlıydı:’ Sayın…’ Yürüyüş saati yakındı. Tahminim şaşmamış ve sesiyle buna şahitti:’ Birazdan yürüyüşe çıkacağım. Sana geçen attığım yürüyüşteyken attığım fotoğraftaki taytım yırtıldı. Aslında yürüyüşten ziyade alışveriş merkezine gideceğim. Tayta o kadar para verdim, garantisi var mı diye soracağım. Zaten yeni bir tane daha almam gerekiyor. Yırtılanı değiştirip yenisi verirlerse iki tane taytım olur, nasıl fikir?’
‘Kullanıcı hatası’ diyerek Ezgi’nin taytını değişime tabi tutmadıklarını öğrendiğim andan yüz yetmiş saat sonra doğum günüme özel ıspanak yemeği yapıyordum. Kendimi şımartma güdüsüyle kıyma bile almıştım! Bir sürü çikolata poşette duruyordu. Ezgi kilo verme aşamasındayken, vücuduna dair izlenimleri değişiyordu. ‘En çok nereni beğeniyorsun’ soruma karşılık regl öncesi yaşadığı hislenmenin etkisiyle ‘popomu’ diye cevap vermişti. Şekilli bir poposu vardı ama bunun ikimize de en ufak faydası dokunmuyordu. Yürüyüşe çıkarken yanında çanta taşımadığı için bir süre birbirimizden haber alamıyorduk. Bu konu üzerine bir gün konuşurken ‘taytın en anlamsız tarafı, cebinin olmayışı değil mi? Bu yüzden telefonunu yanına almıyorsun’ demiştim. ‘Ah’ demişti,’ çanta diye bir şey var, bilmem biliyor musun? Hem cepli taytlar var ama hiç rahat değiller. Zaten amacın yürüyüş, spor olunca bir süre insanlardan uzak olmak daha iyi. Sahi, bir gün sen de gelsene benimle yürümeye?’ Hafiften kırılmış edasıyla ‘o insanlardan biri de ben oluyorum değil mi’ diye sorunca, ‘ya hayır tabii ki, senden uzak kalmak ister miyim? Sadece bir süreliğine o rahatlığı yaşamak istiyorum. Tayt giyen bir kadını normalde başka şeylerden dolayı kıskanır erkekler, senin kıskandığın mevzuya bak. Ayrıca benimle yürümeni istiyorum ama hep bir bahane bulup ‘yok’ diyorsun ya da sessiz kalıyorsun davetlerime’ diye yanıtlamıştı. Muzipliğim üzerimdeyken devam etmiştim:
-Çanta takmalısın yine de!
-Ya lütfen ama neden zorluyorsun?
-Hiç inkâr etme Ezgi! Kırk asgari ücret değerinde çantanla sokaklarda yürümeye çekiniyorum demiyorsun da, taytı, yürüyüşü bahane ediyorsun.
-Ha ha, öyle miymiş?
-Haberlere bile çıktın! Sahi, kırk asgari ücrete alınan bir çantanın özelliği nedir ki?
-Anlatılmaz bir duygu! Bunu hayatın boyunca tadamayacağın için sana nasıl anlatabilirim ki?
-Anlatma, yaşar mısın lütfen! Tak işte koluna, yürüyüşünü de yap, arada telefonuna bakarsın. Olmadı kulaklık takarsın konuşuruz.
-Kusura bakma canım, o çantamı yalnızca özel günlerde kullanıyorum.
-A, ne hoş! Sadece bir tane almışsın en azından.
-Ben öyle bir şey söyledim mi? Otuz bine, on bine aldığım bir sürü çantam var. Siz fakirlerin ağzı sulanmasın diye söylemiyorum.
-Ha ha, bizim gibi fakirlerde replika, imitasyon çantaları elli liraya sosyete pazarından alıyor. Aynı renk, aynı desen çanta ve hatta markası bile üzerinde yazıyor.
-Kıskananlar çatlasın! Tek başıma cari açığı arttıracak kadar deliyim!
