- 851 Okunma
- 3 Yorum
- 6 Beğeni
567 – ESER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Eser,
“Eserden müessire yol vardır.” diyor Kaptan. “Siz güzele baktığınızda aslında O’na bakarsınız. O, o kadar zahirdir ki onun için gizllidir. Onu severken aslında onu yaratanı seversiniz. Ona olan aşkınızın gerçeği Yaratan’adır. Yaratılan, yaratıldığı gibi zaman içinde yıpranır, harabeye döner ve yok olur. Eserin sahibi için ölüm yoktur. Varlığı kendisinden ve sonsuzdur.”
“Yaratığı, aklımızı başımızdan alıyor, aşkına tahammül etmek öylesine zor ki! Bir de kıskançlık!.. Aşk ne kadar büyükse, o da o kadar büyük! Aşk ne kadar yakıcı kavurucuysa o da o kadar öyle! Aşkın, kendisi kadar güçlü gölgesi gibi… Gölge, ışık kaynağına göre kısalır, uzar ama o onunla öyle bir yarış halinde ki zaman zaman hangisinin daha kuvvetli olduğunu kestirmek mümkün değil.” diyerek kıskançlıktan yakındım.
“Yaratılan içindir kıskançlık. Yaratan için söz konusu değildir. Herkes Allah’ı sever, kimi az kimi çok, kimisi aşk raddesinde, kimi de kendisini kaybedercesine ama kimse kimseyi kıskanmaz. Resulullah Efendimiz’e duyulan sevgi için de bu böyledir. Yeryüzünde hiç kimse o kadar sevilmemiştir! Allah ve Resulünü sevenler, birbirlerini de bambaşka ve çok severler. Erenlerin sevgileri de aynı şekildedir. Onları da Allah için severiz. Allah’ı sevenleri sevmek, Allah’ı sevmek demektir. İbadet sayılır. Bir nevi ibadettir.”
“Allah’ı sevmek yetmiyor mu ki bir de o bahsettiği yaratılanları seviyor?” diye düşündüm. Ona da diyecektim ama dönüp bana: “Sen sevmiyor musun onları?” diyeceğinden çekindim. Kendimi yokladım, aklıma bile gelmedi onları sevmek. Onlarla alakam olmadı ki! Ancak ona bir soru yöneltmek geldi aklıma ve dedim ki:
“Peygamberimizi neden severiz?” Bu soruya vereceği cevap, diğerlerine de uyarlanabilirdi. Belki Allah’la beraber Resulünü de sevmek gerekiyordu. Neden seveceğimi bilmeden sevmeyi aklıma bile getirmemiş olmam gayet tabii idi. O kısaca cevapladı:
“Bizi, Allah’ın varlığından, birliğinden haberdar ettiği için…”
“Diğer peygamberler de aynı şeyi yapmışlardı. Bizim peygamberimizin onlardan ne farkı var?”
“Bizim Peygamberimiz, önceki İlahi dinlerin bozulmuş halinin iptali için geldi. Getirdiği mesajla Tevhidi haykırdı. Allah vardır ve Bir’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Tüm yaratılanlar O’na muhtaçtır. O, ihtiyaçlardan haberdardır ve tek gidermeye muktedir olandır. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Kendiliğinden vardır. Yani varlığı kendisindendir. Var edilen değil, var edendir. Eşi, benzeri, hiçbir dengi yoktur! Hiçbir yaratık, oğlu ya da kızı değildir.”
“Yani Hz. İsa oğlu, yarı tanrı falan değil... Bazı din mensupları öyle sanıyorlar da…”
“İşte, zaman içinde sanılarla hareket edenlerin ya da mensuplarının menfaatlerine göre dinlerinin hükümlerini değiştirenlerin yüzünden gerçekliğini, inandırıcılığını kaybeden dinlerin üstüne ferli ferli ve majiskül harflerle yazılmış bir dindir İslamiyet. Kur’an’ın tamamı bir tarafa, içinden sadece İhlas Suresi alınarak okunsa ve kabul edilse, başta Teslis inancı olmak üzere bütün sapkınlıklar düzelmiş olur. İhlas Suresi, Allah’ı üçleyen düşünceyi yok eder, insanları Tevhid akidesini kabule davet eder ki gerçek olan odur!”
“Melekler için de kanatlı genç kız ve çocuk tasvirleri yapılmış. Onların, Allah’ın kızları olduğunu iddia ediyorlar.”
“Has evlat addedilen oğulları kendileri için istiyor, makbul bulmadıkları için kız çocuklarını katlediyorlar, kızları Allah-ü Teala’ya layık görüyorlar. Allah, her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Ne oğla ihtiyacı vardır ne de kıza… Biz Peygamberimizi, bize gerçekleri getirdiği için severiz. Dinimizi anlattığı için, kurtuluşumuza vesile olduğu için severiz.”
