- 501 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kırık Yaşamlar
- "Buralarda adalar çok yakın olduğu için Yunan radyoları da frekansa karışıyor. Bak bir tanesine denk geldik işte"
diyordu Cemal, rembetikonun hüzünlü ama bilmeyene garip gelen tınıları kulaklarımıza işlediğinde.
-"Evet, ben de daha önce farkettim"
diye ilgisizce karşılık verdim.
Bu sırada arabamızla kıyı boyunca M. Beldesine doğru baharın tadını çıkararak, yavaş yavaş ilerliyorduk. Daha önce M.’ye defalarca gitmiştim. Zeytin ve incir bahçelerinde gezintiler yapıp incir ve zeytin toplamışlığım bile olmuştu. Beni en derinlere doğru çeken bu coğrafya, neşeli insanları eskiyle yeninin karıştığı evleri, gri rengin bol olduğu topraklı yolları, yaz mevsiminde aşırı sıcak havası, evlerden gelen zeytinyağlı yemek ve kızartma kokularıyla beni kendine çeken tek yerdir. Şimdi otomobilimin radyosunda çalan rembetikoyu, yaşadığım yer olan Alsancak’ta da çeşitli kafeterya ve barlarda sık sık duyarım, ama hiçbir zaman M. Beldesine geldiğimiz yol boyunca dinlediğimiz zaman kadar beni etkilememiştir. Belki de buraların tarihi bana böyle hissettirdi. Kıyıdan uzaklaşıp küçük tepecikleri aştıkça rembetikonun ve ruhumda hatırlattıklarının tadı ve hüznünü hiçbir zaman unutmayacağım. Yanımda oturan iş ortağım Cemal için ise muhtemelen sadece Yunan adalarına yaklaştığımız için radyo frekansının karışmasından ibaret bir olay.
N. Köyünden yokuş aşağı inip M. Beldesinin ova boyunca uzanan zeytin ağaçları arasındaki yamalı asfalt yoluna girdiğimizde, yoldan sıkılmış ve sigarasızlık başına vurmuş aşırı şehir insanı olan, kendisiyle yaptığım ortaklığı her zaman sorguladığım ve iş yaşantımı bir türlü koparamadığım, fakülteden beri arkadaşım olan Cemal’in klasik, şaşırtmayan, kaba, ruhsuz yaklaşımına bir kere daha maruz kaldım:
-"Kardeşim kızartma, pilav, cacık, kavurma, kabak tatlısı yemeye buralara kadar gelinir mi"
"Fakülte yemekhanesinde kıytırık yemekler için sıra beklediğin günleri unuttun galiba, şimdi Ahmet dayının yemeklerini görünce nereye geldiğimizi anlarsın"
dedim pis pis umursamazca sırıtarak.
Yol bizi kendiliğinden M. Beldesinin meydanına getirdi. Meydanda yıllardır değişen hiçbir şey yoktu. Dükkanların eski ve boyası solmuş camekanları, iki tane siyasi parti bürosunun camında asılı, yıllardır ihmal edilerek, değiştirilmeden sergilenen yıpranmış Türk bayrağı, kaldırımlara yer yer serpiştirilmiş, bazı tahtaları sökülmüş ve boyası kalkmış banklar, kimisi kırılmış kaldırım taşları, eski elektrik direkleri, eski püskü evlere taktırılmış ve rengi yine sararmaya yüz tutmuş pvc pencere çerçeveleri vs. Herşey önceki hatırladığım fotoğraftakinin aynısıydı. Geldiğimiz doğu-batı istikametinde sol tarafımızda kalan caminin kot farkı nedeniyle avlusunun altında bulunan ve sokağa bakan Ahmet dayının dükkanının bitimindeki boş kaldırıma otomobilimi park ettim. Cemal tüm köylülüğüne inat olarak;
-"Çok salaş" dedi.
-" "
Birşey demedim. Ciddi, cevap verilecek bir söz değildi. Ahmet dayı belinde önlüğüyle hali hazırdaki dışarıya attığı üç masanın ikisinde oturan müşterilere servis yapıyordu. Beni görünce henüz tamir ettiremediğini anladığım, daha önce kırılma hikayesini anlattığı, kırık dişini farkettirecek derecede samimi, güleryüzlü şekilde;
-"Hoşgeldiniz, buyurun, nerelerdesiniz", dedi.
-"İş, güç, bir türlü fırsat olmadı" diyerek o boş olan, üçüncü masadaki, dükkana yakın taraftaki sandalyeyi çektim, oturdum. Sandalye her zamanki gibi eski, güven veren, oturan kişiye kendisini Anadolu’nun herhangi bir çay-simit tüketilen kahvehanesininde hissettiren, metal iskelet üzerine oturma tablası konulup kahve-bej rengi bir kumaş kaplanmış bir sandalyeydi. İkimiz de oturunca Ahmet dayı hemen alelacele yanımıza gelip masamızı sildi ve
-"Özel birşey mi istersiniz, olanları mı getireyim".