-Yaşasın o zaman popoları güzel gösteren taytlara, orijinal çantalara ve telefonsuz yürüyüşlere!
-Taktın sen de popoma!
-Sanırım yerli, doğal ve organik bir o kaldı!
-Ha ha, utandırmasana…
Zevzekliğim bir yana, hayata yeni bir pencereden bakmak için okumalar yapmam gerekiyordu. Romantik bir budala ve kırık sazlı idealist takıntılı benliğime yeni bir ilaç ararken, zihnimin bir köşesinde yıllardır penceresiz bir odada yaşayan ‘histamin’ kılıklı anlamlandırma meraklısı absürtlükten başkası değildi. ‘Artık ben de istediğiniz Meursault oldum’ diye çıkıp bağıramaz, ‘insanlar birbirlerine benzer ancak bunu ifade ettikleri zaman benzemediklerini düşünmeye başlarlar’ tarzı bir deyiş uyduramazdım. Kurgu bir karakterle insanın benliğini bağdaştırması, onun gibi hareket etmesi, yaşaması ‘Genç Werther’den’ beri artarak devam eden bir yansımadır. Fakat ona atfedilen, karakterin zihninden türediğine inanılan, ifade ediliş biçimi gereği konuşmaları dâhil olmak üzere gerçeğin kim olduğuna dair sorgulayışımı küçümseyecek değildim. Her şeyin susup, yalnızca gözlerin bir şeyler anlattığı yakınlığa olan arzumun küçümsenebilme ihtimalini ortadan kaldırmak adına suni yalnızlığımın derinlerinde ‘fark etmez’ sayıklamalarımı duyabiliyordum. Yumurtalı kıymalı ıspanağı zevkle oturmuş yerken, bir an tıkandığımı hissettim. Elimde duran ekmek parçasıyla tabaktan biraz daha aldıktan sonra hareket edemedim. Ayağa kalkıp lavaboya koşmak için vakit bulamamış, benimle hiçbir alakası olmayan hayali bir geminin düdüğü eşliğinde mideme inen ne varsa, ağzımdan tabağa doğru akmasını hissettim. Gözlerimi açtığımda iğrenç bir manzarayla karşı karşıyaydım. Yeni bir dalga daha geldiğini fark edip, tekrar gözlerimi yumup ağzımı açtığımda, artık midemden geri yukarı çıkacak bir şey kalmamıştı! Problemin içimde şeytan gibi dolaşan histamin kaynaklı olduğunu düşünüyordum. Yine de yumurta ve ıspanaktan şüphelenmeye de devam ediyordum. Asıl beni tiksindiren şeyin, küçük kâse içindeki yoğurda eklediğim nanenin sert çöpüydü. Dişime takıldığını fark edip, parmağımın ucunda çöpe bakarken ‘fark etmez’ deme özgürlüğümü yitirmiştim.
Doğum günüme kusarak girmenin talihsizliği bir kenara, ‘fark etmez’ deme lüksümü bana kısa zaman sonra veren Tanrı’ya şükrediyordum. Bedenim gereğinden fazla hassastı. Parmaklarıma bakıp, doğru olan şıkkı işaretlemelerini istedim. Ezgi’ye ‘çok kötü oldum’ diye mesaj yazdım. Yarım saat önce yazdıklarını düşünüp ‘yanlış bir şey mi söyledim, niye kötü oldun’ diye cevap verirken, telefondaki saate gözüm kaydı. Annemin ölümün tadına yakın kırılmalar yaşayıp beni doğurduğu saate yakın olduğumu fark ettim. Dünyaya geldiğim günü en anlamlı şekliyle, kusarak karşılıyordum. ‘Bilmem neden, annem aklıma geldi.’ Şimdi ölmesem de, daha sonra ölecektim.’ Yaşamım avuçlarımda bir nar bülbülünün kalbi gibi tiz atarken, yaşadığım hayata kimi zaman şaşırdığıma şaşırdım. Bu yaşantımı değiştirmek adına hiçbir sebebi olmadığı gibi, buna güç bulamazdım.
