- 537 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
570 - CİĞERPARE
Onur BİLGE
“Ciğerparem,
Kaptan, en yumuşak, en tatlı sesiyle erenleri evliyaları anlatıyordu. Altın çağdan bahsediyordu. İslam Güneşi’nden, Cihar-ı Yar-ı Güzin’den söz ediyordu. Uhut şehitlerinden başlıyor, sahabenin birinden diğerine geçiyordu. Kıssaları, konunun akışına göre seçiyordu.
Ne çok seviyordu, Allah’ın dostlarını! Damla damla veriyordu kanıma aşkın serumunu. Damla damla akıyordu gözlerinden, daha o demeden sevgi. İman, sevgisizlikten kuruyup, çöle dönen gönlümün çatlayan topraklarına katre katre düşüyordu. Avuç avuç tohum çıkarıyordu heybesinden. Avuç avuç serpiyordu kalbime umutla. Göle maya çalar gibi, belki tutar ümidiyle, bıkıp usanmadan, yılmadan, azimle…
Beynimin içinde karşılıklı bir konuşma, çok önemli bir pazarlık vardı. Hayat memat meselesiydi! “Buğday mı, himmet mi?” diyordu, Hacı Bektaş Veli Hazretleri. “Buğday…” diyordum, Yunus gibi… Tekrar tekrar soruyordu, her seferinde aynı şekilde cevaplıyordum. Kendimi de Kaptan’ı da yordum.
İlgili ilgisiz sorular soruyordum. “Evliyaların ve şehitlerin bedenleri muhafaza edilir mi? Yani çürümez mi? Dış dünyayla bağlantı halinde midirler? Yaşayanlarla bedenlenerek mi irtibat kurarlar? İnsanlardan veya kabirlerinin üstlerine yapılan binalardan rahatsız olurlar mı? Diğerleri, yani toprak olanlar da mı rahatsız olur? Ölen kişilerin ruhları Berzah Âlemi’nde toplanmıyor muydu? Mekânla ilgileri neden? Onların yapacakları yardım, yaşayanlara yaptırılamaz mıydı?"
Evliyalar hakkında, benzer hikâyeler dinlemiştim. Anlatılanlardaki kerametler birbirlerine çok benziyordu. Nedense nakledenler kerametlerleri akıllarında tutuyorlardı da kime ait olduğunu unutuyorlardı. En çok da Cüneydi Bağdadi ile Beyazıt Bestami’yi karıştırıyorlardı. Anlattıkları olaylar onlarla ilgili olsa da olmasa da muhakkak ikisinden birine giydiriyorlardı. Belki de başka evliya adı bilmiyorlardı.
Mustafa Kaptan, bazılarını tasdikliyor, bazıları hakkında bilgisinin olmadığını, Allah’ın her şeye kadir olduğunu, dilerse nice nice akıl almaz işler yapabileceğini, yaptıklarının akla hayale sığan şeyler olmadığını söylüyor, örnekler veriyordu.
“Biz, aklımız erdiğinden beri bu akıl sır ermez olayları göre göre kanıksadığımız için hayretler içinde kalmıyor, normal kabul ediyoruz. Şu çiçeğe bakar mısın, Allah çerin çöpün içinden bu güzelliği nasıl çıkarıp göz önüne getiriyor, nasıl muhafaza ediyor ki onun narin tenine zarar veremiyor mahlûkat? Yeraltında fabrika mı var! Ne kadar çok ve ne kadar güzel yaratıyor! Kırmızı çamurun içinden bembeyaz, tertemiz çıkıp gelmiş. Çiçeği başka renk, tohumu başka, yaprağı, dalı başka... Her biri başka renkte, başka tonda… Şekil farklı, desen farklı, tür farklı… Hepsi yapraklı ama biri diğerine benzemez. Gövde farklı, kök farklı… Çiçek çiçeğe benzemez, böcek böceğe benzemez. Bize sadece bakıp bakıp hayretler içinde kalmak düşer.” diyordu. Daldan dala konuyor, anlatıyor anlatıyordu…
“Eser ve insanıyla varlığı apaçık görünen, eşi benzeri olmayan, âlemleri iç içe yaratan ve yürüten, eşi benzeri görülmemiş akıl almaz şeyleri var eden, her şeyi en mükemmel şekilde yapan, bıkıp usanmadan yaratan, yarattıklarını halden hale sokan, yaşatan, yok eden, tekrar var edecek olan yalnız ve ancak O’dur. Yarattıklarını yoktan var eden, icat eden O’dur.” diyordu.
Aslında herkes aynı şeyleri diyor, kitaplarda da böyle anlatılıyordu. Bildiğim ama inanmakta zorlandığım konulardı bunlar. Kavrama güçlüğü çekiyordum. Kavrayabilsem, kesinlikle inanabilecektim. Bahsedilenler, dünya kurallarına uymuyordu. Hiçbir şey yoktan var olmazdı, var olan da yok olmazdı. Hele kendiliğinden var olmak meselesini benim kalın kafam hiç mi hiç almıyordu.
