- 504 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
568 – IŞIK KAYNAĞI
Onur BİLGE
“Işık Kaynağı,
Kaptan, söz verdiği gibi bana bir Kur’an Meali ile birlikte kalınca bir defterle iyi yazan bir de dolmakalem getirdi. Onu yavaş yavaş, hazmede hazmede okumamı, itikatla ve amellerle alakalı ayetleri, mükerrer olmamak şartıyla kaydetmemi, anlayamadığım yerleri ve aklıma takılan soruları da defteri ters çevirip arka tarafından başlayarak yazmamı söyledi. Bir araya geldiğimizde, her konuda olduğu gibi o konuda da konuşmak üzere anlaştık.
“İman bahsi çok önemlidir. İhmale, gevşek tutmaya gelmez! Yeryüzünde her şey kabrin kapısına kadardır. Fakat iman, ibadet ve ameller o kapıdan içeriye seninle beraber girecek.” diye diye beni de kendisine benzetti. Kır atın yanında duran, ya huyundan ya tüyünden…
Kitabımı, defterimi, kalemimi aldım. Kendimi okula başlamış gibi hissediyorum. Çok sağlam bir inanca sahip olmadığım halde içimde beni mutlu eden tatlı bir heyecan dalgalanıyor. İmana mı geliyorum ne? Bu beni gülümsetiyor.
Ben güzele âşığım, aşka sevdalı… Yaratılanları seyretmeyi itiyat haline getirmişim, Sevgiden başka ne var soframda! Yaratılanlarla o kadar ilgilenmişim, kendimi onlara o kadar kaptırmışım ki Yaratan’ı göz ardı etmişim.
“Yaratılanlardan Yaratan’ı temaşa etmeye çalış arkadaşım!” diyor Kaptan. Gökyüzüne bakıyor, bulutları gösteriyor, uçuk maviliğe dikkat çekiyor. “Mavi ve yeşil, ruhu dinlendirir. İnsana huzur veren renklerdir bunlar. Gökyüzünü bile bomboş bırakmamış. Adeta bir film gibi seyrettiriyor onları bize. Şekilden şekle sokuyor, bir araya topluyor, dağıtıyor. Kar beyazdan başlayarak grinin tüm tonlarını sergiliyor. Bazen sarartıyor, bazen kızartıyor, bazen de morartıyor. Öyle güzel manzaralar gösteriyor ki saatlerce seyredilse doyulmuyor. O, her yerde, her şeyde sanatını sergiliyor. Her yerden bakıyor, her yerden… Her şeyden: “Ben varım! Buradayım!” diye haykırıyor adeta. İnsan körse, sağırsa duyamaz, göremez. “Allah yok! Görmüyorum, duymuyorum!” der. Onlar, iyiliği emredip, kötülükten men etmezler. Dilsizdirler. İşte bu tür insanlar buradaki halleri üzere olacaklar orada da. Kör, sağır ve dilsiz olarak yaratılacaklar.”
“Yapma Abi ya! Şimdi ben göremiyorum, duyamıyorum, onun için de diyemiyorum diye kör, sağır ve dilsiz olarak mı haşredileceğim?” diye gözlerimi fal taşı gibi açıp gözlerine dikerek sorunca rahatsız olduğunu hissettim. Sakin sakin cevap verdi:
“Sen okumaya başla, o kendisini sana anlatacak. Kanaatin değişecek. Bunları ondan sonra konuşalım, olur mu?” dedi. Sıkıldığını hissettim ve konuyu değiştirdim. Benim çok konum yok. Sen varsın ve başka kimsem yok hakkında konuşacağım. Başka şeylerden bahsetmeye meraklı da değilim. Seni düşündüğüm sürece mutluyum, senden bahsettikçe içim açılıyor. Onun için dilimden düşürmüyorum seni.
“Sevgili Kaptan! Abicim! Şimdi kızacaksın ama benim gözlerimi güneş kamaştırıyor. O, o kadar parlak ki gözümü alıyor! Ne mavilik görebiliyorum ne de bulutların değişen renklerini ve şekillerini… Eskiden bakardım onlara. Halden hale girişlerini seyrederek eğlenirdim. O zamanlar her baktığım yerde Güneş’imin hayali belirmiyordu. “Dervişin fikrindeki neyse zikrindeki de odur!” derler ya… Aklımda fikrimde yalnız o… Allah affetsin ama Allah bile aklıma o kadar gelmiyor. Doğruya doğru… Durum bu!”
“O gördüğün, o övdüğün güzel, o güzelliği ve meziyetleri kimden almış? Allah güzeldir, güzelliği yaratandır. Sen onun güzelliğini seyrederken, aslında Allah’ın güzelliğini seyrettiğinin farkında değilsin. Kâinatta ne varsa, Yaratan’ı haykırır. Her görünen görünmeyen, hal diliyle: “Allah var, bir!..” der. Allah insanlara, görecek göz, işitecek kulak vermiş ama gören gözle bakmayı, duyan kulakla dinlemeyi bilmedikten sonra neye yarar!”
“Dur abi! Dur dur! Şimdi Yaratan’la yaratılanı bir mi tutuyorsun? Aklım karıştı. Hani bir Yaratılan ve gayrisinde tüm yaratılanlar vardı?”
“Yine öyle… Bir müessir var bir de eserler… Eserleri görenlerin müessiri akıllarına getirmemeleri mümkün mü! Yani senin şu duvarlardaki şiirleri görüp okuyanlar kimin yazdığını merak edip altındaki ismi okumadan mı geçiyorlar?”
“Benim yazdığımı biliyorlar. Altlarında adım yazılı. Bilmez olurlar mı! Fakat beni görüyorlar. Bense göremiyorum.”
“Ben de görememekten, duyamamaktan bahsediyorum. Dikkatle dinlersen, kolayca anlayacaksın ama aklın başka yerde… Onun için dediklerime kendini veremiyorsun. Buraya gelenler, sen dükkânda olmasan da şiirlerinin altlarında adını okusalar da okumasalar da, onları yazanın kim olduğunu merak etmeyecekler mi! Görmedikleri için hayal edemeyecekler ama senin hakkında en azından şiirde verebildiğin kadarıyla bir şeyler öğrenmiş olacaklar. Yansıttığın duygularını kısmen hissedecekler, paylaştığın düşünceler hakkında da bilgi edinecekler. Tüm yazdıklarını okuduklarında, yaptığın diğer işleri gördüklerinde seni daha çok tanımaya başlayacaklar. Öyle değil mi? Dokumacılıktan bahsetmiştin. O kumaşlarda kullandığın şekiller, desenler, renkler de senin hakkında bir şeyler anlatıyordu mutlaka. Dükkânının dekoru, teşhir ettiğin hediyelik eşyaların raflarda dizilişi dahi senin eserindir. Allah da kâinatı ve içinde yer alan her şeyi tasarlayarak yaratmış. Hiçbir şey, tesadüfen diğerinin yanında ya da uzağında değil. Her şey O’nun takdir ettiği gibi ve takdir ettiği yerde… Durmakta veya hareket halinde ama üstüne yüklenen işi yapmakta… Kısaca, her ne varsa var sayılan, O’na ram…”
Bunları söylerken ruhunun mutluluk deryasında yüzmekte olduğunu hissettiren bir yüz ifadesi vardı. Sanki Antalya yazının cayır sıcağında ılık Aşkdeniz sularında zevkle kulaç atarak serinlemenin tadını çıkarıyordu. Onun içinde bulunduğu hali gıptayla seyrettim. Belki konuşması o kadar değildi. Anlatmak istediği kim bilir neler vardı daha ama galiba o, yüreğinin kökünden çıkarak gelen son cümleyle diyeceklerini nihayetlendirerek, daldığı zevk deryasında kısa bir süre için de olsa sükûn içinde, gönlünce keyif sürmek istedi. Bir süre konuşmadık.
O, yapması gerekenleri yapmakta olanların iç huzuruyla müsterihti. Bense, sıkıntılarla boğuşuyordum. İç dünyam allak bullaktı. Başta hasretle kıskançlık olmak üzere aşkta ve ayrılıkta kahreden ne kadar sıkıntı varsa içimde yılanlar gibi kıvranıyor, kıvrandırıyorlardı. Ruhumun her yerini sokuyor, içini dışını delik deşik ediyorlardı. Varlığımı pare pare ediyor, bu biçareye olanca azabı çektiriyorlardı.
Beş on dakika sonra o yine bir şeyler anlatmaya başladı. O zaman ben dalgındım, düşünceliydim. Ortamda başka sesler de vardı. Hemen adapte olamadım. Onunla kendimi mukayese ediyor, halime acıyordum. Çünkü o görüyor, ben görmüyordum. O duyuyor, ben duymuyordum. O hissediyor, ben hissetmiyordum. O söylüyor, ben dinlemeyi bile beceremiyordum.
O konuşurken ben bütün bunları düşünüyordum. Söylediklerine tam anlamıyla vakıf olamadım. Anlattıklarının derinliğine inmek şöyle dursun, duyduğum cümleleri yüzeysel olarak bile anlayamadım. Ara ara kelimeler çalındı kulağıma. Bölük pörçük bir şeyler… Aralarında bağlantı kuramadım. Hece hece sesti hepsi hepsi… Aklım başka yerde, ruhum başka yerde olunca, sadece kulağıma ses halinde geldi, içeriye işlemedi.
Trafik polisi gibi elimi kaldırıp ona doğru uzatarak: “Dur dur! Hızlı gitme! Benim aptal kafam almaz hemen hepsini birden.” diye atıldım! Emreder gibiydim ama sesim sert değildi. Üstelik tatlı tatlı tebessüm ediyordum. Kaşlarını çatarak, yüzünü buruşturarak darılmış gibi baktı:
“Neden hakir görüyorsun kendini? İnsan, kendisinin ehemmiyetsiz küçücük bir varlık olduğunu zanneder ama kâinat onun içinde ve tüm yaratılanlar onun içindir. “Kendini bilen Rabbini bilir.” Bu bir ayettir. Önce kendini bilmeye çalışmalısın. Sonrasında zaten Allah’ı bilirsin.”
“Öyle makineli tüfek gibi takır takır söyleyip geçme! Düşünce hızına yetişemiyorum. En iyisi, sen bunları bana yaz da ver. Cahil adamın biriyim ben. Bir söyleyişte anlayamıyorum. Bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor. Sonra üzerinde düşünmek için aklımda tutmaya çalışıyorum, olmuyor. Aklımdan uçuveriyor.” dedim, yine yüzümü elime alıp. O her zamanki sakin ve anlayışlı hali, yumuşacık buğulu ses tonuyla:
“O zaman not al! Yavaş yavaş söylerim, yazarsın. Sana defter kalem getirdim. Yaz oraya. Söz uçar, yazı kalır. Kaydolan kaybolmaz. Ara ara okur, üstünde düşünür, hakkında sorarsın, konuşur, açıklığa kavuştururuz.” dedi.
Malım yok, mülküm yok, param yok, pulum yok, görgüm yok, bilgim yok. Üstelik aklım da yok.
Bunu kendisine böylece söylediğimde bir de soru sordu bana. “Söyle bakalım, akıllı kimdir?” diye. O zamandan beri düşünüyorum, bulamıyorum.
Aklım olsaydı bilirdim.
Kıt Akıllı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 568
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.