- 340 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Neden donuklar parlaklaşmıyor?
Evrim üzerine düşünürken Coetzee’nin Yavaş Adam’daki şu cümlesini kafamdan çıkaramıyorum: "Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor?" Ne kadar basit. Ne kadar doğru. Aslında ’Termodinamiğin İkinci Yasası’ ile kolayca anlaşılır birşey: Enerji mekana/zamana dağılır. Çok yoğundan az yoğuna doğru hep bir akış vardır. Kainat dengesine koşar. En azından varlığının böyle bir aşka düşürüldüğü bellidir.
Parlayanlar ışıklarını sönünceye kadar dağıtır. Sıcaklar soğuyuncaya kadar ısıtır. Hüsün bile aynı kanunun bir parçasıdır. Güzel güzelliğini paylaşırken yitirir. Solar. Dağılır. Kemal, bu dünyaya neresinden dahil edilirse edilsin, faniliğe gebedir. Gözlerine güneş sığdıran şu kabarcıklar, gün gelip sönmeleriyle, sahip oldukları şeyin sadece birer ’nakilcisi’ veya ’taşıyıcısı’ olduklarını ilan ederler. Güneş bile ışığının ancak taşıyıcısıdır.
Gün gelir dürülüp toplanır. Kur’an öyle buyurur: "Güneş dürülüp toplandığında..." Eteklerinde taşı bitirenler kalkıp giderler. Kalkıp gitmeleriyle sınırlarını ilan ederler. Birşeye sahiplikte/tasarrufta sınırları olan elbette ancak emanetçidir. Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bu tasarrufa zaman bile kayıt koyamaz. Asıl sahiplik zamandan da aşkındır. Asıl sahiplik sonsuzluktadır. Yani ki yaratmaktadır.
Bizi bu mevzuda en çok kandıran sahipliği çoğu zaman mecazen omuzlarımıza almamızdır. Sonra da sıklet-i tekrardan mecaz ile hakikati karıştırmamızdır. Yüzleşelim: Yaratmaktan başka sahiplik yok. Diğer sahiplikler hep emanetçiliktir. Çünkü tasarrufları sınırlıdır. Ebeveynler evlatlarının kaçta kaçına karışırlar? Güzelliğinin kaçta kaçı tastamam tasarrufundadır? Sağlığının kaçta kaçını tereddütsüz elinde tutabilirsin? Gençliğinin kaçta kaçı sana ’elveda’ demez? Arkadaşım, dikkat et, hepsinde akıp giden bir nehrin kenarında oturur gibiyiz. Sahip değil şahit gibiyiz. Çünkü yaratıcısı biz değiliz. Yaratamadığımızdan gitmelerini de durduramıyoruz. Yalnızca seyrediyoruz.
Detaylarının çoğundan haberdar bile olmuyoruz. Düzenlerini bilmiyoruz. Sağlık için düşünelim mesela. Sağlığımızın sorunsuz bir şekilde devam etmesi için bedenimizde (daha ruha gelmedik) hiç aksamadan devam etmesi gereken, hem de her an devam etmesi gereken, kaç iş var? Kaçının kontrolü irademizde? Kaçının farkındalığı aklımızda? Kaçına dikkatimizin gücü yeter? Kaçına, kaçına, kaçına... Lütfen cevaplardan kaçınma.
İşte, her parlaklık solmaya yatkınken, evrim diyor ki sana: Böyle değil aslında. Nasıl olduğunu bilmesek de soluk cansızlıktan parlak canlılık doğdu, tesadüfen. Sonra o soluk canlılıktan daha parlak canlılıklar meydana geldi, izafeten. Sonra o canlılıklar da daha daha parlamaya başladılar, bilmem neden. En nihayet her yanı ışık saçan insana kadar geldi iş, sebebini söyleyemem. Herşey donuklaşırken biz parlaklaşıyoruz. Fakat yine bir acayiplik var işimizde. Bu parlaklık da solmak için. Gün gelip ölmek için. Canlılar dünyasında hem herşey soluyor hem de parlaklaşıyor. Tesadüfen(!) ikisi de oluyor.
Aynı tenceredeki suyun hem ısındığını hem de soğuduğunu söyleyen bu mantığa bir miktar güldükten sonra gerçek dünyaya dönüyorum. Suyun soğuduğundan eminim. Sıcaklığın varlığı da belli. Fakat bence bu ikisinin varlığını aynı anda görmekle ’suyun hem ısındığını hem soğuduğunu’ zırvalamaya gerek yok. Bence birisi dışarıdan bu tencereye sıcak katıyor. Faniliğimiz üzerimizdeki kemalin silindiğinin en açık delilidir. Eğer evrim teorisini termodinamikle uyumlu bir hale getirmemiz gerekirse şunu söylememiz daha uygun olur: Önce insanlar varoldu. Sonra hayat soğudukça ondan diğer türler meydana geldi. Parlaklığı soldu. Fakat bu defa da arkeolojiye çarpacağız. Söyle ne yapacağız? Hâlâ ’Allah’ demeyelim mi? İnadının kahrını çekelim mi ha?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.