Yaraların, yitimlerin bir zaman için insanı gizemli kılan tarafları olsa da, sonunda insan her şeyden usanıyor. Kelimelerin değerini biliyordum, bunun için elime aldığım kitabı seviyordum. Yüreğimin açık olduğu, hiçbir kilitle dünyadan koparılmadığının da farkındaydım. Anlıyordum. Değersiz oluşunu kavrıyordum. Her şey, bir şeyden ötürü varlığını korumuyordu. Şeyler vardı ve korunan varlığın zorluğunu anlatmak için sıkıntı doğuyordu. ‘Yüzümü nasıl hissediyorum’ sorusuyla karşı karşıyaydım. Güzel veya çirkin miydi? Bir başka düşüncenin yalnızca olanın yanına yaklaştığı, yanılsamalar olsa bile gerçekliğin var olmuş nesneyi olduğu şekliyle koruduğu duvarın, sırtımın ağrısına tutunuyordum. Gözlerim anlatabilirdi. Parmak uçlarımdaki sinirler sayesinde yüzümün ne ifade ettiğini hissedebilirdim. Başka bir anlatım kendini gösterir, böylece olana ait gerçekliğe ait soruyu geçiştirmeyebilirdim. Vardım; bunun için ne teşekkür edebiliyordum de ne bir sövgü parçasına içimde denk gelebiliyordum! Güneş’ten gelen bir alev topu içimde geziniyordu. Rastgele gelmiş, büyümüş, yılların geçişini seyretmiş, sevmiş, sevildiğine kendini inandırmış, bir başkasını bahane edip kırılıp gücenmiş, yalnızlığını anmaktan sıkılıp, gördüğü caddeleri, kentleri, mağazaları, insanları, onların kıyafetlerini, birbirlerine sarılışlarını, havada buzun süblimleştiği anı anlatmayı can sıkıntısına iyi geldiği yalanını söyleyen biri olarak, dürüstlükten yana olduğumu söylemek nasıl da saçma ve tarihsiz!
Acı çeken ile acı çektirenin tek bir var olma problemi içerisinde kendisini sunduğu gün olarak, insan önce onu dünyaya getirenin varoluş gayesini çalarak dürüstlüğünden uzaklaşmanın ilk sayfasını çeviriyordu. Sayfa bir; öncesinde bir ‘giriş’ veya ‘açıklama’ olmaksızın dünyaya gelen canlının sınırlanışına dair mutluluk çığlıkları atabilirdim. Göremiyordum, etki edemiyordum, dokunamıyordum ve bu halimle tutkularından arınmış, bilincin tekdüzeliğiyle hür bir absürtlük nişanını göğsümde taşıyordum. Her düşüşümün, yaralanışımın evvelinde ‘fark eder’ dememin tesiri vardı. Hiçbir şeyin fark etmediği, zamanla daha derin sıkıntıların bir ödül gibi sunulduğu tüm ilişkileri bir kenara bırakmalıydım. Fark etmeyeceği ana kadar her şey zaman zaman acı verecekti. Tamamıyla iyileşmiş bir umursamaz olduğum ana kadar bunu denemeli, başaramama ihtimalini hiç hesaba katmamalıydım.
Ezgi ‘sanırım ben uyuyacağım, dayanamıyorum’ diye mesaj attığında doğumum şerefine kustuğum andan iki saat sonrasıydı. Varlığı tıpkı yokluğu gibi hiçbir şey değiştirmiyor, fark ettirmiyordu. Sanırım doğası gereği yaşam, insanın yapamadığı şeyleri başarmakla meşguldü. Farkına varmak her ne kadar acılı bir süreç olsa da, geç kalmış olmanın verdiği korkuyu üzerimden söküp atmalıydım. Tek bir farkla anne ölüyordu ve fark etmediğimi fark etmemeye başlıyordum.
