Karakalem
Memo! Memo!
-Haydi kalk!
-Karakalem’i getirdik sana!
Şunlara bakın! Bu haytalar bilmezler mi bu saatte güneşin tembel, horozların suskun olduğunu? Şu zerre tepeciğe canlılığın henüz nüfus etmediğini, bilmezler mi bu hayta ruhlar? Varsın bilmesinler! Bizimkisi hiç oralı değildi zaten, yorganı üzerine çektiği gibi öteki alemi dolanadurdu.
Öteki alemin ta öbür ucuna gitmek şöyle dursun, Memo’nun teyzesi Neşe Hanım her sabah, toprağın kokusuyla uyanır, dik vadilere rağmen, ona lütfedilen gücü, kuvveti kullanırdı. Çay biçer Neşe Hanım, çay zamanı geldiğinde, tıpkı şimdi olduğu gibi, melek oluverir; Memo’ya merhametle yanaşır, kulağına masalsı şarkılar mırıldanırdı.
Neşe Hanım’ın daimî emanetiydi Memo. Ezelden ebede uzanan bir yol varsa eğer, bu emanet, o yolun herhangi bir yerinde olabilirdi. Neşe Hanım da o yola atmıştı adımını. Birlikte, bu zamansız, belirsiz yolda, tek tarafı renkli gökkuşağı gibiydiler.
-Memo! Memo! Kalk, haydi!
Neşe Hanım çoktan gitmişti. Memo’ysa anasının hayalini görüyordu, derinlerde, kendi gerçekliğinin içinde kalarak, koyu toprağın damarlarından çıkıyordu gün yüzüne, çay gibi yumuşacık oluveriyordu anasının kollarında. Utanılası hayalin soyutluğuna girmeden, özgürlüğün şakıdığı, gerçekliğin kuşatıldığı; dağların, göklerin koyu mavi gölgelerine yaslandığı yerde onunla bütünleşiyordu. Memo’nun duyduğu sesler, bir mırıltı; bir kavanozun içinde hapsolmuş köyün tınılarıydı artık.
Bir diyardan başka diyarlara geçiş an gibidir, saniyenin de saniyesi, devasa zihinleri kuşatan minik bir alandır. Memo’nun kendi diyarına geçişi işte bu kadar kısa oldu. Yorganı hışımla üzerinden attığı gibi ön bahçeye çıktı, çiğ tanelerinin esintisiyle ürperdi, tüyleri dikenleşti. Amaçsızca bakındı etrafa. Haytalar gitmişti. Köy sakindi; sertleşmiş toprak yolları, ahşap evleri, fındık ağaçları, minik meydanı, hepsi, ruhunu kaybetmiş, siyah bir fotoğraftı. Bizimkisi severdi bu anları, bu sakinliğin ardına uzanmayı, ötelerden gelen ezginin yumuşacık tınısına misafir olmayı... Memo böyle zamanlarda orkestra şefi olur, çay vadilerinden ilham alan makasların çıkardığı tınıları duyumsar, bu tınıları düşleminde yönetirdi. Kuyrukluyıldızın çıkardığı sesi yakalamaya çalışan gök hırsızı gibi, Memo da vadilerden gelen tınıların hırsızı olmayı arzulardı.
Bir teyze, bir ana, bir de nine vardı bu körpenin hayatında. Toprağın üç haliydi; üstünde yeşeren çay gibiydi teyzesi, dokunulası. Özüne can verendi, anası, yaşanılası. Altında tutunan köktü, ninesi, saklanılası... Sevim Nine’ydi o saklanılası kökün adı. Söylencelerin etrafında parıldar varlığı; bazen yetişkin köy ahalisinin sözcüğü olur, bazense küçüklerin hayalini heyecanlandıran, nefeslerini soluklaştıran bir koku. Yapayalnızlığın ötesinde hiçliğin kol kanat gerdiği, sadece Memo’nun ninesiydi. Onun Memo’ya seslenişiyse tabiat seslerinin karışımı, ruhani bir çağrıydı:
-Mehmet oğlum bu ne hal? İçeri gir üşüteceksin, dedi
Memo çay makaslarının tınısından uyanmıştı.
-Bana bir şey olmaz nine, dedi. Titremeye başlamıştı.
Nine, meraklanmıştı:
-Ne yapıyorsun orada Memo?
Memo’nun gözleri kocaman çember oluverdi:
-Makasların seslerini duymuyor musun nine?
Çay zamanı, zamanı yutan bir sürüngen gibi kendi kendini tüketiyordu, hızlıca. Güneşse saklambaç oynuyor, hiç ebelemeye gelmeyen vurdumduymazlıkla. Akşamüstüydü artık, zamanı kontrol edemeyen ne bilirdi ki güneşin kızıllığını! Güneş kızıl mıydı? Yoksa bir gölgeden mi ibaretti? Memo saatiyle hükmediyordu zamana; öteden gelenler vardı, gölge gölgenin üstüne binmiş, her bir gölge evlere dağılıyor. Memo’nun teyzesi Neşe Hanım’sa, büyüyor, büyük bir gölge oluveriyordu Memo’nun karşısında.
-Teyzem, dedi Memo, kuru, kupkuru "teyze" sözcüğünü yeşerten, onu kendine armağan eden bir vurguyla.
-Teyzem, Karakalem mi geldi?
***
Dağların pamuklu, gri şapkasıyla selam verdiği, cehresinden sakındırdığı, ah, devasa boylarına rağmen ağaçların varlığıyla vücut bulduğu zamanlar; rengarenk tuvale sahipken yeşilin tüm tonlarından mahrum kalan ressam gibi, dağların, siyahla beyaz arasında soluklandığı o zamanlar… İşte, Karakalem böyle bir zamanın içindeydi! Haytalar yalan söylemişti! O, köyün zamanından çok uzakta, güneşin doğmayı unuttuğu, ağır ilerleyen bir zaman dilimindeydi.
-Teyzem, Karakalem mi geldi?
Bütün gün çay biçmişti Neşe Hanım, yorgundu, lakin Memo’yu gördüğünde sevimli olurdu bütün yorgunluğu. Şimdiyse bu sual karşısında daha önce hissetmediği bir yorgunluk hissetti, yüzü asıldı, suskunlaştı, tek söz etmeden yavaşça eve girdi.
Günler, haftalar, hayaller, geçip gitti… Zamanın haddini bildiği ya da özgürlüğüyle nam saldığı düşlerde, haytalar yas tutmaya başladı. Zaman da tüm unutkanlığıyla beraber çay mevsimini tüketti. Haytalar zamanın unutkanlığına, Memo’ysa hayallerine tutunmaya devam ediyordu. Bu hayaller kat kat sis perdelerinin ardına uzanıyordu; Memo, orada anasıyla bütünleşiyor, Karakalem’in sırtındaki siyah şeritlere dokunabiliyordu! Rüzgarla dağılıveren bulutların aldığı şekiller gibi, değişen, yeni, yenilenen bir Memo oluyordu!
***
Çay zamanı bitiyor, bulutların rengi bir başka artık, rüzgâr eskisi gibi kucaklamıyor köyü. Toprak yolları, evleri, ağaçları, bahçeleriyle; nineleriyle, dedeleriyle; haytalarıyla, dostlarıyla yavaş yavaş siliniyordu mevsim, hayalleriyle. Memo, Karakalem’le beraber güneşe uzanan kızıl bir dağın tepesinde anasıyla buluştu. Üçü birlikte gülümseyerek, silinen mevsimi izlemeye başladı!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.