- 1618 Okunma
- 7 Yorum
- 9 Beğeni
NERDEN BİLECEKSİNİZ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sahra ve Gule’ye
“Yirmi yedi Eylül bin dokuz yüz seksen dokuz. Babam beni bir lira için dövdü bugün. Hayatımda ilk defa bayıldım. Ama yine de günüm güzel geçti sevgili Masa Bacağı. Çünkü sonra beni öptü. Omzuma konmuş bir kelebek havalandı
da rüzgarı yanağıma değdi zannettim. Şimdi uyumak istiyorum. Çok ağlayınca uykusu geliyor insanın. Gözlerimi kapayınca hep o güzel şeyi görüyorum. Sokağın kıyısından akan çamurlu suyu. Çamurlu su demek bile dilimde hoş bir tat. Çamurlu su. İki bahar, bir kış…Yazları hiç sevmiyorum bu yüzden. Çamurlu suları kurutuyor güneş. O zaman beni mutlu edebilecek hiçbir şey kalmıyor bu dünyada.
Uykum var…”
“Ağlayarak uyumamalıyız” derdi annem. Cinler gelirmiş rüyalarımıza. Yanaklarımızı yalarlarmış. O yüzden sabahları yüzümüzde tortular olurmuş. Kimi yeşilimsi, kimi sedef kakmalı tortular. Cinin kalbinin güzelliğine göre. Şehla gözlü tuhaf lisanlı varlıklarmış onlar. Dokundukları taşı bile yakarlarmış. Neyi neden yaptıklarını insanoğlu bilemezmiş. Ağlayanları ziyadesiyle severlermiş. Çünkü ağlayanlar güçsüzmüşler. Tanrı insanoğlunu yeryüzüne yerleştirmeye karar verince cinleri büyük denizlere, nehir kenarlarına, ormanlara ve çöllere sürmüş. O gün bugündür cinler insanoğluyla didişir dururmuş. O bunları anlatırken ben bir cinin kırmızı dilini yanaklarımda, gözlerimde, dudaklarımda hayal etmeye çalışırdım. Etekleri fırfırlı, kırmızı bir elbisesi olsun isterdim. Uzun siyah saçlarında kurumuş papatyalar. Sanki bir zamanlar karşıdan karşıya geçmeye çalışan güzel bir kızdı. Sonra üzerinden dev gibi bir tır geçti. Hiç kanı akmadı, hiç ezilmedi. Öylece ölüverdi. Cesedini kimse yerden kaldırmadı. Başındaki çiçeklerle kurudu kaldı böyle. Azrail geldiğinde o bir buluta bakıyordu. O yüzden gözleri hep yukarı bakar vaziyette. Böyle olsun isterdim benim cinim. . Bunun için gözlerimi sıkar, zihnimi zorlardım. Bu beni korkutmazdı. Çünkü zihnimde kötü bir varlığın sureti yoktu henüz. İlerleyen yıllarda, korkacak gibi olduğum zaman, lastik bir topun sekişini hayal etmeye çalışırdım. Yere çarptığında çıkan sesi severdim. Ve topun kokusunu. Top kendi kendine zıplar dururdu. Ardından çocuklar koşmazdı. Ya da bayır bahçelere aşağı yuvarlanmazdı. Ağır ağır, ben sakinleşene kadar zıplardı işte. Ağlamam ya da korkum biterdi bir zaman sonra. Burnumu koluma sildiğimde hepsi geçerdi. Ben üzüldüm, ağladım diye kıyametin kopmadığını görünce ferahlardım. Sonra anneme kinlenirdim. Niye benim annemdi o. Başlarda bu biraz zordu. Yani onun gibi suratı, onun gibi mutfak kokusu, onun gibi yetim bakışı olan bir kadına öfkelenmek kolay değildi. Tam keşke ölse diyeceğim sırada, acıyla çatılmış seyrek kaşları, doğal bir kederle büzülmüş dudakları gelirdi gözümün önüne. Hep ağlayacak gibi dururdu. Keşke ölse diyemezdim. Fakat o beni umursamazdı. Beni neyin güldürüp, neyin üzeceğini dahi bilmezdi.
Altı yaşındaydım. Bütün gün sofanın kırık penceresinin önündeki divanın üzerinde pazardan dönmesini beklemiştim. O gelinceye kadar kuşlar öttü. Rüzgar esti. Dallar çıtırdadı. Gölgeler divanın iri güllü örtüsünde, dantelli yastıklarda oynaştılar. Onları uykulu gözlerle izledim. Bazen korkup başımı bir minderin altına soktum. Yastıkların arkası nenem kokuyordu. O daha yeni ölmüştü ve kokusu henüz hanemizi terk etmemişti. Gözlerimi sıktığımda onun gülen yüzünü görebiliyordum. Bana tereyağlı ekmek uzatıyordu. Çocuğum işte, kolay duruluyorum. Sonra yine kuşlar öttü. Horozlar öttü. Birkaç çıtırtı daha hayata dair… Korku dağıldı.
Herkesin üzerinden geçen zamanın dışında bir vakitteydik sanki. Sadece annemin ve benim yaşadığım bir yıl. Hayalet bir yıl. Yanlarından geçtiğimiz insanlar aslında bizi görmüyordu. Ekmek verdiğimiz kediler bile yoktu aslında. Belki de ayakkabılarımız bile bizim değildi. O ve ben. Yapayalnızdık…Sürgün edilmiş cinler kadar kırgın ve çaresiz.
Akşama doğru eve sapan patikanın ucunda göründüğünde uyumak üzereydim. Nihayet geldi ve daha sırtındaki sepeti yere bırakmadan bana “Bebekçi öldü” dedi. Gözlerim hala üzeri peştemalla örtülü sepetteydi. Annem soluk aldıkça gıcırdayan sepette. Kahverengi ve beyaz fındık çubuklarından örülmüş koca sepette. İçine girsem, dünyanın merkezine kadar inebileceğimi sandığım derinlikteki sepette. Ona inanmadım. Bebekçi nasıl ölebilirdi? Tezgahlar, raflar dolusu mavi gözlü, sarı saçlı bebeği olan bir adam hangi şekilde ölebilirdi ki? Bütün gece bunun için ağladım. Annem bebek için ağladığımı sanıyordu. Oysa ben bebekçiye ağladım. Geldi yanaklarımı sildi. “Ağlayarak uyuma” dedi. “Ben sana oyuncakçıdan başka bir şey alırım.” Var gücümle yerimden fırlayıp “Hayır” diye bağırdım. Daha bebekçinin ölümünü kabullenememişken oyuncakçının ölümünü kaldıramazdım.