“Kaptan, benim rahatlığımın bir sebebi de “Nasıl olsa Kelime-i Şahadet getirdim, Allah’ın varlığına, birliğine inandığımı belirttim, onu da Allah’ın kulu ve resulü olarak kabul ettiğimi söyledim ya, ümmetinden günahkâr olanlara şefaat etmeyecek mi, onun sayesinde yine cennete girerim.” diye düşündüğüm içindir.”
“Allah izin verirse… Ayet El Kürsü’de de “Ben izin vermedikçe kim kime şefaat edebilir!” diyor. O zaman asıl şefaat eden, sonsuz şefkat sahibi olan Allah olmuyor mu!”
“O zaman Peygamberimizin şefaati?”
“O vesile ediliyor. Yani Allah izin verirse, izin verilen kişilere şefaat edebilecek… Onun için şefaate falan güvenerek saygısızca, küstahça günah işlemek akıl kârı değil! Öyle ki o günahlar, şahitlerin huzurunda olsun olmasın, Allah’ın huzurunda işleniyor! Biz O’nu göremiyoruz diye O’nun bizi görmüyor olması mümkün mü! O Basir’dir. Biz, bahşettiği gözlerle belli bir zamanda, belli bir yeri, görmemiz istendiği kadar görebiliriz. O ise her an, herkesi ve her şeyi birden, tüm derinliğiyle, detaylarına kadar görür. Düşünce şeridini de kalpten geçenleri de seyreder. Ayriyeten melekler vasıtasıyla tespit eder. Onun için niyetlerle fiiller kayıtlı, şahitli ve sabittir. İyilikler, kötülükler, ibadetler… İyi ve kötü niyetler dahi kaydedilir. O nedenle ne düşüncelerimizi ne de amellerimizi inkâr edebiliriz.”
“Ya sevgiler? Kıskançlık, gıpta, gösteriş… Bunlar neye göre ölçülüyor ve değerlendiriliyor acaba?”
“Her türlü duygu ve düşünce tespit ediliyor. Bahsettiklerinin ve benzerlerinin burada ölçülememesi, orada da birer ölçüsü olmadığı anlamına gelmez. Daha düne kadar elektriğin bile farkında değildik. O bile ölçülür hale geldi. Kim bilir, belki zaman içinde duyguların ölçülmesi de mümkün hale gelebilir. Orada, maddi manevi her şeyin miktarı adil bir tarzda tespit ediliyor. Bizim inancımıza göre bu böyledir. Allah, ölçüde tartıda hata yapmaz, yapılmasına müsaade etmez.”
“Büyüklerden duymuştum. “Teraziyi doğru tutun! Ağır tartın, bizden gitsin! Kul hakkına riayet edin!” derlerdi. Ayeti bile varmış. Annem babam çok korkarlardı, oldukça dikkatliydiler o hususta. Ben de Kapalıçarşı’ya kumaş götürürdüm. Dokuduktan sonra ölçerdim, diyelim ki altı metre gelirdi. Her nedense çarşı esnafı ölçtüğünde beş buçuk olurdu. Metre mi kaydırılırdı, ben oraya iletinceye kadar kumaş mı çekerdi, ne olurdu, hâlâ akıl erdiremiyorum.”
“Kur’an’da geçer, doğrudur. Ayeti var ama o ayeti dar anlamda almamak lazım. Allah ile kul arasındaki teraziyi de doğru tutmaya çalışmak lazım. Allah’ın bahşettiklerini bir kefeye, kulun duygu, düşünce ve amelini diğer tefeye koy da bak, ne oluyor!”
“Hiçbir zaman denge bulunamaz!”
“O zaman dengeyi mümkün olduğunca sağlamak gayesiyle eksik olan kefeye Şükür ve Hamd bari konmalı. Öyle değil mi? Kul, Allah’tan razı değilken, onca şikâyet etmekteyken, O’nun kuldan razı olması beklenebilir mi! Şikâyetin yerine Şükrü ve Hamdı koymadıkça istenen denge sağlanamaz. Onun için Kur’an, El Hamd ile başlar. “El Hamd-ü Lillahi Rabbil âlemin!” Onca kısa sure içinden Fatiha neden başa geçirilmiş?”
“Öyle mi? Fatiha başta mı? Bak, şimdi duydum. Ya İhlas?”
“O da son sayfada… Tevhidi şöyle bir özetler vaziyette…”
“Sen bunları nerden biliyorsun Kaptan?”
“Arkadaşım, sen hiç Meal okumadın mı?”
“Türkçe Kur’an mı?” Tasdik edercesine başını salladı. Utanarak: “Hayır.” dedim. En kısa zamanda bir tane bulup okumamı tavsiye etti. Biraz durdu, düşündü, bana güvenmemiş olmalı ki işi sağlama almak amacıyla: “Ben sana bir tane hediye ederim. Fakat bana baştan sona kadar okuyacağına söz vereceksin. Tamam mı?” dedi. Söz verdim.
En Büyük Hayranın”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 567