Birkaç gün boyunca yeni tarihime ve yaşıma uygun olarak hiç kimseyi sevmemiş, insanlardan daha da uzaklaşmıştım. Bana aldırış etmeksizin Güneş doğuyor, bazı geceler yıldızlar gökyüzünde karanlığın boyasını sıyırıyor, kuşlar uçuyor, arabalar hızla yoldan geçiyor, fırından ekmek günde iki kez çıkıp bakkalın ekmek dolabına doluyordu. Çıldırmamak elde değildi! Oldum olası nedensellikten uzak şeyleri sevmeye yatkın olmuşumdur. Bu ölüm bariz şekilde ateşten ve topraktan kaynaklıydı. Serpilmiş bir kucak dolusu akasya yaprağının izi beton istinat üzerini meşgul ederken, Ezgi yanımda konuşuyordu:
‘Sana beni gözünde büyütme demiştim. O kadar sevgi sözünü bir kenara bırak, artık mesaj dahi atmaz oldun. Biliyordum zaten ama bu kadar hızlı kestirip atacağını düşünmüyordum.’
Yüzüne bakmak istemiyordum. Başımı çevirmeden gözlerimle görebildiğim tek şey ayakkabıları ve baharlık paltosunun dizi etrafında sallanan kısımlarıydı. Cigarillo dudağımın orta yerinde ıslanıyor, dumanı çok yakındaymış gibi açığa demirini atmış yük gemisinin manzarasını çerçeveliyordu. Cigarilloyu dudağımın kenarına dilimle iterken ‘kendi kendine kararlar veriyorsun ve kendi başına yargılıyorsun. Nihayetinde kendi kendine beni bir konuma getirip, yine kendin o konumdan çıkıyorsun’ dedim. Devam edecektim. Gece uzun, sahil yolu hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Kayalıkların dibinde ilerliyorduk. Az ötede denizden kıyıya yakın mesafede yükselmiş kumun üzerinde bir martının çok asil bir şekilde durduğunu fark ettim. Karanlıktı, her şey bir o kadar imkânsız ve güzel geliyordu. Ezgi’de geceleri güzel kadınlardandı. Sahi, gece hangi kadın güzel olmaz ki? Başımı sağa doğru hafifçe çevirip ‘beni anlamıyorsun’ dedim. Bir süre cevap vermeyeceğini umuyordum. Aslında konuşmak, bir konu üzerine düşünüp anlatmak, örnekler vermek istemiyordum. Yorgundum. Hiç olmadığı kadar psikopat bir yorgunluk zincirlerini üzerime atmış, rahatsız bir rüzgâr kadar saldırgan ve fırtına besliyordum. ‘Anlattın da anlamadım mı’ derken saçları dudağına çarpıp, sonra tekrar olması gereken yere, omuzlarına doğru geri çekilmişti.
‘Beni anlamaya çalışıyor musun? Kendini azıcık bana kafa olarak verebilir misin?’ Yıldızsız bir geceydi. Yanlış anlaşılmamın mümkün, deli olarak atfedilip uzun bir süre muhabbet bağından koparılmaya namzet bir sınırdaydım. ‘Anlattın da anlamadım mı derken bile kızgınlıkla söylüyorsun. Buraya bunun için mi geldin? Bence hiç şu anlamak, anlaşılmak, sen anlat bakayım ne olacak kısımlarına bile girmeye gerek yok! Ezgi seni beklemek yoruyor! Yoruluyorum Ezgi!’
‘Sen bana kızgınsın. Ben sana kaç defa anlat demedim mi? Ben sana her zaman açık oldum. Neden hiçbir şey anlatmadan, konuşmadan bana kafa olarak kendimi vermediğimi söylüyorsun? Sen hiçbir şey anlatmadığın için seni anlayamıyorum. Son yazdığın mesajı görünce dayanamadım yanına gelmek istedim. Yazdıklarına gerçekten üzüldüm. Ben seninle konuşmak, senin anlatmanı beklerken, sen asıl beni yargılıyorsun. Seninle konuşmak istemem hata mı? Sanırım buraya geldiğime pişman oldum. Gerçekten buraya kadar gelip, senden bunları duyduğum için çok üzgünüm.’
