- 703 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
565 – KAHVECİ GÜZELİ
Onur BİLGE
“Kahveci Güzeli,
Bu sabah çok erken kalktım. İkindi oluvermiş. Bu zamana kadar deli gibi çalıştım. Epey bir mal yaptım. Mis gibi bir kahve pişirdim kendime. Açtım Kıbrıs Radyosunu, çıktım evin önüne, attım sandalyemi gölgeye, aldım elime fincanı, başladım höpürdetmeye. İlk yudumda İstanbul’da oluverdim. Eminönü’nde Kurukahveci Mehmet Efendi’den aldığım çifte kavrulmuş kahvenin tadını hissettim damağımda. Her şeyin bambaşka bir tadı vardı. Öyle ya, çiçeği burnunda bir delikanlıydım o zamanlar. Hayat bundan pek farklı olmasa da dünya tozpembeydi. Kalp aynı kalp, duygusal şair kalbi, yine böyle gümbür gümbür! Ne günlerdi be!
Hiç bitmez sanılan koca bir yaşam yatıyordu önümde. Bu yaşlara geleceğim hiç gelmezdi aklıma. Sanki hep genç kalacaktım!
Çocukluğumda oturma odamızın duvarına çakılı bir halı vardı. Adı Kahveci Güzeli… O kadar bakmışım ki en ince teferruatına kadar beynime nakşolunmuş. Bir şadırvanın önündeki divanda oturan üç saraylı… Muhtemelen cariye… Solda kahve dolduran bir harem ağası, sağda yüzü peçeli diğeri ve önde yerde oturup fal bakan bir kadın… İlkinin sağ omzundan kaymış giysisi, elinde yelpazesi… Ortadakinin elinde ağızlığın ucuna takılı sigarası, hem konuşmakta hem de tüttürmekte… Nargile içense, oldukça düşünceli… Çaresiz bir derde düşmüş besbelli. Pek fena havası! Ayağının ucunda terliği… