- 626 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'retro dans'
‘Ne yapıyorsun’ dedi. Yanlış bir şey yapmıyordum. Parmağımın ucuyla fotoğraftaki tozları silmeye çabalıyordum. Birkaç irice siyah tozdan sonra oracıkta duran üç tanesi bir türlü fotoğrafın üzerinden çıkmıyordu. ‘İyi misin sen’ diye sorup önümde duran fotoğrafı almaya yeltenince, avucumla fotoğrafı masaya bastırıp ‘iyiyim, sana ne oluyor anlamıyorum’ diye yanıt verdim. Ayakta gergin bir halde duruyordu. ‘Yahu onlar kir ya da toz değil; ben onlar ben!’ Herhalde şaka yaptığını sanıp fotoğrafa tekrar baktım. Gözlüğümün camlarını yeni silmiştim. Ortada beni haksız çıkaracak bir durum yoktu. Yine de kuşkulanıp ‘emin misin’ diye sordum. İç çekip, derin bir nefes alıp verdikten sonra ‘göstereceğim sana ama müsaadenle fotoğrafı alabilir miyim’ diye sordu. Parmaklarımın yumuşamasına izin verdim. Avucum küçülüp, parmaklarım havaya doğru tek tek kalkarken fotoğraf onun eline geçiyordu. ‘Bak’ dedi usulca parmağını fotoğrafa yaklaştırırken, ‘kolunun sırtıyla birleştiği yerde; bu bir. Sonra şu ikisi, belinin hemen üstündeki iki siyah nokta; işte orada üç renk birbirine karışıyor. Kahverengi, kırmızı ve siyah! Şimdi ben olduklarına emin oldun mu?’ Fotoğrafı elime aldım. Dünya sallanmaya başlamıştı. Başım dünyayla beraber bu soyut depreme ahenkle uyum gösteriyor, iki elimle başımı destekliyordum. ‘Nasıl olur; nasıl olur da unutmuşum’ diye tekrar edip duruyordum. Fotoğrafı önüme, masanın üzerine bırakırken ‘neyi’ diye soruyordu. ‘Hoş, bir varoluş sebebi değil ama şu an iyimser olabilirim kötümserliğim adına. Unutmuşum.’ Hızla fotoğrafı defterin arasına koyup ‘neyse’ dedim, ‘ne gereksiz bir tereddüt içerisindeydim bir süredir. İyi ki geldin! Sahi, nerelerdeydin sen? Uzun zamandır uğramıyorsun.’
Gözlerimi açtığımda hiç kıpırdamadan ıslak pencere camına bakıyordum. Üç gün önce perdeyi sonuna kadar açmıştım. İki gün önce camı biraz perdeyle kapamıştım. Dün yalnızca pencere camı açık kalacak şekilde perdeyi biraz daha çekmiştim. Kafamın içinde bizonların göçü devam ediyordu. İzlediğim belgesel hiç işe yaramamış, zihnimi uyutamadığım gibi uyandığım an daha rahatsız hissetmeme sebep olmuştu. Perdeyi olduğu konuma getirdiğim dün, açık gözlerimin önünden bir slayt gibi geçiyordu. Dün kimseyle konuşmamıştım. Sesimi kontrol etmek istiyordum fakat buna hazır değildim. ‘Biraz daha’ diye düşündüm, ‘az daha geçsin, sesimi duyabileceğim şekilde bir şeyler konuşurum.’ Bunun için yataktan kalkıp odalarda biraz gezinmeliydim. Gözlerimi tekrar kapayınca uyuyabilirim düşüncesiyle yatakta iki kere sağıma dönüp, bedenimi halının üzerinde buldum. Seksen senelik halı üzerine yağ tulumu vücudum düşerken, çıkan tek ses zeminle vücudumun çarpışma sesiydi. Ağrılarımı unutturacak bir zedelenme ummamıştım ancak öyle olsaydı kabul edebilirdim. Ayağa kalkmam uzun sürmemişti. Mutfağa geldiğimde alt dolabın köşesinde ayakları tamamen açılmış bir halde, hareket etmeden duran bir örümcekle karşılaştım. ‘İşte’ diye düşündüm, ‘dün öldürmek için yeltenip vazgeçtiğim örümceğe hazırladığım tuzak işe yaramış!’ Dolapların altındaki fayansa bir sınır hattı çiziyormuşçasına spreyli temizlik sıvısından baştan sona püskürtmüştüm. Ölü bir örümceğin manzarası karşısında yas tutacak kadar şefkatli değildim. Öldükten sonra nasıl olsa pek çok böcek, örümcek türü için leziz bir menü olacağım. İlk başta sırtımdan başlamalarını yeğlerdim! Sonra aşağıya mide, bağırsak civarında lokal bir temizlik yapmaları işime gelirdi. Diğer işe yaramaz ne varsa, her biri için sevinçli kutlamalar yapmam gerekecekti. Fakat önceliklerimden vazgeçmek istemiyordum. Aslında istediğim zaman kuralları olan, taviz vermeyen, özgüveni yerinde, ciddi bir insan olabiliyorum. Maalesef bunun için tek bir ses çıkarmamam gerekiyor! Her şey şu kafanın içerisinde oluyor ve bitiyor. O güne kadar beklesem; tek bir ses etmesem ne zararı olacak ki?
Birazcık yürüsem iyi gelebilirdi! Öncesinden kramplar silsilesi iç organlarımı avutmam gerekiyordu. Evde ekmek olmadığı zaman kendimi her zaman fakir hissetmişimdir. Aynı hisleri örümceği çöpleri biriktirdiğim poşetin içerisine atarken de hissediyordum. Poşetin içerisinde kaç günlük çöp olduğunu hatırlamıyordum ama hiç koku yoktu! Kokacak çöpüm olmadığından gurur duyabilirdim. Neyse ki böyle saçma bir teselli için bile gücüm yoktu! Ezilmiş pet şişeleri, plastikler, naylonlar, onların arasında sıkı sıkıya çay posasına yapışmış onlarca izmaritin olduğu başka bir poşet daha. Bu hayatta hala beni bekleyen birkaç şeyin varlığıyla sıradan bir öğle sonrası yaşıyordum. Şehriyeli pirinç pilavı yapmaya karar verdim. Yağı, tuzu, şehriyesi, yıkanmadan tencereye sonradan eklediğim pirinci ve suyu derken, hepsi birden sıradan bir ritüelin parçasıydı. Yarım saat sonra bir buçuk tabaklık pilav görünürlüğünü kaybedecekti. Dünyada ilk olarak çekik gözlü bir çiftçi pirinci yenebilir kılarken, o günden bugüne yenen tüm pirinçlerin kaybolup gittiğine inanmak fazlasıyla yorucu bir aktivite olacaktı. Suskun termodinamik plazma hatalarına göz yumuyor, fosillerin yeni yaşamı adı altında geleceğe bir başka kök sunan akışkan ‘gönülden’ diyordu. Gönülden ve yalnızca bir görev olarak kabul edebiliyordu.