Cümlesini kurarken esniyordu. Yani oyuncak almak konusunda ciddi değildi ve benden bir cevap da beklemiyordu aslında. Dolayısıyla neden hayır dediğimi de sormadı. Alnındaki çatkıyı biraz daha sıkıp, uykulu gözlerle süzdü beni. Tarlasında tesadüfen filizlenivermiş isimsiz bir ota bakar gibi. Sonra çekip gitti babamın yanına. Arkasından, eteğinin mor çiçeklerine bakakaldım. Basamaklardaki ayak seslerini bir bir saydım. Gözlerim yaş içinde. Odamda ay ışığı. Yanımdaki sedirin üzerindeki kurutulmuş yufka yığınının kokusu burnumda. Böyle, tuhaf bir geride kalıştı benimkisi.
Üst kattaydı odaları. Biraz gülüştüler. Tahtalar gıcırdadı. Tavana diktim gözlerimi. Bebekçinin mezarında köpekler dolaşıyordu belki de. Karanlıktı ve o üşüyordu. Ama annem bunu umursamıyordu. Bebekçinin kilitli ve karanlık dükkanındaki rafların birinde bir bebek yana devrildi. İçindeki demir pil yerinden oynadı. Ben ağladım. Rüyamda cinler gözyaşlarımı yaladılar. Yüzümde sedef rengi tortular bıraktılar. Bebekçi de çok eski ve sonu belirsiz bir mağarada ağlıyordu. Dizlerini karnına çekmiş, kenardaki iki eliyle mağaranın yumuşak toprağını avuçlaya avuçlaya ağlıyordu.
- Evimizin altında bir çocuk mezarı var o zamanlar. Nenem dedi. Geceleri rüyama giriyor kel başlı çocuk. Alt kattaki sofada rüzgarla birlikte dönüyor. Yerlerdeki kuru yapraklar çılgınca dönüyorlar çocuğun etrafında. Her şey dönüyor. Başım dönüyor. Konfeti yağıyor bizim sofamıza. Altın rengi konfetiler, ışıl ışıl. Sonra onlar da dönüyorlar. Ben hep anne diye ağlayarak uyanıyorum. Uyumadan önce ağlamadığım halde.
Annem uyurken ısırırdı beni. Herkesin çocukları iri laleli perdelerine baka baka, nazlanarak uyanırdı; ben annemin ısırığıyla, anne diye ağlayarak…Evden yola çıkan patikadan babamın öksürüğü gelirdi. Sabahın kendisi bile uyanmamışken daha. Uyanmak, acıyla doğrulmak olurdu. Sonra ısırığına bakıp ağlardı annem. “Anneciğini seviyorsun değil mi? Öyle ise öp bakalım şuradan.” Saçını kulağının arkasına koyardı. Herkeslerin annesinde gelincik rengi yanaklar varken, benim annemin boynu yanakları tekmil gelincik açardı. Öperdim, geçerdi. Isırık ve gelincik tarlası. O zamanlar onu kimin ısırdığını bilmiyordum. Ama onun da acı çektiğini düşündükçe içten içe seviniyordum.-
Bugünlerde çoğunlukla ağlayarak uyuduğumdan mıdır bilmem, rüyalarım,Varanasi’de, Ganj nehrinin kıyılarında geçiyor. Bir odadayım. İçinde, oturduğum sandalyeden başka hiçbir eşya olmayan bir odada, güneşin doğuşunu, tepeye tırmanışını ve batışını izliyorum. Yalnızlığım kıvrandıkça uzayıp giden bir kurt gibi dolanıp duruyor gözbebeklerimde. . Dışı aynalı binalar gibiyim. Ben her şeyi görüyorum ama bana bakan yalnızca kendini görüyor. Yalnızım, yalnızlığıma aşığım. Yanı başımdaki pencerenin güneşten başka hiçbir manzarası yok. O kadar yüksek bir kattayım ki toprağı da göremiyorum. Akşamın ilk karanlığında, yani güneşin kaybolduğu ama ışığını henüz yeryüzünden çekmediği saatlerde, iki elimle boynumu sıkmaya başlıyorum. Zaman hiç şaşmıyor. Son güneş ışığının pencerede kırılması bile hep aynı rüya dakikasında. Bu bir susuzluk çıldırmasıdır. Kimse bilmez. -Yutkunamamak ve nefessizlikle mühürlenen boğazım, aslında eski bir nehir koluymuş. Etrafında insanın yarı beline kadar gelen sazlar ve sazların arasında bin bir çeşit hayvanat varmış. O kadar eski bir suymuş ki bu, Allah ilk yusufçuğu burada yaratmış.-
Tam boğulacağım sırada pencere kendiliğinden açılıyor ve ben hiç şaşırmadan, beklemeden, tereddüt etmeden o pencereden Ganj’a atlıyorum. İnsan bir şey düşünmek ister son kez. Birini hatırlamak. Kırılan hayallerine ağlamak. Keşke böyle olmasaydı diye mırıldanmak ister. Ama yok. Atlıyorum. Atlamanın şiddetiyle dibe vurduğum sıra gözlerim açılıyor. Sarı yapraklar dönüyor etrafımda. Ekim ayında, kavaklarla çevrili bir yolda yürüyormuşum gibi. Güneş saat üç yönünde. Gölgem sağ yanımda upuzun. Sonra yapraklar döne döne dibe çöküp gözden kayboluyorlar. Gözlerim onların suda bıraktığı kabarcıklarda. Aniden Ekim bitiyor. Takvim yaprak yaprak nehrin kirli sularına karışıyor. Bu kaos dindiğinde, yine aynı nehrin içinde kemikten bir balık sürüsünün tam ortasında buluyorum kendimi. Uyluklar, omurlar, dişler dönüyor etrafımda. Bir de turuncu, yeşil kumaş parçaları. Sonra annem çok eskilerden sesleniyor. “Kör olmayasıca, neredesin!” Sesini duyunca korkum dağılıyor. Bulsa beni diyorum içimden. Şimdi elinde bir değnek vardır. Dört yana dalarak beni aramaktadır. Ben ise burnunun dibinde bir yerden gizlice onu seyretmekteyim. Belki bir kapı aralığından ya da duvar yarığından. Gözlerimi kırpıyorum, suya kabarcıklar boşalıyor. Ağlıyorum. Gözlerim hiç yanmıyor. -Neden terk ediyorsunuz beni böyle? Yeryüzü korunaklı değil. Tanrı mağaraları Adem için yaratmış. O da biliyor, yeryüzü korunaklı değil. Beni nasıl terk edersiniz? -
Nehir beni yüze çıkardığında, gebe bir kadın suyun üzerinde oturmuş bana bakıyor oluyor. Kadının başında alaca kargalar. Gözlerinden kulaklarından karga kanadı akıyor. Kanatların suyun kirli rengiyle birleştiği yerde adı konmamış bir renk dalgası var. Göğsü kıpır kıpır kadının. Bedenine doladığı çarşafın altında onlarca baş var. Her biri bir bebek başı büyüklüğünde. Bunlar iri farelerdir. Kadının karnındaki bebeği yemektedirler.
