Berduş
Son zamanlarda dikkatimi uzun süre bir yere toparlayamıyorum. Bunda el yapımı içkileri, kalitesiz şarapları aşırı biçimde tüketmemin etkisi olduğunu biliyorum. Üstüne birde düzensiz ve yetersiz beslenme, ucuz ve rutubetli penceresiz tek göz bir ev eklenince, devamlı içten içe sessiz bir çürüme halinde olmamı yadsımıyorum. Bu kötü yaşam şartlarımın sağlığımı ve zihnimi olumsuz yönde etkilemesinde elbette şaşılacak bir durum yok. Benim mustarip olduğum konu biraz daha başka, Üzerine uzandığımda yayları orama burama batan, üzerinde az biraz hareket edildiğinde gacır gucur öten, tüm bunların yanında bir de ufak odamın büyük bir kısmını işgal eden, oldukça da ağır kokan, zoraki olarak bana emanete bırakılmış kanepe. Bahsettiğim lanet kanepeden her sabah bir yerim ağrımış ya da tutulmuş olarak kalkıyorum. İçinde bulunduğum durum o kadar rahatsız edici bir hal aldı ki, hayatımı kâbusa çevirdi diyebilirim.
Depodan bozma bu odayı, ev olarak tutmak istediğimde, apartman yöneticisi olan ev sahibim Mürsel Bey ile görüşmüştüm. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan Mürsel Bey, yerli filmlere, dizilere konu olan aksakallı dede gibiydi. Bunu abartmıyorum giyim kuşamı dâhil, tas tamam "aksakallı dede" gibiydi. Beyaz cübbesinin üzerine siyah bir kuşak takar, kafasından mesti, elinden tespihi pek düşürmezdi. Odayı tutacağım ilk görüşmemizde de kafasında mesti, elinde tespihi suphanallah çekerken odanın güzelliğini, genişliği ve ferahlığını anlatmıştı. Fakir fukara olsam da temiz birine benzediğimi, kirayı geciktirmezsem odayı bana verebileceğini söylemişti. Bu sözleri umutlanmama vesile olsa da, dünya malını böylesi önemseyişi beni kuşkulandırmıştı. Nihayetinde cübbe ve sarık Hacı Mürsel Bey’in üzerine tam oturmuş olsa da malvarlığı hararetle savunduğu bir lokma bir hırka öğretisine pek uymuyordu.
Bu durum karşısında ev sahibi olarak kendisinin dünya malından yoksunluğumdan ötürü duyduğu çekincelere benzer benimde kiracı olarak kendisi hakkında bazı çekincelerim oluşmuştu. En başında da dini algılayış biçimimizde ki tezatlık geliyordu. Dini meselelerde aramızda oluşabilecek ayrımların bizi ne kadar ayrıştırabileceğini ayırt edebilmek adına kendisine bir takım sorular yöneltmiştim. Bu suallerimin ilki olarak günümüz coğrafyası ile uyum içinde olmayan elbiselerinin hikmetini sormuştum.
-Peygamber Efendimiz gibi giyinmek "sünnet" diyerek söze başlamıştı. İlk hacca gitmesinin ardından böyle bir karar aldığını etraflıca anlatmıştı. Nasihatlere, özellikle de dini nasihatlere pek açık olmasam da hem nezaketen hem de ihtiyaçlarımın ön gördüğü şekilde sabırla ve can kulağı ile anlatılanları dinlemiştim. Kendisinin söylediğine göre, dini vecibesini yerine getirmek üzere ilk defa hacca gitmesi otuzlu yaşlarında nasip olmuş. Orada karşılaştığı bir keramet ehli, Mürsel Bey’in yüzünde ki nuru fark ederek, ona nasihatler de bulunmuş, peygamber efendimiz gibi giyinmesi gerektiği yönünde öğütler vermiş. Dünyadaki giyim kuşamımız, Peygamber efendimize yakışır olmalıymış. Fani dünyada bedenimizi örtüğümüz elbiselerimiz, amellerimize işaret edermiş. Bir kimsenin dünyadan beklentilerini giyim kuşamına bakarak rahatlıkla anlayabilirmişim. Allah dostu olan ile Allah dostu olmayanın amelleri bir olmayacağı gibi giyim kuşamları da bir olmazmış. Her kim ki dine uygun giyinir, dinin öngörülerine göre yaşarsa dünyalığı da ahretliği de Allah tarafından garanti altına alınırmış. Mürsel Bey, can kulağı ile dinlediği keramet ehlinin bu tavsiyelerine o gün bugündür uyuyormuş.
Apartmanda herkesin "Hacı Amca" dediği Mürsel Bey’in, hacdan geldikten sonra bozuk olan işleri bu öğütlerin faydası ile hızla düzelmiş. Benim tutmak için talip olduğum deponun bulunduğu, dört katlı on iki daireli sekiz bloktan oluşan bu sitede, bir bloğu komple alacak kadar düzelmiş işleri. Toplamda dört defa hacca giden Mürsel Bey hacdan her döndüğünde, işleri bir önce ki hac ziyaretinden daha iyi hale gelmiş. O gün ki sohbetimizde detaylıca anlatma lüzumu gördüğü malvarlığını, dini bütün bir kimse olması kadar, dürüst ve çalışkan birisi olmasına da borçlu olduğunu belirtmişti. O vakitler yeni tanışmanın lüzumu olarak benim içinde bir kaç iyi dilekte bulunmuştu. Hayır dualarının ardından, kendisi gibi aza kanaat ederek, sebat edersem bir gün benimde rahata ve huzura kavuşabileceğimi de öğütlemeyi unutmamıştı.
Adımdan başka bir şey bilmeyen Hacı Amca’nın sanki ikimizde hayatın aynı noktasında duruyormuşçasına konuşması garibime gitmişti. Kendisini hiç işin içine katmadan,yüce bir zirveden ahlak sorgulaması yapan insanlar beni tedirgin etmiştir. Tedirginliğimi daha da artıran ise konuşmamız sırasında, ısrarla üzerinde durduğu bir diğer konu olan, odanın içerisinde bir köşede atıl vaziyette duran yeşil renkli hurdaya çıkmış kanepe olmuştu. Söz konusu kanepenin, apartmanda dairesi olan ama şuan burada olmayan, Fransız uyruklu bir ecnebiye ait olduğunu, kendisine emanet edilen bu eşyaya zinhar zarar ziyan gelmemesi gerektiği hususunda tekrardan dini öğütler vererek beni ikaz etmişti. Bu pek mühim gözükmeyen ikazın ileride başlayacak olan dertlerimin ilk alameti olduğunu henüz anlayamamıştım. O an için kendime güvenim tamdı. Bir kanepe ile baş edebileceğimi, belirli bir müddet sonra ondan kurtulmayı başarabileceğimi düşünmüştüm. Aradan on üç ay geçmesine rağmen bu düşüncemde muvaffak olamadım. Bir kanepe ile baş edemedim, ne dedimse ne yaptımsa kanepeden kurtulup yerine ikici el eşya dükkânından daha kullanışlı, en azından kokmayan bir kanepe alamadım.
Kanepenin bende yarattığı rahatsızlığı belirtmek için hiç çağrılmadığım apartman toplantılarına yüzümü kızartarak birkaç defa iştirak edip derdimi anlatmaya çalışsam da hacı amcanın Müslümanlığın gereği olan erdem ve faziletleri bu kanepe üzerinden ispatlama ve teyit ettirme direncini aşamadım. Tüm apartman sakinleri hacı amca ile elele vererek aşılması pek mümkün olmayan bir direnç gösteriyorlardı. Benim takıldığım nokta sarsılmaz bir inatla gösterdikleri bu dirençlerinin samimi olmamasıydı. "Ya hacı amca dört yıldır orada beklemiş çürümüş, üzerinde kedi köpek eşelenmiş, uyumuş, işemiş, yaylarına varıncaya kadar fareler kemirmiş bana gelince mi emanet olduğu akıllara geliyor." Desem de, çözülemeyen kanepe problemim, devamlı olarak ileri bir tarihe ertelenirdi. Basit bir konunun benim altüst olmuş hayatımı daha katlanılmaz kıldığını bildiğimiz hiçbir lisanda anlatmayı beceremedim. Üstelik zaman geçtikçe apartmanda benim üzerime düşen sorumluluklarda artmaya başlamıştı.
Aidatımı geciktirdiğim ayların haricinde apartman toplantılarına pek çağırılmazdım. Bana "sen depoda kalıyorsun toplantılara gelmesen de olur" derlerdi. Ama iş paraya gelince apartmanın tüm giderlerine ortak ederlerdi. Toplantılara çağırılmadığım için apartman toplantısında alınan kararları bana tebliğ etmesi için apartmanın kapıcısı olan Mahmut Bey görevlendirilmişti. Görev tanımının sınırları içerisine benim hiç kullanmasam da ödemekle mükellef olduğum apartman elektrik faturasının tahsilatı, çevre ve çöp aidatının yanı sıra kapıcı Mahmut Bey’in kendi maaşının taksitlerinin tahsilatını yapmak vardı.
Maaşının bir kısmını benim ödememe rağmen kapıcı "Mahmut Bey" sanırım beni kendi yamağı olarak görüyordu. Az miktarda ki çöplerimi kendim attığım gibi, apartmanın merdivenlerinin yıkandığı gün olan pazartesileri evde olmamın iyi olacağını, merdivenleri yıkarken kendisine yardımcı olabileceğimi salık verirdi. Eğer merdiven yıkama günlerinde yardıma gitmezsem " Siz gelmeyin Beyefendi biz yıkarız merdivenleri" diyerek imalı imalı laf atardı. Ne kokan kanepe ne de bedavadan ödediğim aidatlar, hiç birisi apartman sakinlerinden güç alan Kapıcı Mahmut Bey’in bana böyle davranması kadar gücüme gitmiyordu.