-"Ne varsa getir dayı", dedim. Ahmet dayı gitti, bizim Cemal kaş, göz işareti yaparak;
-"Özel bir şey ne, oğlum", dedi.
-"Izgara köfte", dedim.
-"Çok özelmiş hakikaten, bakalım ne gelecek".
Biraz sonra Ahmet dayı, küçük esnaf lokantalarında kullanılan kirli beyaz renkli, plastik ama porselen görünümlü tabaklarında önce kavurma, sonra pilav, sonra salata, daha sonra da üzerine yoğurt dökülmüş patates, biber ve patlıcandan oluşan kızartma tabağı getirdi. Plastik kova ile getirip masanın orta yerine bıraktı. Ben hemen başladım. Cemal önce biraz burun kıvırıp süzdü, sonra başladı ve söylemesini beklediğim için beni gülümseten sözü söyledi;
-"Unutmuşuz böyle yerlerin lezzetini", dedi, eli biraz para gören ve iyi yerlerde yemek yiyebilen sonradan görme küstahlığıyla.
-"Çok güzeldir dayının yemekleri, sen birazdan kabak tatlısının tadına bak da gör"
Tıka basa doyduktan sonra Ahmet dayı yine sokağın karşısındaki kahvehaneye seslenerek;
-"İki çay, iki soda", dedi.
Elindeki tepsiyle müşterilerine çay dağıtan, saçlarının üst tarafı açılmış, uzun boylu, orta yaşlı, zayıf, sarışın çaycı "tamam" anlamında başını sallayarak çaylarını dağıtmaya devam etti. Ahmet dayının zihninde porsiyon algısı büyükşehir restoranlarındaki gibi olmadığı için bir servis tabağına tepeleme hazırladığı, enfes görünen kabak tatlısını getirdi. Yanında bir çorba kasesine doldurduğu, bıçakla olabildiğince küçültmeye çalıştığı ceviz içi ve bir plastik şişede tahin getirdi.
-"Evdeymişim gibi hissettim, ne güzel yermiş burası", dedi Cemal. Çayını içmeye devam ederken;
-"Şu karşıdaki eski bina nedir" diye ekledi, doyduktan sonra etrafını farkedebilen insanların dikkatsiz, ilgisiz tavrını belli ederek.
-"O bir kiliseymiş önceden, şimdi öylesine kendi halinde duruyor. Ben sana sonra anlatırım", diyerek geçiştirdim.
Aslında ona, bu kilisenin benim ve Ahmet dayının ve daha birçok kişinin ortak hatıralarını barındırdığını, yıllardır hayatımızın merkezinde, hayatın durmuşcasına hep aynı kalabildiğini, Ahmet dayının her akşam içeceği bir paket sigara ve bir şişe bira parasını şu ufak dükkandan çıkarttığını, sırf bu eski kilise binasının hatırasından uzaklaşmamak için bu dükkanı karın tokluğuna çalıştırdığını, aslında ailesinin çok zengin olduğunu, buraların en büyük zeytin ve incir bahçelerinin kendilerine ait olduğunu, ama yaşadıkları yüzünden bu dükkandan kopamadığını, adeta bu kullanılmayan eski kilise binasının bekçiliğini yaptığını söyleyemedim Cemal’e.