Herşeye rağmen kadın gülümsüyor. Fakat sıradan bir gülümseyiş değildir bu. Çoğunlukla kırık, biraz isyan ve biraz da tevekkül içeren bir gülümseme. Belki bir kırıntı da korku. -Ben bu yüzü aynada çok seyrettim.-
Çamur ağırlığında Ganj’ın suyu. Kulaklarıma dolan ceset suları beni sakinleştiriyor. Kadın, kıyıdaki tapınakları işaret ediyor bana. O yana bakıyorum. Uzun testilere benzeyen binaların içinde ne var bilmiyorum. Gelmiş geçmiş bütün insanlık belki. Ya da şehirler. Hani şu yıkıldığını sandığımız şehirler. Caddeleri ve yapılarıyla bu dünyada gördüğüm hiçbir yere benzemeyen şehirler. Hiç fahişesi, katili, yan kesicisi olmayan sakin şehirler. Belki de o şehirlerde hiç kadın da yoktur. Kadının olmadığı yerde korku da yoktur. Çünkü herkes eşit derecede güçlü, iyi ve kötüdür. Böyle bir manzara işte; toprak evler, meyhaneler, mağazalar…Kil rengi şehirler. Doğum ve ölüm yok. Miskinliğin, sonbahar yaprakları gibi savrulup, duvar diplerine yığıldığı, şarap ve et kokan sokaklardan, aniden ciğere düşen bir ıstırap gibi geçiyor aklım. Göğsüm yanıyor. Annem yine orada. Penyesini dirseklerine kadar sıyırmış çapa yapıyor. Başında çatkısı. Bir dakika başını kaldırıp bana bakıyor. Sonra yeniden dönüyor işine. Nice seyahatten sonra, düşüncelerimi testi binaların dar boğazlarından sıyırıp, yeniden Varanasi’li kadına odaklanıyorum. O artık gülmüyor. Ağzı da büyük bir Afrika savanası; sinekler girip çıkıyor içine. Karnı tamamen tükenmiş. Kuşağı boşlukta dalgalanıyor. Suyun üzeri kara kanla kaplı. Bu onun çocuğundan arta kalan son şeydir. Kulağımda rüzgar. Bir de Bitlis’te Beş Minare. Solist türküden de yorgun. Nazikçe tuttuğu mikrofonu bir kenara bırakıp ak saçlarını alnından geri doğru itiyor. Ağlayasım var, ağlayamıyorum. Solist, türkü bittikten sonra eve gidip yatacak. Ben belki o zaman ağlarım. Ah anam, deyip de ağlarım. Dizlerime vurup da ağlarım. Durup durup ağlarım.
Her şey geçiyor. Her şey…Bacaklarıma dolanan bir kalça kemiğinden kurtulmaya çalışırken uyanıyorum.
Bazı rüyalarda ise kendimi, Ganj’ın kıyılarında yıkanan insanlara karışmış, Ganga’ya tapınırken buluyorum. Gevşek bir Müslüman olarak, aslında tapındığımın kendi tanrım olduğuna kendimi inandırmaya çalışmak öylesine sıkıntı verici ki…
Pislik içindeki beton blokların üzerine uzanıp, Ganj’ın üzerime kustuğu deri parçalarını kurutuyorum. Etraftakilerin tek istediği burada ölmek ve böylece tekrar tekrar geri dönmekten kurtulmak. Bu bana ilk duyduğumda inanılmaz gelmişti. Yani insanın Ganj’ın dışında bir yerde öldüğünde tekrar dünyaya geliyor olması. Sonra o insanın zamanla tekrar tekrar dünya hayatını ve ölüm acısını yaşamaktan bıkıyor olması. Kim yeniden doğmayı istemezdi ki? Yeniden ve belki de dilediği gibi bir hayat yaşamayı…Fakat ölüm acısı bozuyor olmalı büyüyü. Defalarca ölmemek için sayısız yaşam hakkından feragat etmenin öbür adı Ganj. Benim ne istediğim bile belli değil. Yeni bir yaşam mı, ölüm mü?
Bütün rüya boyunca bilmediğim bir dilde konuşuyorum. Kimse ne demek istediğimi anlamıyor. Büyük bir derdimin olduğu belli. Bunu insanlara anlatmaya çalışırken ağlıyorum. Ganj sularını ağzına burnuna çeken ekseri ihtiyar insanlar, beni umursamıyorlar bile. O esrarengiz dilde yalvara yalvara uyanıyorum. İnsanın bilmediği bir dilde yalvarması kadar büyük bir acizlik yok.
***
Uyandık o ve ben. Kalın perdelerle dışarıya gaip odamızın ortasında, iki yarım heykel gibi dikildik. Tatlıcıdan gelen müziği dinledik. Kahrolası dünya zaten yeterince acınasıyken, birileri ciğerlerini yaka yaka şarkı söylemiyor mu? Ölelim cümleten diyorum. Fakat aynı hizada ölelim. Önümüzde ardımızda kimse kalmadan. Kimse kimsenin ölüsüne bakıp ağlamadan. Dolup boşalan, bulutlar da kurtulsun. Sıcağa diye gidip bir daha evine dönemeyen kırlangıçlar kurtulsun. Öleceklerini bile bile doğuran analar o ağır yükten ebedi kurtulsun. Yalınayak çocuklar uyusun da kurtulsun. Belediyenin yıkım izni vermediği ne kadar metruk ev varsa yıkılsın da kurtulsun. Bir gece korkunç bir sarsıntıyla uyanalım. Sokakta sağa sola kaçışırken ayaklarımıza bir şeyler dolansın. Gün aydınlandığında o şeylerin güvercin ölüleri olduğunu görelim. Yer boydan boya yarılsın. O çok sevdiğimiz duvarlarla birlikte yerin dibine geçelim. Biz de kurtulalım. Bu evin muhtevası olan biz. Zaten iki hilkat garibesiyiz. Sıvamızın suyunu yenilememişler, kuruyup çatlamışız. Tanrı bizi bırakıvermiş öylece. Sonra geri dönme gereği bile duymamış. Onca kulu dört dörtlük yaratmıştı. Biz eksik kalsak da olurdu. Birimizde ağız yok, birimizde göz yok.
Kimse konuşmadı. Biraz baktım yüzüne o uyanmadan evvel. Eskiden oturduğum bir apartmana özlemle bakar gibi. O ne kadar heybetli, o ne kadar mağrur. O uyandığında bile güçlü. Oysa benim en çok uyandığımda ağlamam tutar. Utanmasam dizlerime vura vura…Yine bir gecenin ucunu, sabahın topuğuna iğnelemişim. Yine muazzam bir daire çizmişim kendime. Koşacağım, daire dönecek, daire dönecek ben koşacağım. Ama hiçbir yere gitmemiş olacağım.
Tam kapıdan çıkıyorken ona dedim ki “Allah en çok erkeklere nasihat etti kitaplarda. Bizimle ilgili kısımları bile sizin aracılığınızla bildirdi. “Kadınlarınıza deyin ki” dedi. Sen bana ne dedin?”
Bir çeyrek kadar döndü benden yana. Hiçbir şey demeden çıkıp gitti.
Hiçbir şey demeden çıkıp gitti.
***
Saatte seksen kilometre hızla yürürken aniden durdum. Arkamdan gelenler bana çarpmamak için türlü hamleler yaptılar. Ben durdum diye kimse durmadı. Derenin ortasında kalıvermiş eski bir kaya parçasının etrafından dolanan sular gibi akıp gittiler kenarlarımdan. Rüzgarları bedenimin açıkta kalan yerlerine değdi de geçti. İnsan rüzgarı –ki o nasıl şaşkın bir şeydir. Şaşkındır çünkü rüzgarlık için yaratılmamış bir esintidir. Hayatın hızına uyup evrilmiştir ama alışamamıştır sertliğe. -Nasıl şaşkın bir takım şeyler. Niye durduğu yerde durduğunu bilmeyen taş şaşkın. O gökyüzü şaşkın, yol kenarındaki meyve ağacı şaşkın. Beşik Pastanesinin tabelasına tünemiş serçe şaşkın. Kuş önemlidir bu hikayede. Açalım biraz. –Ayağına ip takılmış çöpte eşelerken. Saadet Hanımın fularının ipidir bu. Bir nefret dakikasında, aniden çıkagelen bir çılgınlıkla çöpe tıktı on bunca yıllık hatırayı. Tamam ben seviyorum gözü kara kadınları. Fakat Saadet Hanım ince tabiatlıdır. Komşuya verdiği tabağını özler. Uzun zamandır yazıştığı adam, midyecide randevu verince bozuldu. Midyeci dediğimizde, iki tabure, caddenin kenarında, belediyenin yeşil alan diye ayırdığı yuvarlağın içinde. Kendini orada düşündü Saadet. Manifaturacı Şefik dükkanın önünde oturmuş içerdeki çırağı kolluyor. Elinde çay kupası. Midye tezgahının önünde üç kişi. Ağızları yağ içinde. Parmakları da. Midyeci ağzı bozuk şeyler anlatıyor müdavimlerine. Gülüyorlar, yağ sızıyor çenelerinden. Sağda solda lekeli peçeteler. Bir yoluk köpek pusuda bir çiğnem midye için. Talibi, kaba ellerini Saadet Hanımın narin omuzlarına yıkıyor ve “Hadi gel midye ısmarlayayım sana” diyor. Ismarlamak nedir, diye geçiyor içinden. Bir kadına yemek ısmarlanır mı? Aç doyurur gibi. Saadet kusacak gibi oluyor. Ne midesiz ne kaba bir adamdı şu talibi. Gitti aynaya baktı. Ağladı, ağladı.-
***
Tutunmak isteyen ben değilim. Parmaklarımı bedenimden ayrı tutup, onlara birer serdengeçti vazifesi veren de sensin. Beni dinlemiyorlar. Ben kendi sarayımın devrik hükümdarı. İçimden güçlü bir ses “Kes o lanet olası parmaklarını” diyor. Kıyamıyorum. Korktuğumdan değil, daha kaşıklayacak çok sütlacım vardır belki diye. Dibe düşmek korkusu mu, asla. Dipte ne var, bir kaya daha mı? Parçalanacak mıyım düşersem? İnan bana düşmek tutunmaya çalışmaktan daha korkunç değil. Bana bunu yapma.
Bilmek istiyorum; herkesin kafası benimki gibi midir? Eğer değilse, buna çok içerleyeceğim. Ne düşünüyorlar yürürken. Ya da denize, ya da gökyüzüne bakarken? Gemileri bekleyenlere ne getirmeli gemiler? Trenler, otobüsler ne getirse sevinir bu insanlar? Annem derdi ki “Kapıyı kapattığında içeride kalanlar ailendir.” Yalan mı söyledi. Kim bunca dışarıda gezenler?
Ölmekten korkmamaktan korkuyorum. Artık, bir sedir ağacının dibinde uzanmanın ne büyük lütuf olduğunu düşünmekten . Çamur kokulu toprağa uzanıp o büyülü kokuyu ciğerlerime çekmek arzusundan. Çamurlu bir toprak ve ıslak yapraklar bir şair için ne ise benim gibi ölüme sevdalılar için de o. Fakat kabil uykular annemin memesinin ucunda kaldı sanıyorum. Siyah bir torbaya, asgari bir şekilde toparlanıp gömülmek de var şimdi. Başınla ayağın aynı yerde. Eğilip bükülmeden topuğuna bakıyor gözlerin. -
“Hanım, hanım! Ezileceksin şimdi bak!”
Bir adam çantamı sıyırıp geçiyor. Paltosunun etekleri rüzgara kollarını açmış. Uzun saçlarının ardından salınışı, çaresiz bir kadının adımlarına benziyor. Sanki mecbur tutulduğu bir yere gidiyor gibi. Onu tanıyorum. Hapisten afla çıktı. Kız kardeşi olmaz birine kaçmıştı. Aylar sonra çağırdılar damadı ve kızı. Terminalde karşılamış onları bu. Hemen eve gitmemişler. Yemişler içmişler, lunaparka bile uğramışlar. Dönme dolaba binmişler. Birlikte, ayaklarının altında kalan şehrin ışıklarını seyretmişler. Minareleri saymış damat. En tepeye çıktıklarında kız sarılıp öpmüş abisini. Rengarenk ışıklı fenerlerin altından geçmişler. Çiçekli tarhların kıyıcığında sigara içmişler. En son salıncağa binmiş kız. Beresi uçmuş öte bir yere. Bu koşmuş yakalamış bereyi. Üzerine yapışan yaprak parçacıklarını silkelemiş. Kız kardeşinin dağılan saçlarını düzeltip, bereyi başına takmış. İlk defa o zaman bakmış gözlerinin içine. Bir yumru gelip tıkamış boğazını. Gazinoda bir solist “Ver benim sazı efendim, ben gider oldum” demiş alkollü bir acıyla. Bu, şarkıyı duyunca biraz sendelemiş. Sonra kalbindeki demir çivi sızlamış. Nefreti kabarmış. Yutkunmuş iki kere, naifliği geçmiş. Kız, abisinin gözlerindeki karanlık mağarayı görmüş aslında. Gülesi kaçmış. Fakat bozmamış tebessümünü. Biraz umutsuzluğa kapılsa, o mağaranın içinde uyuyan binlerce yarasanın korkunç çığlıklarla dışarı döküleceğini ve kendisini paramparça edeceklerini biliyormuş.
Eve yollanmışlar. Caddeler geçmişler. Köprüler, levhalar, dar ve geniş şeritler. Derken son ışıklarda durdurmuş arabayı. Karşıdan karşıya geçen üç adama bakmışlar sessizce. Müstakbel katil, tam zamanı diye düşünüyordu ki, adamların ardından bir anne kedi yolun ortasında belirivermiş.. Bükmüş boynunu, dikmiş gözlerini gözlerine. “Bok yesin bu vicdan” diye söylenmiş içinden. Kornaya basmış. Kedi yerinden sıçramış. Kaçmış girmiş yol kenarındaki eski bir arabanın altına. Karanlıkta sadece gözleri kalmış. Küçükken, geceleri herkes uyuduğunda kız kardeşiyle gizlice televizyonu açar, korkunç cinayetlerin anlatıldığı bir reality şovu izlermişler. Katil silahı kurbanına doğrulttuğunda yahut arkasına gizlediği korkunç bıçağı havaya kaldırdığında, bizimki kız kardeşinin gözlerini kapatırmış. Dikiz aynasından bir kere daha kıza bakmış. Uykulu gözlerle dışarıyı süzüyormuş kız. Ha uyudu, ha uyuyacak. Beklese miydi de, uykusunda mı şey yapsaydı acaba? Hayır. Aniden çıkarmış silahı belinden. Önce damadın kafasına sıkmış, sonra kardeşinin. O üç adam silah sesiyle mıhlanmış oldukları yere. Elektrik direğine tünemiş bir kuş ürküp uçmuş. Arabanın altındaki gebe kedinin doğum sancıları tutmuş.
Hala sıcaktı oturdukları tarh kıyısı. İzmaritler sönmemişti. Bir tur dahi atmamıştı dönme dolap. Kızın lavanta kokusu hala salıncak boşluğundaydı. Damat öldü. Kız ölemedi. Tarh soğudu, izmaritler söndü. Solist son nağmeyi kıvırdı ağzında: süremedim lavantayı, konsola koydum.
“Bu da sana kader olsun” diye söylendim adamın arkasından. Beni duymadı ama duyacak birgün. Kayboldu gitti sokağın daralan ucunda. İnsanlar üzerini örttüler. Bir zaman sonra taşlaştı adamın üzerini örten bedenler. Allah yapımı bir duvar gibi. Orası çıkmaz sokak oldu. Ey hikmetinden sual olunmaz gökyüzü, bunu niye yapıyorsun bize?
***
Kandıra sessizdir. Sarıdır. Uzun çayırlı otlakları ve perili ahşap evleri vardır. Yıkılmamak için her gece zamana bir şeyini veren o evler, hüzünlü ve güzel dul kadınlara benzerler. Sarmaşıklar bir cenahtan aşağı akarken, pencerelerde son tül parçaları titrer. Kırma taşlarla sarılı vücutları içten çürük, dıştan cengaver. Küçük şömineli odalarında olmaz bir aşkın mektupları yanar her gece. Her gece kırık merdivenlerinden “bu son” diye iner eski hanımlar. Son kez öpecekler bir adamı bıyıklarından. Sonra çekip gidecekler. Artık öpüşmenin olmadığı bir zamana. Son garip bir şeydir. Bitmeyecek bir şeydir. Sonu gelmez bir şeydir. Bilmiyorlar.
“Mustafa” diyorum. “Sanki hep aynı yerden geçiyoruz.” Elindeki kağıda bakıyor. “Hayır, hiçbir yerden ikinci kere geçmedik.” Oysa ben yemin bile edebilirim, bu göl kenarından daha önce de geçtik. Kandıra sapağından sonrasını hatırlamıyorum. Yalnız arabaya sürtünen dalların hışırtısı var kulaklarımda. Yağmurlu bir ikindi üzeri. Ve ben çok yorgunum. Başımı boynuma demirleyen ipler gıcırdıyor. Bir baş ki; ne öne düşüyor, ne geriye. Dik de durmuyor. Bir rüzgar dönüyor suratımın etrafında. Birinin duası bu, dolam dolam. Nemli bir nefes. İyi mi geliyor, kötü mü bilmiyorum. Çoğu zaman gerçekte kim olduğumu düşünüyorum. Çoğu zaman gerçekte kim olduğumu bulamıyorum. O vakitlerde dünyanın bütün kıpırtılarına, renklerine ve seslerine kapanıyor ruhum. Bir şeyi bekliyormuş gibiyim. Ne olduğunu dahi bilmediğim bir şeyi özlemle bekliyorum. Sanki o şey var olduğunda üzerimdeki bütün ağırlık buhar olup uçacak. Fakat aynı zamanda umutsuzum da. Bir ölüyü bekliyorum belki de. Hiç gelmeyecek bir ölüyü.
Gözlerim kapanmıştır. Ağlamak sonrası huzuru sanki. Hani o vakit uykusu gelir ya insanın. Hani kulakta bir çınlama. Bir divanın altındasın. Paslı yaylarda çeviriyorsun gözlerini. Girdap döne döne uykuna giriyor. Divanın eteklerinden sızan o çok sevgili güneş, bir anne kadar müşfik. Dışarıda, can eriğinde öten o serçe, belki sülalemin bütün çocuklarını seyretti.
Uyanıp başımı sola çevirdiğimde gördüğüm şey bu ışıyan suydu, biliyorum. İki metre kadar yukarısındaki düzlükte durmuştuk. Sağ tarafımızda yeşil boyalı bir kapı vardı. Arabadan indim. Mustafa, haritaları kontrol ediyordu ve küfrediyordu içinden biliyorum. -Ben hiç aldırmadım etrafımdakilere. Kendime daima bir düzlük buldum. Çok sevildiğim, ya da incitildiğim bütün zamanlarda, Allah bana müstakil bir düzlük gönderdi. Daima. Ben Allah diyorum ama belki de babamdı o. Birgün yemin etmişti “Nerede yorulursan oraya otağ kuracağım” diye.
Başını camdan uzatıyor Mustafa.
“Burada bir taksici öldürülmüş üç gün önce, duymuş muydun?” diyor.
Duymuştum. Adamcağızı burada kesip, pantolonunu ve deri montunu elli kilometre uzaklıktaki bir roman mahallesine atmışlar. Torpidodaki para olduğu gibi duruyormuş. Yan koltuğun kıyıcığında toparlak bir kız çocuğu fotoğrafı. Boğuşmuşlar belli ki. Tespih taneleri her yerde. Katil veya katiller bunu nasıl planladılar bilmiyorum. Vallahi insanlar çok hızlı düşünüyorlar artık. Günler çok hızlı geçiyor ve insanlar çok hızlı düşünüyor. Her şey çok hızlı.
