Berduş 3. Bölüm
SONGÜL
Devamlı olarak tüketmekte olduğum, kalitesiz şarapların bağırsaklarımda bakteri ürettiği sonucu üzerinde biraz düşününce aklıma yattı. Doğrusu beklediğim bir şeydi, ama bu kadar çabuk vücudumun tepki vereceğini hesap etmemiştim. Daha ileri ki yaşlarımda, büyük ihtimalle yaşlılık dönemimde baş göstermesini umduğum bir hastalıktı. Tam bunlar boş kafamın içinde sahipsizce dolaşırken kapıdan yardım meleğim diyebileceğim Songül girdi. Elinde hasta ziyaretlerinde kapı önünde ki çiçekçiden alınan lavanta demetlerinden vardı. Songül’ün getirdiği lavanta demetinden tüm odayı saran keskin kokusuna bakıldığında taze ve yeni oldukları anlaşılıyordu. Çiçekçiye bu sabah gelen çiçeklerin arasından seçerek almış olmalıydı. Usulca yanıma yaklaşarak hasta yatağının yanında ki refakatçi koltuğuna oturduğunda yüzüne vuran solgunluğunu fark etmiştim. Genel olarak Songül’ün solgun bir benzi vardı. Lakin bunun sebebi bakımsızlık değildi. Küçük yaşta teşhisi konulan akneniz anemisinden ötürüydü. Minarel noksanlığının sebep olduğu bu solgunluk onu yine de zayıf, hasta, çelimsiz bir kimseymiş gibi göstermiyordu. Ziyaretime geldiğinde de karşımda dinç ve alımlı bir bayan olarak gelmişti. Küt kesilmiş kestane kızılı saçları kadınlığını gölgelemek yerine geniş gerdanını ve belirgin incik kelimelerini daha da belirginleştirerek daha da bir kadınımsı görünmesine sebep olmuştu. Bir araya geldiğimiz vakitlerde, bende kalben de, ruhen de, başka esintiler esmesine sebep olurdu. Songül her müşkülümde, imdadıma yetişirdi. Sevgili değildik, arkadaş da değildik, tam olarak ne olduğumuzu bende bilmiyorum. Canı sıkkın olduğu geceler şarabı biraz fazla kaçırmışsak, öpüşüp koklaştığımız oluyordu. Hoş onu da beceremiyor, tuhaf hareketler yapan maymunlara benziyorduk. Her öpüşme denememizde, azımız yüzümüz ıslanmış şekilde ayrılıyorduk. Sevişmekte, her meziyet gibi sıkı ve devamlı pratik isteyen bir sanattı. Yapış yapış gecelerin sabahında hiç öpüşmemiş gibi tokalaşıp ayrılıyorduk. Maddi konularda da bana yardımcı olurdu. Fabrikasında ikramiye aldığı vakitler kiramı ödememe yardım ederdi. Dağıtılan kışlık erzak ve elbise yardımlarını bana getirirdi. Bunu sadaka maiyetinde yapmazdı dostluğun gereği olarak bilhassa dostların birbirine olan desteğini göstermek adına yapılması gerektiğini belirtirdi. Parasal konularda genelde sıkıntı içinde olduğum için bana ek iş bile bulmuştu.
Bir ilaç firmasının piyasaya sürmeden önce insan kobaylar üzerinde denediği test ilaçlarını kullanıyordum. Basit bir işti, öyle cerrahlık ilaçlar değildi. Ağrıkesici, öksürük giderici, balgam sökücü gibi sıradan ilaçlardı. Şimdiye kadar kullandığım, bu test aşamasında ki ilaçların bir faydasını ya da zararını görmemiştim. Maddi olarak ise beni tatmin ediyordu. Bedenen çalıştığım işimden daha fazla kazanıyordum. Tek sorun, benim denenecek ilaçlara uygun olmamamdan dolayı devamlı iş gelmemesiydi. Her gün gittiğim işimden aldığım ücret oda kirama ve faturalarıma gidiyordu. Çalışmamın kendime hiç faydası olmuyordu o yüzden bu ek işi kabul etmiştim. Sağlıklı ve istikrarlı biri değildim, yaptıkları bu testleri benim sonuçlarıma göre onaylamadıklarını biliyordum. Belki de piyasaya sürecek oldukları bu ilaçların, ölmek üzere olan birisini nasıl öldüreceğini inceliyor olabilirlerdi bilmiyorum. Formaliteden birkaç evraka imza attıktan sonra ilacı yutuyor, muhasebeye gidiyor elime tutuşturdukları kâğıtta yazan miktarı tahsil edip birikmiş içki ve öteberi borcumu kapatmak üzere veresiye alışveriş yapabildiğim tekel bayinin sahibi Nihat abinin yolunu tutuyordum.
Songül başucumda ki komedine bıraktığı lavantaları düzeltirken, takatsizliği hemen belli olan bedenime hızlı bir göz gezdirdikten sonra dolgun bir sesle,
—Her şeye rağmen iyi gördüm seni, çıktığında rıhtımda birer bira içelim.
—Buradan çıkabileceğimi pek sanmıyorum.
—Neden
—Param yok, sigortam yok, büyük ihtimal çıkınca kalabileceğim bir odam da yok.
—Oldukça kötü bir durum, ne yapmayı düşünüyorsun?
—Bence kaçma planı yapmalıyız.
— Biliyor musun aslında olabilir neden olmasın ki?
—Sabaha karşı acil kapısında bekliyor olacağım saat 4’te muhakkak inmiş ol.-
—Tamam.
Kulağa pek mantıklı gelmeyen, içinden zekâ fışkırmayan, ince detaylar barındırmayan kaçış planımız bundan ibaretti. Sabah saat 4’te aşağı inecek, beni hazır bekleyen araca binip elimi kolumu sallayarak uzaklaşacak bu dertten kurtulacaktım. İçinde bulunduğum maddi darboğazdan ötürü zaten pek seçme şansım yoktu. Ya burada belirli bir süre rehin kalıp sonra ödeyemeyeceğim bir dünya evraka imza atıp salıverilecektim ya da bu basit gibi görünen, henüz net detaylara sahip olmayan çetrefilli kaçış planını eyleme döküp hastane derdimden temelli olmasa da geçici bir süre için kurtulacaktım. Kalbim hızlı atmaya, kanım damarlarında daha bir hızlı akmaya başlamıştı. Adrenalin denilen şey gerçekten çok kuvvetli bir hormon, zihnim açılmıştı, bedenim dinçleşmişti. Bu kaçışı her filmde olduğu gibi dışarıdan yardım alarak yapacaktım. Başarılı olursak bedelsiz, borçsuz, tekrar özgürlüğüme kavuşacaktım. Şimdi kaçış planıma odaklanmam gerekiyordu. Daha önceleri kahve ve lokanta benzeri yerlerden hesap ödemeden kaçmıştım. Bu sefer durum biraz daha ciddiydi. Suç ortağım vardı onu riske atamazdım. Kendisi için gereksiz bir riski, benim için alıyordu. Onu deşifre edemez, zarar görmesine razı gelemezdim. Yakalansam bile tutulacak zabıtlarda düzenlenecek raporlara, onun adı geçmemeliydi. Planı detaylandırırken en çok bu hususa dikkat etmeliydim. Vücudumda hızla yayılan adrenalin heyecanlanmama vesile olmuştu. Sakinleşmek ve planımda hata yapmamak adına lavaboda elimi yüzümü yıkamak için ayağa kalktım. Birbirine dolaşmış saçlarımı ellerim ile düzelttim. Aynadaki suretimi gördüğümde, uzun bir süre sonra ilk defa gülümsediğimi, gözlerim ışıldadığını fark ettim. Az biraz umut kırıntısı neşemi yerine getirmişti. Aynaya yansıyan suretimi seyre dalmışken ayak sesleri işittim. Her saat başı kat hemşiresi kontrole geliyordu. Hastanenin derin sessizliğini bozan ayak sesleri ona ait olmalıydı.