Yeni dünya karşımda duruyordu. Eskisi biraz daha ötedeydi. Her cadde başka bir caddeyi, her sokak başka bir sokağı, her çeşme içilebilecek başka bir çeşmenin varlığını hatırlatıyordu. Ötelerden gelmeyen, burada olan, burada fışkırmaya namzet bir tohumun hassas organizmasını içeriyordum. Uydurma bile olsa, hiçbir kaynak bunu iddia edebilecek kadar cesur olamasa da ilk sarhoşun tohumu olmanın verdiği sersemlikle az karışıp, sonra sıkılıp, olanda duraksadığım hayatıma susuyordum. Parmağımla bir çukur kazdım. İçine iki kere tükürdüm. Bu doğanın sunduğu tabla olurken, benden hacim ve yaşça büyük ağaca yaslanıp, renk dalgalarını izlemeye koyuldum. Bir kuş uçabilirdi veyahut yerde böcekler, örümcekler yürüyebilirdi! Uzaklarda yankılanan köpek havlamaları dışında, aşağıdaki yolu tırmanacak traktörün sesinden başka bir ses yoktu. Bir an ‘burada toprağa karışacağım ana kadar yaşayabilir miyim’ diye düşündüm. Az ötemde üst üste yığılmış ağaç dallarından başka insana ait bir mimarisi olmayan, düz bir yeşilliğin ortasında ağaca sırtımı yaslamış halde tek düşündüğüm buydu. Bir süre sigara tüttürüp, dalgalanan boşluğun ve sıra dağların renklerini izlemekten başka bir şey yapmadım. Sırtım, oturağım, kollarım ve kısaca bedenim bu düşüncemi tek bir şartla onaylayacaklarını söylüyorlardı: ‘Bir daha asla!’ Bir daha asla doğanın içindeyken başka bir insana dokunmayacak ve onlarla konuşmayacaksan bu konuda sana yardımcı olabiliriz.’ Nasıl da saçma bir koşul öne sürüyorlardı! Gereksiz bir itham üzerine kendi bedenim ve yardımcıları tarafından yeni bir kural ortaya çıkmıştı. Bunu başarma iddiasını bir tarafa bırakıp, rahatsız olan sırtımı dinlendirmek adına başımı yumuşak, çimlerle kaplı toprağa bırakıp uzandım. Vücudumun tek açık yeri yüzümdü. Bot, mont ve yağmurluk sayesinde en ufak ıslaklık hissetmiyordum. Boynumda ve saçlarımda bandana vardı. Doğaya emanet bıraktığım tek yer yüzümdü. Ellerim eldivenlerin içerisindeydi. Yüzümde dolaşan örümceği hissedene kadar uzanıyordum. ‘Yine mi siz’ derken, çorak bir toprak üzerinden yeşil otların arasına doğru hızlı adımlarıyla gözden kaybolurken ‘sanırım gidip, yeni dünyaya karışma vaktim geldi’ diyerek sesimi duydum.
Neon tabelaların arasında karşıdan karşıya geçiyor, mağazaların camekânlarına bakıyor, cızırtılı elektrik sesine benzer şehrin sesini kulaklarımdan başlamak üzere ayırt etmeye çalışıyordum. Büfeler, giyim mağazaları, restoranlar, aynalı showroomlar arasında pop müziğinin vurdumduymaz ses morfolojisi bir el tarafından kesileceği ana kadar bilimselliğini kaybediyor, anonim bir uygunsuzluğun uyumu arasına katılıyordu. Başarısız bir şantörün esmer yüzünü görüyordum. Beyaz, kolalı bir gömlek içerisinde geceye doğru içeceği yarım şişe şaraba özlem duyan dudaklarıyla o da benim gibi karşıdan karşıya geçiyordu. ‘Karşıdan karşıya’ bir ömrün hesabı yalnızca döner kameralar tarafından tutuluyordu. Bunu denedim. Bir gün yine karşıdan karşıya geçerken yere kapaklanıp düştüm. Yerde acı içinde toparlanmaya çalışırken birkaç kafanın benden yana dönüp, sonra hiçbir şey olmamış gibi anlamsızlıklarına dönüşlerine şahit olmuştum. Şantörün başı neredeyse benim omzuma geliyordu. Ona dokunup ‘burada düşmemelisin. eğer burada düşersen kimsenin umurunda olmazsın. ben bir kere düştüm ve anladım. başka bir yerde düşmeli bizim gibi insanlar. buralar bize göre değil’ demeyi arzulamıştım ama benden hızlı yürüyordu. Arkasından ‘klarneti kaç para yapar acaba’ diye düşünürken, altındaki siyah elbisesini görebildiğim, mor bir baharlık palto giyinmiş N’yi görmenin sıkıntısıyla başımı başka bir tarafa çevirme çabaladım. Mutlaka o da beni görmüştü ama her adımı ikimizi daha da yakınlaştırıyordu. ‘Aaa’ dedi, ‘seninle rastlaşmak ne iyi oldu! Nasılsın?’ Elini uzatacak kadar bağımızın kalmayışı karşısında sevinsem de, ona cevap vermem, konuşmam gerekiyordu. ‘Sözünü’ diye düşündüm, ‘sözünü orada bırakmış olmalısın. Artık burada, yeni dünyada, ışıltılı bir şehir akşamına gün bizi sürüklerken konuşabilirsin.’ Gözlerine bir süre baktıktan sonra ‘uzun zaman oldu’ dedim, ‘vaktin varsa bir yerde oturalım.’ Kuaföre gideceğini, bu yüzden fazla vakti olmadığını ama benim içinde sıkıntı olmazsa yarın bu vakitte sahilde bir yürüyüş sonrası bitki çayı içebileceğimizi söyledi. Hem bana artık küskün olmadığını, geride kalmış şeyler için can sıkmanın manasız olduğunu, yarın buluşunca daha detaylı başka şeyler konuşabileceğimizi ekledi. Dilimin ucuna kadar gelenleri söylemek üzereyken ‘hadi görüşürüz’ diyerek uzaklaşırken arkasından bakakalmış bir halde birkaç gün önce rüyamdaki N’yi anımsadım. Serin bir havada insanlar toplanmıştı. O da birkaç kişiyle beraber beton bir duvarın üzerinde oturmuş yanındakilerle konuşuyordu. Ben yanlarından geçip yürümek üzereyken yanında duran biri bana seslenmişti. Bana seslenenle biraz konuştuktan sonra yürümeme devam ederken gözüm bir süre N’ye odaklanmıştı. Kamera vertigo efekti içerisindeydi. Görüntü tamamıyla onun üzerine yoğunlaşmış haldeydi. Onun yüzü, saçları, siyah elbisesi hareket ediyordu ama geri kalan planda her şey daha anlamsızlaşıyor ve uzaklaşıyordu. Bulanan ve açısı değişmeyen bir sahnede tüm yakınlığı ıraksı kılan gözleriydi.
Kişisel hususiyetlerin bir tavır olarak insanın sağlığı karşısında durduğu, tin gelişiminin en nevrotik kişilik darbelerine maruz bırakıldığı aylar sonrası ilk yürüyüşümüz beklediğim gibi berbattı. Sıkıntıdan patlayacak gibiydim. ‘E, anlat bakalım, neler yaptın’ diye sorduğunda, önceki gün mutfakta fayansa sıktığım temizlik sıvısının içinde ölü bulduğum örümceği anlatmak üzereyken ‘yapma’ diye seslendim. ‘Yapma, dur ve ‘ne olsun’ diye cevap ver!’ ‘Ne olsun’ dedim, ‘hiçbir değişiklik yok. Biraz uyuşuk hissediyorum. Saatlerce aynı şeyleri düşünüyorum. Olması gerektiği gibi yaşıyorum. Kısaca bildiğin ben…’ Omuzları üzerinde duran saçlarına eliyle hareket kazandırıp ‘her şey aynı yani diyorsun, iyiymiş, ben de…’ Bedenime ait fiziksel ağrılar bir yana, müzmin ‘bir sonrası’ zihnime ait ilk sözcükleri sıraladım:’ Biliyorum’ dedim. ‘Sınavı birincilikle geçip yükselmişsin. Her şeyden haberim var. Üç gün önce perdeler sonuna kadar açıkken aklıma sana çiçek gönderme fikri düştü. Bir süre düşünüp durdum. Çiçeklere baktım. İnternet sitelerinde gezindim. Sonra gözümün önüne kutlama çiçekleriyle dolu masan geldi. Çiçeği boş verip sana yazmayı düşündüm. Kuru bir kutlama mesajını normal bir zamanda hoş karşılayabilirdin ama aramızda oluşan bunca mesafe karşısında bunu da yapmanın mantıksız olacağına karar verdim. Sonuçta dün karşılaşmasaydık sana yazabileceğimi, seni kutlayabileceğimi…’ ‘Evet’ dedi, ‘itiraf etmem gerekirse sana yazmayı birkaç kere düşündüm. Fakat her seferinde senin manasız, alaylı tavrını anımsadım. Hem bunlar içinde vaktimin olduğunu pek sanmıyorum. Şimdi tekrardan konuşuyor olmamız eskisi bir muhabbet yapabileceğimiz manasına da gelmiyor. Yine de şuna üzülüyorum: İyi bir arkadaş olarak kalabilirdik!’