Kapının kıyıcığında bir teneke, içinde düğün çiçekleri. Pembe güller, gülhatmiler filan. Hiç sevmiyorum böyle katmerli şeyleri, üst üste binmiş şeyleri. Bana içimi hatırlatıyorlar. Yalnız içim çiçekler kadar renkli değildir. Ve içimde kuşlar uçmaz. Ya da kelebekler, balonlar filan…
Kapının diğer kıyısında ihtiyarlamış bir sardunya öbeği. Belki boyum kadarlar. Kendi haline bırakılmışlığın acınası güzelliği bu. Bir şeye doyasıya sahip olmak, çok şeyin yoksunluğunda. Bu daima her şeyden az az nasiplenmekten daha yeğdir.
Kapı kolundaki elim yanıyor. Ateş yakması gibi de değil. Tuhaf bir sıcaklık işte. Canımı yakmıyor.
“Hey, adreste yirmi dört numara diyor. Sen on bir numaradasın.”
On bir numara boş. Görmüyor muyum? Penceresinde “satlık” yazıyor. Hem ben “Hey” değilim. Kahrolası bir ismim var.
Yağmur Kandıra’lıdır. Buranın yerlisidir. Sarı, sessiz, yalnız. Kırık çatılarından destursuz sızdığı evler gibi. Ve şu kapı dibindeki sardunyalar gibi, bir şeyden tıka basa doymuş, çok şeyden mahrum kalmış. Ellerimi göğe açıyorum. Aklımdan taksicinin teybinde çalan son şarkı geçiyor: Sevgi nedir bilmedim, darıldım sevenlere…Avuçlarımda yağmur, saçlarımda, kirpiklerimde. Mustafa ters ters bakıyor bana biliyorum. Ama seviyorum yağmuru. Kandıra’yı ve bütün terkedilmiş şeyleri. Annem beni böyle görse, kolumdan tuttuğu gibi Hafız Amcaya götürürdü yine. Allah’tan korkmadığı kadar korkuyor delirmemden.
Adresi bulamadık bugün. Bu çok nadir olan bir şeydir fakat ben her zamanki gibi olana değil olacağa odaklanıyorum. Bir şey olmadıysa bunda bir hikmet var. Demek ki daha mühim bir şey olacak. Bu beni korkutmuyor mu? Hem de nasıl. Bu belirsizlik, bu aciziyet, bu yalnızlık…Her an tepene bir bela isabet edebilir ama sen bunu bilmeden şarkını söylüyorsundur. İçindeki ses her zaman kötü bir akıbete hazırlıklı olmanı söylese de, başka ve daha güçlü bir ses, yaşamın devamı için o kötü sesi bastırıyor. Böyle zamanlarda iyi ki Tanrı var, diyorsun. Çünkü sığınacak başka hiç kimse yok.
Dönüyoruz şehrimize. Orada bizi kimse beklemiyor. Orda bizi seven yok. Tebessümlerinin kenarında etiket asılı kadınlar ve saatin beş olmasını bekleyen adamlar var. Biz de onları sevmiyoruz değil mi Mustafa? Mustafa taksici kadar suskun bugün.
***
“Açılın, ben ilk yardımcıyım. İşte belgem. Herkes geri çekilsin.”
Tabiî ki kimse geri çekilmiyor. Kafalar birbiri üstünde. Birkaç ihtiyarın ikiye katlanmasına ramak var. Eli poşetli teyzeler de buradalar. Akşam Melahat’a anlatacak konu çıktı onlara. Bugünlerde televizyonlarda pek bir şey yok. Şayibe de taşınalı nice oldu. Zavallı kadın bir gecede topladı göçünü. Kocası hapse girince ileri geri laf etmişler hakkında. Ağlaya ağlaya çıkmış çul çaputunu bağlattığı kamyonetin arkasına. İki oğlunu almış kolunun altına. Perde arkasından seyredenlere bakmış şöyle bir. Geçmiş gitmiş.
Ne demişti o güzel kadın? Meltem’di adı. Belediyenin ilkyardım eğitmeni. “Önce kendi güvenliğiniz, sonra etrafın güvenliği.” Kaldırımdayız. Bir yanda akan cadde. Bir yanda Paşa Palas. Daha ötelerde balkonunda çamaşır asılı evler var. –Balkonlarda asılı çamaşırlar bana daima huzur vermiştir. Bir yerlerde hayatın normal akışında ilerlediğini görmek, beni korkularımdan biraz olsun sıyırıyor.- Çamaşırlar tamam, işimize dönüyoruz.
Kaldırımın orta yerindeki tarihi çınar hiç umursamıyor bizi. Kızıl yaprakları birbirinin ardı sıra dökülüyor üzerimize. Ötedeki bankta bir şair var sanki. Her şair gibi yağmuru görünce sokağa atmıştır kendini. Onun da içinde bir türlü sönmeyen bir alev vardır. Belki yağmur bir parça nefes olacaktır. Ya da hiçbiri değildir. Sadece oradan geçiyordur. Yapraklar, ıslak. Kaldırım kaygan. Biraz bulut gökyüzünde. Biraz müzik gelip geçen taksilerde. – Maktül taksici ne dinlemişti en son? “Bir zalim elinden yara mı aldın.” Mustafa, söylesene; sence en son bunu mu dinlemişti. O saatlerde çalarlar böyle meyhane türkülerini. Mustafa, inan bana bizi ağlatmayı seviyorlar. Yarayı anında bulan kaplıca balıkları gibi bu şarkılar. Ya da ağrıyan yeri işte. Uyuşturucu tüccarları bunlar kadar zalim değillerdir. Söylesene; radyocular ne istediler gecenin o saatinde adamcağızdan? Sana bir şey diyeyim mi? Büyük ihtimal taksici türküye eşlik ediyordu ve kaşları kederle büzülmüşken yakaladı onu ölüm. Mustafa buna çok üzülmeliyiz.-
Ambulans çağırıyorduk sonra. Ambulans gelene kadar… “Napıyorduk Mustafa, eğitimde sen de vardın. Meltem’in gözlerine gözlerine bakıyordun.”
“Bilinç kontrolü.”
“Tamam, çekil şimdi kenara. Hey, bayan! Hayır, adın ne bayan? Hey, diye seslendim bağışla. Hepsi Mustafa gibiler yüzünden tatlım. Bizi kendilerine benzetmek için kendi hayatlarından bile vazgeçiyorlar. Ben sana “hey” diye seslenmezdim. ”
Elim kadının başının altında. Parmaklarımda sıcak, kaygan bir his. “Adını bilseydim keşke.” Kadın suskun. Kadınlar ne güzeldir suskunken değil mi Mustafa? En çok böyle seversiniz. Biçimli dudaklar yalnız öpmek için pozisyonunu terk etmeli. Şarkı söylemek için bir de. Evet. Zaten yaratıldığında kadının ağzı yoktu. Sonra Allah erkeği budadığı baltayı vurdu suratının orta yerine. Kırmızı dudaklar bu yüzden. Baltayı erkek söktü yerinden. Cennetten de bu yüzden atılmış olabiliriz. Şu an bilmiyorum.