Artık hemşire değil benim için bir gardiyandı. Görevi de ne pahasına olursa olsun suçluyu (hastayı) yatağında tutmaktı. Benim amacımda gardiyan vazifesinde ki bu hemşireyi ekerek özgürlüğüme kavuşmak olmuştu. Kendimi bir an kat hemşiresine yediemin olarak bırakılmış haciz malı gibi hissettim. Aşağılanmanın vermiş olduğu bu duygu, kaçma arzumu daha da körüklemiş ve kısa bir zaman içinde tutkuya çevirmişti. Bu suçu işlemek için artık her türlü haklı sebebim ve en önemlisi de cesaretim vardı. Vaziyeti ruh halimi belli etmemek için aceleyle yatağıma dönüp sırtım kapıya dönük şekilde uzandım. Battaniyeyi de mümkün olduğunda üzerime çektim. Böylece yataktan kalkmaya erinen miskin bir mahkûm gibi görünecektim. Nitekim öyle de oldu. Gardiyan vazifesinde ki hemşire, benimle fazla alakadar olmayarak, odaya dahi girmeden, göz ucuyla bakıp uyuduğumu düşünerek gitmişti. Bu işlemi sabaha kadar tekrarlayacaktı. Geceleri mesai saatinden sonra ise hasta yataklarının, ayakucunda ki demir başlığa asılı olan dosyanın içinde ki kâğıtlara bir şeyler yazdıktan sonra imza atıyorlardı. Hasta kontrolü ortalama bir dakika sürüyordu. Hemşirenin kontrol çizelgesini doldurması, imzalaması ile birlikte genelde iki dakikadan erken olmuyordu. Nöbetçi hemşire diğer hasta odasına geçtiği anda lavaboya giderek üzerimi değiştirmem lazımdı. Vakti geldiğinde koridordan geçmeye hazır olmam gerekiyordu. Toplamda her şey için "dört kritik dakikam" vardı. Eğer giyinik vaziyette kendimi alt kata atabilirsem, acil çıkış kapısından beni özgürlüğüme götürecek düldüle yetişebilirdim.
Hastanelerin acil servisi gece yarısı oldukça kalabalık ve hareketli oluyor. Gece yarısı hengâmesinde güvenlik görevlilerinin dikkatini çekeceğimi düşünmüyordum. Gündüz poliklinikte sıra beklemek istemeyenler, tahlil sonuçlarını almak için sabredemeyenler gece acil servise müracaat ediyordu. Aynı tetkik ve tahlilleri daha kısa zamanda alabiliyorlardı. Planım hazırdı şimdi sadece saatin yarımı göstermesini bekleyecektim. Gece yarısına, yedi dakika kala, ilgisiz, tombul hemşire odamın kapısında belirdi. Bende sırtüstü yatmış uyuyor numarası yapıyordum. Hastanede kendime geldiğim ilk gün beni azarlayan hemşire hazretlerinin nöbetinde böyle tatsız bir vukuata imza atacağım içinde içten içe seviniyordum. Bir yılan tıslaması gibi gelen soluk alıp verişi dikkatimi dağıtıyor, yüz kaslarımda ani gerilme ve boşalmalarla, kısmi bölgelerde, özellikle göz çevremde istemsiz kasılmalara sebep oluyordu. Nihayet beni baştan aşağı, üstünkörü süzdük den sonra elinde ki formu imzalayıp tekrar yatağımın başında ki dosyanın içine koydu. Geldiğinden daha hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Durumu kurtarmış olmanın rahatlığı ile heyecandan bozulan nefesimin ritmini birkaç saniyede düzeltmek için ardı ardına birkaç derin nefes aldım. Hızla yatağımın yanında bulunan krem rengi komi dinin alt gözünde bulunan kıyafetlerimi kucaklayarak kapının hemen yanında ki tuvalete koştum. Hızlı bir şekilde üstümde emanet gibi duran pijamayı fırlatarak alelacele pantolon ve gömleğimi giyerek kravatımı boynumda öylece geçiriverdim. Tam lavabodan çıkarken ayakkabılarımı yanıma almayı unuttuğumu fark ettim.
Aceleyle tuvaletten çıkarak, komodinin altında, sağında, solunda ayakkabılarımı aradım, ama bulamadım. Belki de evden beni direk ambulansa taşıdıkları için ayakkabısız gelmiştim hastaneye. Yalınayakta çıkamazdım. Anında meraklı gözler tarafından enselenirdim. Acil servisi dolduran kurnaz hastaların her birisinin gözü ayrı bir mobese kamerasıydı. Planım daha odadan çıkmayı başaramadan çökmeye başlamıştı. Bu kadar basit bir planı bile altüst edebiliyordum. Bazı insanların hayatta başarılı olamamasına şaşmalı doğrusu.
Yalınayak bir şekilde, kafamı hafifçe kapıdan dışarı uzatarak nöbetçi hemşirenin odadan çıkmasını bekledim, ama çıkmadı. 2 dakika geçmesine rağmen yanımda ki odadan hiç ses gelmiyordu. Dakikalar birbirini kovaladıkça ben daha da gerilmeye, stres yapmaya başlamıştım. Sakinliğimi kaybetmek üzereydim. Hiç bir şey planladığım gibi gitmiyordu. Yeni bir plan yapmak içinde yeterli zamanım yoktu. Üzerinde 2 saati aşkın bir süre, en ince detayına kadar düşündüğüm plan her aşamasında tam bir başarısızlık örneği olmuştu. Ayaküstü yapacağım bir plan ise maazallah tam bir felaketle sonuçlanabilirdi. Her ne olursa olsun planıma sadık kalmalıydım aksilikler planımın peşini bırakmasa da ben ya da niyetim henüz açığa çıkmamıştık.
Hemşirenin önce sert adımları koridorda yankılandı sonra beyaz fayanslarda tombul bedenin biçimsiz silueti göründü. Kısa bir aranın ardından koca gövdesi kapıdan çıkarak, hiç sağına bakmadan, soluna döndü. Bende onun ikinci bir solla diğer hastanın odasına asker dönüşü keskinliğinde girişinin ardından hızlıca nöbetçi hemşire masasının arkasında ki acil çıkış merdivenlerine yöneldim. Arkamdan da hiç kimse seslenmedi. Hızlıca acile indim, beklediğim gibi hınca hınç hasta doluydu. Hareketlerimde ki panik hali yüzüme de yansırdı. O yüzden davranışlarımı kontrol altına almalıydım. Aceleci davranmamalı sakin ve ifadesiz bir suratla yol isteyerek kalabalığı yarmalıydım. Acil serviste ki kalabalık, hareketlerimde ya da yüzümde bir tuhaflık sezerlerse baştan aşağı hakkımda fikir sahibi olmak için beni süzerlerdi. Böylesi bir durumda tüm foyam ortaya çıkardı.. Ben tüm bunları düşünürken özgürlük kapısına erişmiştim.. Artık tüm o bana ait olmayan dertleri geçici bir süre geride bırakmış ve ötelemiştim. Kısıtlı özgürlüğümün tadını çıkarabilirdim. Arabaya bindiğimde Songül hiç konuşmadan aracı sürmeye başlamıştı. Bende bir şey söylemedim. Tam bir sessizlik içinde yola devam ettik. Songül şehir merkezinde tren istasyonunun hemen karşısında tarihi tatar köftecisinin yanında bulunan sabahçı kahvesinin önünde aracı durdurdu.
—Çorba içelim istersen… Demesi ile birlikte bir gülümseme belirdi yüzümde, bunu fark eden Songül;
—Neşenin kaynağını merak ettim. Az önce bizim için büyük sayılabilecek bir kanunsuzluk yaptık ve sende tedirginlik yerine tebessüm görmek şaşırttı beni. Hâlbuki benim kalbim korkudan yerinden fırlayacaktı.
—Hayır, ona gülmüyorum, araca bindiğimde, korkudan ileri gelen heyecan bende bitti.
—Merak ettirme o zaman, söyle istersen.
—Çorba, alkol tükettikten sonra içilir, tüketmeden önce tuhaf kaçar biraz, ona gülümsedim.
—Ne alakası var allasan. Aşırı gerildim doğal olarak da açıktım. Hem bu arada bence ben gelecek vaat eden bir suç ortağıyım.
— Cesaretine hayran kalmadım değil öyle ki beni bile olmadığım kadar cesur birisi haline çevirdin. Şükranlarımı sunmadan geçemem.