Üç gün önce perdelerin niye açık olduğunu laf arasında söylediğime dair bir soru sormasını bekledim. Bunu merak etmiyordu. Gün içinde yağıp dinmiş yağmurun izlerini adımlarken, en çok böyle bir şeyi merak etmesi karşısında sevinçli olabilirdim. Nasıl da şaşkın ve işe yaramaz güdülerim var! Şu merak bozuk imgelerin labirentine insanı götürüyor. ‘Saçın güzel olmuş’ dedim. ‘Teşekkür ederim’ diye seslendi. İkimizin sesi birden yükselmeye başladı. Arasında mesafe ve zaman farkı olduğuna inanılan seslerimiz yükseldikçe yakınlaşmaya, birbiri içine girmeye, tek bir ses olmaya doğru yolculuklarına devam ederken kendi mutsuzluğumun kaynağının dışsal bir sebebe dayanıp dayanmadığını düşünüyordum. Organik, içe layık haliyle biçimlenmiş bir sebebim daha akla yatkın geliyordu. ‘Bir sonrası’ zihnim için harici her şey bir gün acı verecekti. ‘Acı’ dedim, ‘yalnızca fiziksel bir acı olsaydı bana şu an, kolunda toparlayabildiğin tüm güçle vurmanı arzulardım.’ Susuyordu ve yüzüme bakıyordu. Dayanamayıp ‘dalga geçmeye başlayacaksan yollarımızı hiç uzatmayalım’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘anlatmaya çalıştığım şeyi bir kez olsun dinler misin?’ Beni ciddiye alıp almadığını kolluyordum. Birini alaya alacak halim olmadığı gibi, alaya alınacak bir halde değildim. ‘Her şey için, evet farkındayım her an dersem büyük bir yalan söylemiş olurum fakat çoğu zaman acı çekiyorum. Yüce bir ruhum var, insanlar bu ruhu göremiyor; işte bu yüzden acım katlanıyor gibi bir saçmalığa girecek değilim. İnce bir ruhum var iddiasında da değilim. Yalnızca bana musallat olmuş tüm bu düşünceleri hafifletebilmek adına konuşmaya ihtiyaç duyuyordum. Bir insan olmalı, o insanın bakışları, sözleri alay etmeden, beni hafife almadan yeri geldiğinde en sert eleştiriyi de yapacak şekilde ama yıkmadan, izleri silmeden sürekli yanımda bulunmalıydı. Makûs diye bir kelime vardır, duymuşsundur. Hem bir zıtlık belirtirken hem de akis, bir tür yansımanın tınısına sahiptir. İşte bu kelimenin varlığına eş bir yakınlığı senin varlığında bulmuştum. Hem birbirimize olabileceğimiz en uç hallerle zıttık hem de birbirimizi yansıtabilecek kadar da yakın olabiliyorduk! Bir zaman sonra benim varlığımın senin yanında bir kolonyadan bile daha uçucu, manasız oluşunu fark ettim. Hangi sebep olursa olsun söylemeni, ortada bir problem varsa bunu kelimelere dökerek açıklamanı, bir öç varsa, bunu ifade ederek bana sunmanı bekledim. Nihayet her şey olabildiği kadar çarpık haliyle çatışmalarını gün be gün devam ettirmeyi yeğlemeye, sen bu uçucu hissi daha baskın halde yansıtmaya devam ettin. Yansıttığın bir şeyi bir zamanlar benim aksimsin dediğim bir insandan sezinleyebilmem senin de çok iyi anlayabileceğin haliyle mümkündü. Bu mümkün…’
Bir an sustum. Beni dinlemiyor gibiydi. Tepki vermiyor, gözlerini en olunmadık güzergâha sabitlemiş gergin bir yüz ifadesiyle yanımda yürüyordu. ‘Beni dinliyor musun’ diye sordum. Lav topunu andıran kırmızılığı damarlarından akan kan yüzüne pompalıyor, elleri hafızasının gerisinden en olunmadık kelimeleri ayıklamaya çalışıyordu. Dudakları hareket ediyordu: ‘Sen bana âşık mı oldun?’ Tam ‘ah’ diyecekken kaşlarımı çatıp, alnımı alabileceği en kırışık hale soktum. Gözlerimin önüne hiç görmediğim alınlar, kaşlar, gözler gelmeye başladı. ‘Tüm bu söylediklerimden, aslında yarım kaldı ama söylediklerimden anladığın şey bu mu’ diye sordum. ‘Evet’ dedi, ‘benim tek anladığım bu. Bir insan başka bir insana bu kadar ihtiyaç duyuyor, onu hep yanında istiyorsa bu aşktan başka nedir ki?’ Kısıtlı bir zekânın duygu yüklü difüzyonuna yeniden başka yüzlerin karşısında denk geldiğim için Tanrıma ‘neden’ diye sormak istiyordum. ‘Neden bu türden zekâ parıltılarıyla karşılaşmak zorundayım?’ Cevap verme düşüncesi bile yorucu geliyordu. Ancak söylediklerim benim için değerliydi ve biraz daha gayret edebilirdim. ‘Öncelikle’ dedim, ‘şunu bana söylediğin, sorduğun için senin gibi birine asla âşık olmazdım. Ben sana âşık filan değilim. Ben sana âşık olmadığım gibi, senin aşkı yorumlama biçimini öğrenmemle daha büyük bir anlam yıkımı içerisine girmiş bulunmaktayım. Beni yanlış anlaman pekâlâ mümkündü ama bu kadarını beklemezdim! Kimseye söylemediğim, söyleyemediğim bir şeyi sana söyleyeceğim. Evet, ben birine çok aşığım! Benim bile bunu kendimden sakladığım haliyle aşığım. Var edilen tüm bu çılgınlıkların, seslerin, elektriğin, buhranın ortasında aşığım! Bana söyler misin? Sen imkânsız mısın? İmkânsız olabilir misin? ‘Çok zor’ diyebilirsin bu başka bir şey ama ben imkânsızlığa, imkânı olmayana, imkânsızlığın ta kendisine aşığım! Senin gibi birine, beni anlamadığı halde anlıyormuş gibi davranıp sonra kafasındaki saçmalıkları gerçek gibi zanneden ve ona göre davranmayı hak bilen birine değil aşk, herhangi bir yakınlık bile duyumsadığım an kâbuslar görüyorum. İşte malumuz; buradayız, beraberiz, bir el kadar yakınlıkta yürüyoruz. Fakat birbirimizden ne kadar uzağız farkında mısın? Keşke beni anladığını bilseydim! Keşke beni anladığını bilip, acılarımı anladığını, bunun aslında hiçte değersiz olmadığını söyleme cesaretinde gösterip, beni yine başka sebeplerden küçümseseydin! İnan buna en ufak ses etmezdim! Senin bu yaptığın karşısında nefret bile duyumsayamıyorum! Geçen gün rüyamda seni görmüş ve kendime şunu demiştim:’ Acaba çok mu haksızlık ediyorum? Çok iyi biriydi; neden bile-isteye böyle bir uzaklığı tercih ettin?’ Şu an görüyorum ki, en ufak haksızlık etmemişim! Dün ‘yarın görüşelim’ dediğin an az da olsa sevinmiş, beni aradan geçen aylar sonrası anlayabildiğini ummuştum. Anlamak ne kelime, sen tamamıyla yanılgılar ülkesine gitmiş, kelimeleri oranın atmosferine göre yorumlamayı tercih etmişsin. Yoksa düşündüğüm şey… Hayır, bunu bana yapamazsın! Düşündüğüm şey yüzünden…’