Hesap ücretini ödeyip Ahmet dayının hüzünlü, içten bakışlarına "Allahaısmarladık" diyerek otomobilimize binip dönüş yoluna çıktık. Bir süre sonra aynı yollarda, benzer duyguları yaşarken buldum kendimi. Sanki, bu insanların buralara mübadeleyle ilk geldikleri zamanlar aklımda canlanıyordu. İlk mübadeleyle gelenleri hiç görmemiştim elbette. Yunanistan’dan getirilip buradan gidenlerin karşılığı olarak bu köylere yerleştirilmişlerdi. Bu köyler yıllar içerisinde büyümüş, hatta M. Köyü, M. Beldesine dönüşmüştü. Yaşadıkları yer, Anadolu, Ege Bölgesi olsa da en eskileri, en yaşlıları geldikleri yerleri hiç unutmadıkları gibi halen kendi aralarında rumca konuşuyorlardı. Bazıları "bizim oraların zeytini buralara benzemez, bizim topraklarınki daha lezzetlidir" diyerek bir türlü yaşadığı yeri kabullenemedi. İlk nesil bir türlü alışamamıştı. Bunların arasında benim babaannem ve yaşıtları da vardır. Evet, babaannem, dedem, diğer akrabalarım. Hepsi buralıydılar ya da karşı tarflıydılar. Ahmet dayı da öyle ama ona kendimi hiç tanıtmadım. Önceleri Ahmet dayı ile dedem aynı kıza aşık olmuşlar. Ahmet dayının zengin ana, baba ve kardeşleri küçük Ahmetlerinin köyün en güzel kızı da olsa fakir bir ailenin kızı ile evlenmesini istememişler. Ee tabi bahçesinde zeytinlerini toplayan ailenin kızına aşık olan Beyin en küçük oğluna bu kızı yakıştıramamaları çok normal. Gel zaman, git zaman Ahmet dayı ailesine söz geçirememiş. Kızın, dedemden yana gönlü olmamasına karşın dedem isteyince kızı vermişler ve çok eskilerde kilise olan, sonradan rumlar gidince kullanımdan çıkarılan ve sadece düğünlerin olduğu kilisede dedem ile bizim gelin kızın düğününü yapmaya koyulmuşlar. Bir düğün tertip edildiğinde bizim buralarda çok yemek yenir, dans edilir, içki içilir. Tabancası olanlar havaya ateş eder, çeşitli eğlenceler olur, yine aynı curcuna başlamış. Bu sırada genç, bıçkın delikanlı Ahmet o tarihlerde incir, zeytin tüccarlığı da yapan babasının yazıhane olarak kullandığı, yıllar sonra ise Ahmet dayının esnaf lokantasına dönüştürdüğü dükkanının önünde masa başında düğün yerine bakarak dertli dertli rakı içip sigara tüttürürken önce alışık olunduğu üzere kilise binası içerisinden havaya sıkılan silah seslerini duymuş, sonra birden bir gürültü duyup toz bulutu görmüş. Kilisenin çatısının çöktüğünü farkedip doğrudan kiliseye koşmuş. Tabi her yer toz, duman, karanlık. Hemen Meryem’i bulmaya çalışmış. Panik ve üzüntüsünün etkisiyle bir taraftan ağlayıp bir taraftan etraftakilere bağırıyormuş. "Ne yaptınız Meryem’ime, nerede Meryem’im" diye haykırıyormuş. Yaralanmayan ve çatı enkazını kaldıranlara, etraftan duyup yardım için gelen köylülere, üzüntü ve sinirinin etkisiyle belindeki silahı doğrultup "Hemen bulun yoksa sıkarım" diye tehdit ettiği bile olmuş. Ama nafile. O gece çöken çatının altından sağ kurtulanlar olmuş, olmasına fakat Meryem dahil sekiz kişi canını orada teslim etmiş azraile. Dedem kemiklerindeki kırıklarla bir yıla yakın yatalak kalmış. Tahkikat neticesinde sürekli kilise içerisinde yapılan düğünlerde atılan mermiler ve tahtalarının çürük ve bakımsız olması nedeniyle çöktüğü tespit edilen çatı tekrar köylüler tarafından onarılmış, ancak bir daha düğün yapılmayıp kapısına kilit vurulmuş. İyileşen dedem daha sonra babaannemle evlendirilmiş. Sonrasında da İzmir’e göçmüşler. Ahmet dayı ise hayattan kopmuş vaziyette yıllarca hiçbir şey yapmamış. Kimseyle evlendirememişler. Babası vefat ettikten sonra babasının yazıhane olarak kullandığı dükkanı lokanta dükkanına çevirip kardeşleriyle bütün bağını koparmış.
Bu olayı bana hepsi uzaktan-yakından bir şekilde akraba olan anneannemin yakın arkadaşı, rahmetli Meryem’in kız kardeşi anlatmıştı. Benim hala tam olarak sırrına erişemediğim bir şekilde "Ahmet, o dükkanda Meryem’e verdiği sözü tutuyor" demişti.
Üniversite yıllarında okulu bırakmak istediğim buhranlı bir dönemimde M. Beldesine gidip Ahmet dayıdan yemek yedim. Daha sonra birkaç kez ziyaret edip kendimi tanıtmak, bu olanları sormak, bir de ondan dinlemek, onun gözlerinden izlemek istedim. Soramadım. Bu vefalı adamı rahatsız etmek istemedim. Üniversiteden mezun olduktan sonra iş hayatına başlayınca bir gün akşam vakti Ahmet dayının yanına gittim. Bütün yemekleri satmış, bulaşıkları yıkamış, dükkanın içindeki tek bir lambayı yakmış, bugün benim oturduğum sandalyenin karşısına oturmuş, birasını yudumlayarak kiliseyi seyrediyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.