—O zaman bira alalım. Rıhtımda hem kutlarız hem gelecekte işleyeceğimiz suçları planlarız.. Diyerek aracın kapısını açmaya yeltendiği sırada kolundan hafifçe çektirerek,
—Burası ne kadar büyükşehirde olsa, bu saatte sandığından daha küçüktür şehir. Yeraltında yaşayan tüm berduşlar yarasalarla birlikte çıktılar mağaralarından. Yeryüzünde yaşamaya alışmışlar için kent bu vakitlerde pek tekin sayılmaz... Dediğim de ısrarlı davranmayarak kapıyı kapattı. Krem rengi pardösüsünün iç cebinden 6’lı bira almaya yetecek miktarda para uzattı. Yalınayak şekilde araçtan inerek, dörtlü bira, bir paket sigara, iki avuç beyaz leblebi aldım. Tekel bayiden çıkarken işletmecinin ayaklarıma baktığımı fark ettim. Ayaklarımda ayakkabı yoktu. Hatta çorap bile yoktu ayağımda, fazla yadırgamış gözükmüyordu, alışık olmalıydı bu gibi durumlara.. Sadece kapıdan çıkmak üzereyken "dikkat et hemşerim üşütmeyesin." dedi.
Elimi kaldırarak “iyi geceler” demekle yetindim.
Aracın kapısını açtığımda Songül radyo ile meşguldü.
Şiir ikimizin ortak noktalarından biriydi. Orhan Veli’nin şiirlerini en çok müşrik Kenter’den dinlemeyi severdik. Bir Garip Veli radyosunda çalmakta olan şiire aynı anda eşlik ettik
"birden bire oldu, her şey birden bire oldu."
“yer gök birden bire oldu”
Biranın kapağını torpidoda ki çakmağın arkası ile açarken çıkan tıs sesi tekrar gülüşmemize sebep oldu. Balıkçı barınağına girmek üzereyken kapağı açılan bira şişesini apıç arasına alarak aracı park edecek tenha ve yakamozu izleyebileceğimiz bir boşluk arıyordu. Apıç arasına aldığı birayı kast ederek;
—Kamyoncu gibi oluyorsun yapma şöyle. Dedim.
—Neyim eksik, kamyon süremem mi zannediyorsun...
Tekrar gülüştük rıhtımın balıkçı barınağı kısmına arabayı park ettik. Gün ağarmadan hemen önce balıkçılar rıhtımda belirirdi. Balıkçılar yokken, aşıklardan başka kimse buraya ilişmezdi.. Biralarımız içtik ama umduğum gibi bir yakınlaşma olmadı. Sadece manasız derin derin bakıştık. Kim bilir belki gözlerimde hayalini kurduğu beyaz atlı prensiyle buluşmuştu.
Gün ağarmadan geri döndük. Beni apartmanın önünde bıraktı. Tek göz odama girdiğimde her şey bıraktığım gibi dağınıktı. Hatta ambulansın beni götürmesinin ardından, kapıyı olduğu gibi kapatmayı tercih etmiş olmalıydılar. Fanusta ki balığım ters dönmüştü. Açlıktan acı çekerek suyun içinde kıvranarak can vermiş olmalı. ...Zavallı şey nerden bilebilirdim ki benim önemsizliğimin onun ölümü anlamına gelebileceğini, hâlbuki çok daha şatafatlı evlerde tıksırıncaya kadar yiyebileceği bir akvaryuma gidebilirdi, ama bir fanusta yaşamaya mahkûm olmuştu. Üzüldüm balık adına... Tüm dünyası ufak çalışma masamın üstündeki ufak, oval fanustu. Tüm dünyayı, insanları oradan seyrediyordu. Eğer bir kitap yazsaydı acaba ne yazardı. Akşamları özelliklede yağmurlu kış akşamlarında bolca sohbet ederdik. Dışarıda ki yağmurun eşliğinde ilerleyen sohbetlerimiz genellikle diyalogdan ziyade monolog şeklinde ilerlerdi. Hoş konuşmayı çok seven bir balık değildi ama tepkisini verirdi. Hoşlaşmadığı şeyler söylediğimde dinlemez sertçe döner giderdi. Pek uzaklaşamazdı, ama yine de giderdi gidebildiği kadar sonra zoraki bir dönüşle tekrar önüme gelirdi. Benim hayatımı anımsatırdı böle zamanlarda bana... Tekrar gülerdik... ya da tek ben gülerdim... Sonuçta balığın dünyası denizdi gerisi cehennemdi...