‘Ne’ dedi, ‘ne yüzünden?’ İçtiğim sigaranın dumanının yüzüne doğru gidip gitmemesini artık önemsemiyordum. ‘Yoksa sen’ dedim, ‘benim sana âşık olduğumu sandığın için mi benden uzaklaştın? Yoksa bu sanrının devamı olarak, sen de bir gün, ayağına çelme yemiş gibi düşüp, bu aşkı yaşarım korkusuyla mı uzaklaştın? Sahi ya, uzaklığın bu türden saçma anlaşılmalara ihtiyacı oluyor!’ Dudakları hızla kanat çarpan bir kuş gibiydi:’ Sen var ya, sen şu an çok ileri gidiyorsun! Ne ben sana böyle duygularla yaklaştım, ne de sen –şu an senden fazlasıyla öğrendiğim haliyle- bana o türden duygular besleyerek yaklaşmışsın! Bir şey söyledim, demediğini bırakmadın. Cidden yeter artık! Saçmalamıyorsun, artık saçmanın kendisi oluyorsun! Benim salaklığım, ne diye dün seninle yarın buluşalım dedim ki!
Oysa nasıl da haklılardı! Bedenim bana vermem gereken sözü söylediğinde nasıl haklı bir çıkarım sağlayıp, benim gerçekliğimi tamamıyla analiz etme becerisi içerisinde bulunmuştu! Sıra iki yüz altmış üçlük şarjörü olan bir makineli tüfekteydi:’ Sen aşağılık bir insansın! Karşındaki insanın duygularıyla beslenen, o insanları yoran, o insanların hislerini tercüme ediyorum bahanesiyle çürüten, insana ait verilmiş en güzel hisleri bir bataklığa çeviren, güzel hatıraları bir çırpıda yakma meraklısı zırdelisin! Sen duygusal filan değilsin! Sen iyi biri hiç değilsin! Alaycı, işi gücü dalga oyun olan, hiçbir insanın güvenip tam anlamıyla sırtını yaslayamayacağı türden yalancının tekisin! Yıllardır pek çok insanın mezun olduğu bir bölümü okumana rağmen bitiremiyorsun. Neden? Çünkü aklını çalıştırma kabiliyetin yok! Aklın sadece insanlarla alay etmeye çalışıyor. Arkadaşlık, dostluk diyorsun ya, bunlar senin için hiçbir şey ifade etmiyor. Sen yanında alaylarına, oyunlarına hizmetçi olacak insanlar arıyorsun. Sadist ruhlu bir sapıksın! İnsanlara acı çektirip, onların aldığı acıyı gözlemlemekten zevk alıyorsun. Senin için tek önemli şey şu işe yaramaz bedenin ve aklın! Neden hiç arkadaşın yok, neden sana bir kadın alıcı gözle bakmıyor diye hiç düşündün mü? Geç onu bunu, her şeyi geç… Şu aşağılık halinden dolayı sana kim güvenebilir? Sevgi mi; peh, senin sevilecek bir tarafın var mı diye kendimi defalarca zorladım. Yalnızca bir zaman kafa dağıtmak için işe yarayan oyuncak olabilirsin, işte o kadar! Hani kendini ağırdan satıyorsun ya, hani olur olmaz bir caka basıyorsun ya, bunları bile yapabilmene şaşıyorum o ayrı, her şey bir kenara şu yapayalnız halinle bir gün ölüp gideceksin. Arkadan bir kişi bile seni hatırlamayacak, sana dair güzel bir şey söylemeyecek! Ağır filan konuşmuyorum, abartmıyorum da! Busun sen arkadaşım! Şimdi seninle bir daha karşılaşmamak umuduyla son kez seninle konuşurken şunu da eklemek istiyorum ki, hayatımın geri kalanında adını bile anmak istemediğim biri olacaksın! Benim aptallığım ki senin gibi biriyle bir zamanlar konuşup, hayatıma dair bir şeyler paylaştım.’