Tam da ayakkabımın ucuna gelecek şekilde yerdeki taş öyle güzel duruyordu ki! Dayanamayıp taşa doğru bacağımı gerdim ve adımımı şut çeker gibi yaptım. Taş döne döne ilerledi ve çok geçmeden tahta bankın demir bacağına çarpıp, oradan da yola geri döndü. İkinci bir şansım daha vardı. Taş beni bekliyordu. ‘Neden senin beni anlamadığına dair bir kanaatim oluştuğunu anlat diyorsun; bunun neyin anlatacağım örneğin? Neyse, ne uzatıyorsam…’ Taş bu sefer ayağıma daha güzel oturmuştu. Yumuşak, bez ayakkabımın taşın sertliğini parmak uçlarıma aktarıyordu ama taşın gidişini seyretmek çok zevkliydi! Parmak uçlarını kolumda hissettim. Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. İkimiz birbirimizi sevemez, sımsıkı birbirimize sarılıp kalplerimizi aşkla dolduramazdık! Bunu o benden daha iyi biliyordu! Ne o benim yaralarımı onarabilirdi ne de ben onun! ‘Biz’ dedi ve yutkundu.’ Biz bu kadar yakınken, bir anda aramızdaki bağı sonlandırmak sana normal geliyorsa, ben buna üzülürüm. Sen kendince kanaat getirip karar vermişsin. Her şeye kendin karar vermeye niyetlisin. İstediğin gibi sevgi dolu sözcükler kullanıyor, karşıdaki insana dünyadaki tek sevilecek insan o kalmış gibi davranıyorsun. Ancak neden böyle yaptığını bir türlü anlamıyorum. Bir konuda tartıştık diye bir anda tüm bağı koparmak, hiç konuşmamak, tek bir mesaj dahi yazmamak da nedir? Sen bir görüşün dahi uymayınca bir insanla hemen bağını koparır mısın? Saçmalık bu bana göre! Bu davranışınla beni kırdın.’
Hayali bir gemi güvertesi üzerinde yürüyor gibiydim. Elimdeki halat gemicilik raconuna göre muntazam bir şekilde birbirine geçirilmiş kalın iplerden oluşuyordu. O halatı çekiştirip duruyordum. ‘Bağ koparmak mı’ dedim. ‘Diyelim ki ben hiç aramadım, yazmadım. Sen neden yazmıyorsun o zaman? Burada aramızda eğer bir bağ varsa, senin de o bağı devam ettirmen gerekmiyor mu?’ ‘Of’ dediğini duydum. Aptalca bir espri yapıp ‘of nerenin ilçesiydi’ diye soracaktım ki, o beni öpülesi sesiyle kesmeyi başarmıştı:’ Buraya gelen, seninle görüşmek isteyen, beraber dakikalardır yürüyen kim?’ Ezgi haklıydı. Güneş bir taneydi; o da her gün doğudan, ilerideki şu beton köprünün sırt tarafından yükselir, arka tarafımda denizin ortasında hep aynı yerden batardı. Bir gün ‘biliyor musun’ demişti, ‘insanlara güneşim, ayım, yıldızım demek büyük bir hata. İnsan sadece insandır. Ne zaman kırılacağını bilmediğin, seni ne zaman inciteceği sana malum olmamış bir insana yüz binlerce yıllık güzelliklerin değerini atfetmek çok acımasızca!’ Güneşim Ayım sana ışık olsun diye mırıldanıyordum. Gözlerim paltosunun dizine doğru gelen kısmıyla beraber, üzerine düğmesi geçmemiş deliğe bakıyordum. Ne arandığımı, neyi bulacağımı bilmeden, bir anda tüm gerçeği yok etme pahasına ‘üşürsün, kapatalım şu paltonun tüm düğmelerini’ diyesim geliyor ama dudaklarımı yalamaya devam eden cigarillonun bedevi zevkine yenik düşüyordum. Boğazım üşüyor, bademciklerim huylanmaya, dilim kamaşmaya başlıyordu. Tatlı ama zehirli gaz tükürüğümle karışıp, damağım etrafında dönüp duruyordu.