Rahmetli balığımla, bizim apartman sakinleri başta olmak üzere tüm insanları kendi fanusunda yaşamakla, yanı başlarında yaşanan felaketlere, dramlara kayıtsız kalmakla, ah de vefa nedir bilmemekle suçlardık. Şimdi ise bu endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyordu. Avucumun içinde cansız bir şekilde yatan dostumu tuvalete atıp sifon çekemezdim.... Camdan dışarıda atamazdım.. Her canlı gibi oda saygıyı hak ediyordu.. Hayatı boyunca kaderine razı olmuştu. Usulüne uygun yaşamıştı... Öylece fırlatıp atamazdım. Toprağa defnetmek en doğrusu olacaktı. Songül gelesiye kadar onu buzlukta beklettim. Çok değil zaten ertesi gün Songül ziyaretime geldi. Nasıl olduğumu, hastaneden bir haber olup olmadığını konuştuktan sonra balığımdan bahsettim. Saygıyla dinledi ve gömme merasimi için yardım edebileceğini söyledi. Yalnız dikkatinden bir şey kaçmamıştı. Balığa isim takmadığımı fark etmişti.
—Madem bu kadar çok seviyorsun, değer veriyorsun neden bir isim vermedin. Sadece balık diyorsun...
—Çünkü onda tüm balıkları görüyorum..
Konuşurken balığımıda buzdolabından çıkarmış, kibrit kutusunun içinden, elime almıştım. Dışarı çıktım, batmakta olan güneşin kızıllığı hemen üzerime düştü. Mahalledeki numunelik çam ağacının gölgesine yanaştığımız sırada zıplayarak gelen ve ne yaptığımızı merak ettiği hemen belli olan ufak bir kız çocuğu yaklaşmaya başladı. Nerede olsa, ilgili, ufak, pırıl pırıl gözleri bir bakışta tanırım. Ufak çocuk biraz daha yaklaştığında ancak tanıyabildim. Kibele ninenin küçük torunu Elif’ti.
"Hoş geldin küçük hanımefendi bizde vefat eden balığımızı defnedecektik, istersen defin merasiminde sende bize eşlik edebilirsin."
—Çok isterim Remzi amca... Balık neden öldü... Hasta mıydı?
Biran duraksadım... ne diyeceğimi bilemedim. Gerçekte balığın ölmesinde kimin ne kadar payı vardı tam olarak kestiremiyordum. Bu küçük hanımefendiyi de tatsız gerçeklerle sıkmak istemedim.
—Kedi fanusun devirmiş. Diyerek geçiştirmeye çalıştım.
—Alçak kedi, masum, savunmasız bir balıktan ne istersin ki. Dedi.
Tuhaf bir garipse içinde, ölü balığın parlaklığı gitmiş, kurumuş pullarını okşarken, Songül’ün yüzü hüzünlendi. Toprağı elimle eşeledim. Bir avuç kadar toprak çıkardım. Tam balığı içine koyup kapatacaktım ki Songül "biraz daha kedinin köpeğin eşeleyemeyeceği kadar derin kazsak daha iyi olur sanırım." dedi. Elif’te destekleyince, çıplak ellerimle toprağı biraz daha eşelemeye başladım. Mezar hazırlama işine kendimi kaptırmıştım. Kibele Nine’nin oğlu ve gelini ile birlikte yanımıza kadar gelmelerini fark etmemiştim. Onlarda balığın defin işlemine sessizce katılmışlardı. Son toprağı da üstüne atıp elimde hafif düzelterek bir çakıl taşını da mezar taşı olarak üzerine sapladım...
Her şeyden habersiz olan Elif,
—Artık huzur içinde uyuyabilirsin sevgili balık dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.