Bir yaprak da kadının sol kolunun üzerine düşüyor. Kırmızı hırkası sırılsıklam. Şair çıldırmışçasına sıralıyor dizeleri. Bulut başka bir buluta ekleşti. Kalabalık sabun köpükleri gibi şişip şişip patlıyor. Terliğinin teki nerede bunun?
“Bilinç yok, solunum yok, nabız yok.”
“Ağzını kontrol et?”
“Neden, bir şey gizlediğinden mi şüpheleniyoruz Mustafa? Balıklar nasıl yavrular biliyor musun? Yumurtalarını ağızlarında biriktirirler. Yemezler, içmezler. Konuşmazlar. Kadınlar da böyledir. Ağız boşluklarında çok şey gizlidir. Hayat gizlidir. Karanlık gizlidir, bir el feneri gizlidir. Kontrol kalemi, ilk yardım çantası. Hayır dua, lanet olası şeyler vesaire.”
“Sen ABC’ye bak. Bırak şimdi saçmalamayı.”
Bir insanın yaşam bulgularını elle tespit etmeye çalışıyoruz. Çok garip değil mi? İşte bu kadar basit bir sistem insan. Durumu karmaşıklaştırdığımız nokta içeride. İç. Ne derin bir kelime. İçim acıdı, içim yandı, içim sızladı…Allah bütün içlerin belasını versin! Benim içim acırken, birisi çekirdek çitleyip maç izliyordu bir yerde. Çekirdeğin içi, benim içimi kırk bin kere öptü de geçti. Sonra ben buna da aldırmadım. Ne de olsa benim içim çamaşır ipi gibiydi. Çul çaputun mütemadiyen çırpındığı, direndiği, nihayet hepsi kuruduğunda yenilerinin serildiği. Hatta evden eve çekilen, o mekanizmalı çamaşır iplerinden. Neden böyle şeyler yapıyorsunuz Mustafa? Bak, kadın ve erkek asla dip dibe olmamalı evde. Mecbur kalmadıkça hatta, görmemeliler birbirlerini. Hafif konuşmalar geçmemeli aralarında. O zaman kadın kahve getirdiğinde, adam odaya köylüsü girmiş gibi değil, bir sultan girmiş gibi hisseder. Yine de kadın çok durmamalı odada. Kahveyi nazikçe bırakmalı bir kenara ve gülümseyerek çıkmalı adamın hayatından. Fakat sen napıyorsun mesela. Faturaları sallıyorsun karının yüzüne yüzüne. Her sabah doğalgaz sayacını muayene ediyorsun evden çıkarken. Eve döndüğünde benimle nasıl kavga ettiğini, benim ne aksi, ne lanet bir insan olduğumu anlatıyorsun karına. Arabanın nasıl su kaynatıp yolda kaldığını, öğle yemeğinde yediğin tavuk dürümü…O bunları duymayı ya da görmeyi çok mu seviyor sanıyorsun? Sen iş ortağını lanetlerken kadın pencereden dışarı bakıyor. İnci Küpeli Kız gibi hüzünlü. Elleri göbeğinin üzerinde anlamsızca kenetli. Oysa eller tutulmak içindir. Lanet olasıca, hiçbir şey bildiğiniz yok! Güneş kadının sağından doğar, solundan batar. Karanlığın ve aydınlığın ortasıdır kadınlar. Siz nereden bileceksiniz? Gündüz yer, gece uyursunuz. Oysa kadınlar düşünür, düşünür, düşünür…
Kalabalığa dönüyorum.
“Hey!”
Onlara ‘hey’ diye seslenebilirim. Çünkü kalabalıkların adı olmaz.
“Biri bana bu kadına ne olduğunu söyleyebilir mi?”
Zayıf, kısa boylu bir seyirci sıyrılıyor kalabalıktan. “Atladı” diyor. “Aha şu beşinci kattan.” Hepimiz aynı anda beşinci kata bakıyoruz. Sanki o yana çok hızlı dönersek, kadının atlamadan evvelki halini yakalayabileceğiz. Onu kolundan kavrayıp kaderini değiştirebileceğiz. Şair de beşinci kata bakıyor. Bir dize girecek şimdi: “Beş dakika sonra pıhtılaşacak bir damla kan gibi, mutsuzca damarlarımdan geçiyorsun. Öyle yapma.”
Kadının başının altındaki elimi usulca geri çekiyorum. Ben bu yaralıya müdahale etme hakkına sahip değilim. Onu kurtarmak benim işim değil. Ben tesadüfen oradan geçen acemi bir ilk yardımcıyım sadece. Biri gömleğini değiştirmeye karar vermişse, artık onun tek muhatabı Allah’tır. Beşinci kattan atlayan kadın çok samimidir. Blöf yapmıyordur. Onunla kuvvetli biri ilgilenmelidir artık.
***
O gece rüyamda on bir numaranın önündeydim . O ev artık benimdi. Merdivenleri çıkan, inen kadın bendim. Kapıya her uzanan ele umutla elimi uzatan bendim. Her vazgeçişte, üst kattaki şömineli odaya gidip gizli mektupları yakan bendim. Kapıda bekleyen suretime bakıp şaştım. Sonra karanlık çöktü ve ben aşağıdaki gölete indim. Kendimi karanlık sulara bıraktım. Saçlarım suya dağıldı yavaşça. Saçlarım hür. Bedenim hür. Bir su çiçeği gibi. Annem başka bir yerde ağlıyordu. O kadar içli ağlıyordu ki “Getirin burada ağlasın” dedim. Yanıma bırakmadılar hiçbir şeyi. İndiler gökten yere. Temizlen dediler, burası Kevser.
Bu saygıdeğer su kimleri temizlemedi ki. Kimlerin gözlerinden yıkamadı dünyanın acısını, telaşını. Kolay oldu. Her şey bir anda bitti. Kurşun yemiş bir çocuktan daha çok çırpınmadım. İnsan işte. Gidiyor böyle.
Aynur ENGİNDENİZ
YORUMLAR
Normalde 'kadın ruhunun' duygulanımlarıyla yazılan metinlerde boğulup kalıyorum. Gereksiz bir romantizm ya da absürt bir sertlik kendisini var ediyor. Ancak senin 'kadına, onun ruhuna, yaşadıkları ve yaşantısına ait' metne döktüklerin öyle olmuyor.
Yarayı anında bulan balıklar gibi, belki de derinlere atılan, pek anlatılmayan, anlatılamayan sorunlar beni kendine çekiyor. Bilmiyorum ama seni görmek yine, okumak gerçekten hoş geldi.