Caddeye çıkan sokağa girmiştik. Ellerimiz birbirine yakın sallanıyordu. Yürürken oldum olası hareket eden kolların ritmini ayrı sevmişimdir! Kimi zaman inat edip, kollarımın hareket etmemesi için zorluyorum ama bu sefer de içim sıkılmaya, bacaklarım ‘ne oluyor yukarıda’ diye sitem etmeye başlıyor. Tek bir parmak hareketiyle avucunun ortasına sığınabilir, parmaklarını parmağım üzerine kapatır ise benimle arasındaki buz dağlarını eritmese bile, tehlikenin şimdilik uzak olduğunu gözcü kulesinden nöbetçi kumanda odasına iletebilirdi:’ Vuuuu, vuuuu… Şu anda önümüzde hiçbir buz dağı yok!’ Çok geçmeden nöbet değişikliği için nöbetçi aşağı inip, kıç kısmındaki ambara doğru yürüyecekti. Çamaşır makinesinin oval camına benzer ambarın demir kapısını yukarı kaldırıp, yine dik bir şekilde merdivenlerden aşağı inecekti. İçini ısıtacak bir içkiye ihtiyacı olacaktı. Sonra esrarlı sigarasından nefeslenecek, kamarasına gitmeden ambar içindeki sünger üzerine kıvrılacaktı. Oldum olası herhangi bir yerde kıvrılıp uyuma potansiyeline sahip insanları sevmişimdir. Bu ara ne kadar da çok oldum olasıyı kullanır oldum. Oldum olası bu tabirden uzak olmama rağmen insan her zaman nefret ettiği şeylerle imtihan olmuştur.
Parmak olduğu yerde diğer kardeşleriyle salınmaya devam etsin. Gece diyordum, gece tüm kadınlar güzeldir. Ezgi bir başka güzel bu gece fakat ben tam yeni yaktığım sigarayı parmaklarıma devredecekken ‘minibüs geldi, görüşürüz’ dedikten sonra hızlı adımlarla kapısı açılan minibüse doğru ilerledi. Bir süre yüzüne bakmak için çabalasam da, bu çabam nafileydi! Şoföre kot pantolonun cebinde sıkışmış beş lirayı uzatıyor olmalıydı! Cebimden mendil çıkarıp, burnunu silmek isterken parmakları arasında o buruşmuş, eskimiş beş lirayı görmüştüm. Acı çekiyordum. Soluma bedenimi çevirip ‘bir günde doğma be ibne’ diye karanlığa doğru bağırdım. Arkamdan gelen siyahlar içindeki çiftle göz göze gelirken, hiçbir şey demeden el ele, şaşkın yüz ifadeleriyle yanımdan geçip gittiler. Gece henüz yeni başlıyordu. Saatlerce küfredebilir, okuyup yazabilirdim ama tek bir kalbi dahi onaramazdım. Fentanil kırmızı bir kalemin meme ucundan akıyor, zihnim yapışkan incir suyuna bulanıyordu. Oldum olası tamamıyla içilmemiş bir sigarayı sokağa fırlatmaktan ve kollarımın sallanmasından nefret etmişimdir. İkisini de bu gece yapıyordum.
YORUMLAR
Tasvirler çok iyi ( Ambar kapısının yukarıya doğru açılmasını daha iyi betimleyebilirdin. )
Bir adamın bir ilişki konusunda gel gitleri gibi biseyler... Uzun bir anlatıdan daha çok şey almak isterdim. İç sorguları daha felsefik olsa mesela daha doyurucu olurdu.
Tüm bunlar yazar kimliği oluşmuş bir yazı sahibine söylenir. Farklı bir potensiyel olsa mükemmel bir yazı okuduğumu söylerdim. Ancak mükemmel yazılar yazmak biraz başa beladır dostum. Kurcalıyor insan ister istemez.
Ve son olarak karaciğerine iyi davran , , bobregine sağlık, içsen de içmesen de :)
Sevgilerimle