“Hangi şey kendiliğinden var olmuş ki O kendiliğinden var olsun?” demiş bulundum. Hemen lafı gediğine koyuverdi:
“Mademki hiçbir şey kendiliğinden var olmuyor, o zaman var olanları kim yaptı? O zaman, demek ki bir Yaratıcı var. Bu konuda mutabık mıyız?” Köşeye sıkıştım:
“Evet ama…” diye gevelemeye başladım. “Nasıl yaptı? Malzemeyi nerden aldı? O gücü kudreti O’na kim verdi?” Ben de başladım mı sormaya, ardı arkası gelmez zaten. Yine o yumuşak ve sıcak ses tonuyla, olağanüstü bir sabırla beni ikna etmeye çalıştı. Merak bu ya… Döndüm bir de ona bunu nasıl başarabildiğini sordum:
“Görüyorum ki sarsılmaz bir inanca sahipsin. Gönül bağının da pürüzsüz, duru ve net olduğundan eminim. Bu hale nasıl gelebildin? Zaman geçtikçe sana olan hayranlığım artıyor.”
“Tasavvufla… Ne kazanabildiysem, irşat edenin etkisi…”
“Öyle güzel bir ruhun var ki imrenmemek mümkün değil! Huyun, ahlakın, sende gördüğüm her şey çok güzel…”
“Bende bir güzellik varsa, o yüce insanlardandır. Çok emekleri var bende... Sadece imanımla gittim yanlarına. Onlar beni bezediler, süslediler. İyiyi, güzeli, doğruyu bulmam için ellerinden geleni yaptılar. Bu kadar olabildim.”
“Sende de kabiliyet varmış da ondan… Yunus: “Kara taşı dereye koysan, kırk yıl kalsa ağarır mı!” demiş ya… Aklını da yabana atmamak lazım… Akılla yetenek birleşti mi böyle olur işte!”
“Akılla kabiliyet olsa, usta olmasa yine olmaz o iş. Onda tecrübe, bilgi, beceri ve yılların birikimi var. “Akıl gidince gelir aşk. Aşkla akıl aynı yerde oturamaz. Biri geldi mi diğeri çıkar gider.” derdi, yol göstericim. Akıllı olduğumu kim söyledi? Yalan demiş. Ben sürekli aşığım. Aklımsa daima bir karış yukarıda. Aşk bende ara sıra tatile çıkar. Dinlenir dinlenir, daha güçlenmiş bir halde geri gelir.”
“Ne aşkı Abi? Yoksa sen de benim gibi…”
“Öyle bir sevgilim var ki beni asla terk etmez. Her an aklımdadır, her an yanımda… Bana benden yakın… Bir adım ona doğru giderim, bin adım gelir. Neler ikram eder bana! Neler neler!.. Aklımdan geçeni elimde bulurum. İstemeden verir. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemem! Her yerde, her şeyde O’nu görürüm. Fakat o hasret beni deli eder! Kavuşmak isterim. "Zaman var." der. İlle de vuslat!.. Ama nerde, daha çok işimiz var!”
“Sen Allah’tan bahsediyorsun. Ben insandan söz ediyorum.”
“Onu çok sevdiğim için O’nun her kulunu, hele hele değerlilerini, O’nu sevdiğim gibi severim. Aşktan ayıramazsın!”
“Ne güzel, ne kadar nurlu bir yüzün var! Seni gördüğümde Allah geliyor aklıma. Din geliyor. İslamiyet…”
“Güzel olmaktan ziyade güzellikler saçmaya çalışmak gerek, arkadaşım. Canlılara iyi muamele etmek, insanlara güler yüz göstermeye çalışmak… Yaratan için yaratılana hizmet etmek... Ben böyle yapmaya çalışıyorum. Güzellik, ekmeğe sürülüp yenmez. Kalıcı da değildir. Kur’an ve sünnetin güzellikleriyle güzelleşmeye ve güzelleştirmeye çalışmak ve daima güler yüzlü olmak güzelliklerin en güzeli olmalı! Öyle değil mi! Efendimiz de öyleydi. Örneğimiz, önderimiz O’dur.”
Konunun daha fazla uzamasını istemiyordum. Bir yerden sonra sıkılıyordum. Çünkü onun söyledikleri beni senden alıp, diyar diyar gezdiriyordu. Gezmek hoşuma gitse de çok fazla ayrı kalmaya dayanamıyor, sana dönmek istiyordum.
Çünkü ben bütün aradıklarımı sende buluyordum. Sensiz darmadağın, seninle bütün oluyordum.
Senin bende hep kalman, benim hep seninle ve tam kalmam dileğiyle…
Pare Pare”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 570
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.