Bazı geceler kafam esti mi karanlığın içinde kaybolmak adına bulunduğun şehrin sınırlarına girip, bir dolanıp iyicene, geri dönüyorum. Şehirler bence insanın kalemine etki ediyor. İnsan Yalnızca yaşadıklarıyla bir bütün değildir. Bulunduğun şehrin değişik bir havası olduğuna inanıyorum. Hem doğal, karakteristik haliyle hem de insanlarıyla. Sana bu 'her ne yaşamış ve acısını tatmış, hazmetmiş' olsan bile şehirle de etkili olduğunu düşünüyorum.
Her neyse. Tekrar tekrar okunası yerleri var. Okuyan, yazan için ilham verici. Metinlerin, öykülerin iyileştirici tarafı vardır. Umarım senin zihnine, bedenine de sağlık olur.
HakkınSesi tarafından 11/3/2019 7:26:02 PM zamanında düzenlenmiştir.
senden bildiri geldiğinde içim içime sığmadı 'sonunda Aynur geldi konuştu', 'burdan ben geçtim, ben de varım' diyerek taşları yerinden söken ağır yaralı sözcükler gibi ağır yüklü bi tır üstümden kaç km hızla ezip geçti beni bilmem...virginia gibi bazı kadınlar taşları cebine doldurup intihara gitmektense, boğazına dizip onlarla yaşamayı daha bir sever...o taşın orda oluşu, nefesini soluksuz bırakışı ölü sessizliğinde tek arkadaşın , yalnızlığına yegane yoldaştır çünkü...kimse görmez, kimse anlamaz senin hayatının geri kalan ömrünü bir taşla ve yontularıyla geçirdiğini..."boşa gitmiş bir yaşam için bir cenaze söylevi" dir içinde üst üste yığdıkların...
hissediyorum şimdi sana söyleyeceklerim, senden hiç farklı olmayacak...ya da sana uzak...olsa olsa benim duygularım en çok körelmiş bir beyinden zihinsel boşluğa atlayan yedek parçalardır...yine kendini günün sonunda toplayan ve ölgün günlere savaşcı gibi hazırlayan...kadının bu devinimi neden ve neden bu kısır döngü inan ki bilmiyorum ama düşünmeyi sürdürüyorum ve hayatı sorgulamayı...işte bunlardan birinden, beni zoraki ayakta tutanlardan vazgeçersem hayat sırandanlaşır...yavanlaşır...anlamsızlaşır...halbu ki biliyorum bunların hepsinden de var yine hayatın içinde ...
bir yanım teslimkãr, vurdumduymaz, korkusuz...bir yanımda hãlã aklımı kemiren deli sorular...henüz duymak istediklerimi duymadan, istediğimi elde etmeden, belki de istediğim gibi de hiç olmayacak ama inadına içselliğe ve mantığa yatkın bir şeyler arıyorum...bir şeyler illa ki vardır...küçük bi ışık, bi umut...'bunun için yaşandı bunlar' , sen peşine ver kovala diye...ara bul diye...'kurban' belki bunun için indi...işte o zaman anlarım belki hayatın bütün bu saçmalıklarını...
duvardaki delik gitgide büyüdü Aynur'um...kurbanlarını o devasa çukura gömdü...arada bi -kutsal sayılan günlerde- gidip günah çıkarıyorum orda...boğazımda kılçıklı kanayan sözcükler...dikenini yine kendine batıran en çok...sonra günler böyle süregelen alışkanlıkla geçiyor...ellerini toprağa gömüyor kadın... unutuyor kalbini oracıkta...o derin kör kuyuda...derimin altından oyup çıkardıklarımın çapraz ateşindeyim...ne onların üstüme yağdırdıkları kurşun bitiyor, ne ben ölüyorum..."kemiğe işlemiş değişikliğe" hayretle bakıyorum sonra...bu kadını ben tanımıyorum...
toprak suya küsüyor...uyanıyor her sabah gücenik ve kırılgan...gelincik olmak istiyor o an...kan kırmızısı bir gelincik tarlasında...sabırlı bir inilti, bir sığınak arıyorum kendime...herkesten uzak...rahat ağlayabileceğim, haykırabileceğim bir çığlık, bir yakarış belki...üzerimizde hiç söz hakkı olmayanlar bir sözcük bulup önümüze koydular: 'siz hãlã ölmediniz mi?'...bütün gözlerde bu sorgu ifadesi var sanki...bilmedikleri bir şey var oysa..."resmî olarak savaştayız" hãlã...toplum dışı ve sürgün...ama çürüyüp humusa dönüşmedik henüz...
Allah'ın cezası aptal hormonlar! "sırtımı keseleyen bir hiç var!" ve onu almadan hiçbir yere gitmeyeceğim!...sahip olduğum yığınla, altında göçük kaldığım bu enkazla birlikte...
....
derince bir mezar kazmışsın gülüm...'gel beraber içinde uyuyalım' diyorsun...öyle güzel bi mezar ki... anaç kucağında beşik gibi sallıyor, ninni söylüyor adeta...iki ucu biraraya denk gelmeyen, kulakları sağır eden ağıtlarla beraber...hayır demek ne mümkün...bütün bu zımbırtılara...bu döngüsel yaşama...bütün bu zorunluluklara...sadaka dilenen bu uyuşuk günlere...hazımsızlık çeken bütün gerici kuramlara sırtını dönen kuru ve kavruk tenler...gelin birleşin...burda ince dokunmuş bir fikir var...ve bu taştan ve de dökme omurgasız kemikler bu cömert topraklara ağır gelebilir..."kafeste bir öfke" gibi düşünün...sizin bu kabile ahlãkınıza ve anlayışınıza ters gelse de, boşuna israf gibi dursa da, kadının doğal dürtüleri bunlar..."bizde sizde eksik olan bir şey yok yani...o yüzden ellerimiz boş geliyoruz!"...varın kılıçlar kuşanın! kümülüs bulutları gibi toplanın...yağın üstümüze ne çıkar?...ölüler gömüldü çoktan ahh ne fayda!...
sayfalar dolusu seninle konuşabilir ya da susabilirim gülüm...Ursula'nın sevdiğim bir sözü var: "insanları bir araya getiren acıdır."
gitme gülüm... gitme!
seni seviyorum çok...selam olsun o güzel yüreğine...
Gule tarafından 11/3/2019 7:13:18 PM zamanında düzenlenmiştir.
Gule tarafından 11/3/2019 7:19:26 PM zamanında düzenlenmiştir.
bu yazıya nasıl geç kalırım. pazar günleri kendimce gevelediklerim ama hiçbir zaman tam olarak ifade edemediğim katmerli hisler bunlar. Gule' nin duvarında ararım ya da dilini bile anlamadığım türkülerde. uzun zamandır kimse dillendirememişti, zaten bunu ummayı bırakmıştım. eski bir şarkıyı hatırlamak gibiydi, defalarca okuyacağım. çok çok sevgiler.