Bu kadarı benim içinde ağır gelmişti. Sesimle kırgındım. Bakışımla yılgındım. Sesimin yargılanan, yaralanan ve saklanan her zerresi bir sorgunun esiriydi. Katalizör görevi gören perde aralanmış, gün yorgunlarını evlerine göndermiş, caddeler boşalan insan trafiği ardınca bir mırıltının takibindeydi. Anatomim dünya dışını algılayamıyor, imgeler, kadınlar, nesneler birbirlerini takip ediyor, orijinalliğini yitirmiş, katı ve sert zihnimin çeperlerinde ‘insancık’ kalıntılarım bulunuyordu. Unutmayı dilediğim hatıraların yeniden canlanışına mani olacak gücü bulamamış, öfke biriktirememiş, ucundan kıyısından yakalanan ancak gerçekliği son derece sorgulanabilir ve apaçık ortalıkta gezinen mutlu yanılsamalardan usanmış, fizikselliğine dair ayrıntıları her haliyle anımsanan fakat yine de bir film kadar güçlü çıkarsamalardan uzakta, yakınlıklarda arzuladığı avuntulardan bir ‘persona’ var edememiş bir zavallı gibi hissediyordum. Güneş tarafından ısıtılmayı bekleyen bir durak direğine yaslandım. Bedenim ağrılarının uyanışına hazırlanıyordu. Bakışların, dokunuşların, duyuşların tüm hareket ve varlık temellerine rağmen hatıra sayılacağı kırık bir fay hattının üzerinde –artık hareket etmeyen- zihnim bomboş bir vagonun zaman evriminde, ilk olarak ayrıntıların unutulacağı kopuştan rahatsızlık duyacak ve buna talep tüm hüzünlerimi bir araya toplayacaktı. Evrenin uzamında ışık yolların imkânsızlığını ortadan kaldırırken, N’nin; Bayan Nihayet ’in iki yüz altmış üç kelimelik tiradını tekrardan düşünmeye başladım. En azından hiçbir sevgi kırıntısı taşımadan apaçık bir şekilde içinden geldiği gibi konuşmuştu. Konuşmasının bana ağır gelen tek yanı gözlerime bakmadan, sanki herhangi bir şeye seslenir gibi konuşmasıydı. ‘Busun sen arkadaşım’ derken nasıl da haklıydı! Kabile reisi Tuiavii’nin anlattığı beyaz insanların yüz karasıydım! Ne bir yelkenliye atlamış denizler aşıyordum, ne de gökyüzünde güvenle hareket eden bir uçağın içerisinde hiç görmediğim ülke insanlarının yaşadığı topraklara yolculuk ediyordum! Doğasına ihanet edenlerin arasında, kendi doğasını arayışlarda yeni dünyanın sıradan bir meydanında, soğuk bir durak demirine yaslanmış, Baudelaire’nin ‘geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi’ cümlesini mırıldanıyordum. Kirli giysimin ardınca yorgun, beni fazlasıyla tedirgin eden isteklerimi söndüren bir damla yaşı bekliyordum. Issız can sıkıntısı yurdunda fikir ve sevme hürriyeti elinden alınmış bir düşkündüm! Monat, bu Retro dansı üç benli kadına ithaf ederken; sanat, bu düşkünü avutacağı bir geceden siyah elbisesini giyinip uzaklaşıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.