Her yitik günün ardından yaşam şartlarım giderek ağırlaşıyordu. Mevcut olan kronik rahatsızlıklarım yetmezmiş gibi bir de üzerlerine tam olarak isimleri hatırlayamadığım, yeni bir takım hastalıklar eklenmeye başlamıştı. Hastalıklarla olan mücadelem öyle bir hal almıştı ki, artık doktora gözükmemde fayda etmiyordu. Hastaneye gittiğim her seferinde elimde koca bir torba ilaç ile geri dönüyordum. İlaçları kullanmadan önce prospektüste yazılı olan kullanma talimatlarını değil de, yan etkilerini okuyordum. Prospektüs de yazılı olan tüm yan etkiler, benim hastalıklarımın birer parçasıydı, baş dönmesi, göz kararması, mide bulantısı, tansiyon düşmesi-çıkması, ishal, kabızlık hepsi ama hepsi bende bolca mevcuttu. Artık bende vücut bulmuş bu durumların, kullandığım ilaçların yan etkisi mi? Yoksa yeni bir hastalık belirtisi mi? Olduğunu ayırt edemez olmuştum. Öyle ki gün içerisinde bedavadan az pahalıya çalıştığım işimi yapamayacak kadar başım dönerse, ya da gözüm kararırsa az biraz mola verirdim. Mola esnasında bir dilim ekmek tüketmem, hafif toparlamam için kâfi geliyordu. Bir bilim dergisinde okumuştum. Başı ağrıyan bir grup deneğe herkesin bildiği ve son derece etkili olan bir ağrıkesiciyi, içindeki etki maddesini boşaltarak içiriyorlar ve on dakika sonra denekler gerçek ağrıkesici içmiş gibi iyileşiyorlardı. Sanırım doktorun bana yazdığı ilaçlarda bu tür ilaçlardandı. Artık buna inanmaya başlamıştım. Etrafımda aynı ilacı kullanmış olan kimseler pek faydasını görmediklerini söylüyorlardı. Aynı ilaçlar benim mentel olarak acı eşiğimi, dayanma gücümü bir şekilde arttırıyordu. Bünyemdeki kuvvetli tesiri nedeniyle rengi atmış ceketimin cebinde sürekli olarak bu placebo etkisi yapan, bulantı önleyici tabletlerden bulunduruyordum. Ama bazı günler özellikle eşyalarımı yıkamaya verdiğim günlerin ertesinde ilaç tabletlerini evde unuttuğum oluyordu. Böyle günlerde etrafta fazla dolaşmadan direk olarak eve geçiyordum. İlaç tabletlerimin yanımda olduğu, günlük rutinimin dışına çıkmak zorunda kalmadığım günlerde, akşamları işten çıktığımda ucuz yollu esnaf lokantalarına uğruyordum. Ne yağı ile ya da nasıl yapıldığını bilmek istemediğim çorbaların kokusu da, lezzeti de midemi fena bulandırıyordu. Odamda mutfak olmadığı için mecburdum bu çorbamsı şeyleri tüketmeye. Sabahları ekmek arası domates peynir, çalışma saatlerimde öğlen arası tost, akşamları da mideme sıvı bir şeyler girmiş olması adına, bu ucuz çorbaları tüketiyordum. Birçok akşam eve vardığımda istifra ediyor, ağzımda ki kekremsi tadı gidermek içinse erkenden içmeye başlıyordum. Bir defasında çorbamı içmeden önce kusmamak adına cebimde hep hazır halde bulunan bulantı önleyici tabletlerin içindeki haplardan içmiş ve kusmamıştım. Aradan bir iki saat geçtiğinde ise artık kusmayacağıma kanaat getirerek, sirkeye dönmeye yüz tutmuş şarabımı hızlıca tüketip yatmak istemiştim ki öylede yaptım. Bardağa dahi koymadan, şişeden, fondip yaparak içtim. Ekşimiş şarabı bitirdikten sonra ecnebinin kokan kanepesine söve saya elbiselerimle uzandım. Sabah hastanede gözlerimi açtım. Zehirlenmişim.
Arkadaşlar öykü 10 kısımdan oluşacak tahminen her gün bir bölümü yayınlamayı düşünüyorum. Anlayışıınız için şimdiden teşekkür ediyorum. Eğr öykümü beğenirseniz ve ya eleştirmek isterseniz yorumlarını lütfen esirgemeyin.
YORUMLAR
Hoş bulduk dostum.
Anlayışlı yorumun içinde ayrıca teşekkür ederim. Benim gibi yazarlık macerasına soyunmuş olan kimseler için sanırım ilk yorumlar ağır eleştirel olmadığı takdir de şevk verici bir unsur oluyor. İnsan şevke gelince ilhamı da çağırmış oluyor.
Evet kanepe gibi basit bir unsurun etrafında oldukça dallanıp budaklanacak bir hikaye olacak. Bende birinci tekil anlatım tarzını çalışmış olacağım. Umarım bu yolculuğumda beni yalnız bırakmazsınız sevgili dostlarım... Hepinize iyi geceler diliyorum.
Orkun tarafından 11/10/2019 12:53:17 AM zamanında düzenlenmiştir.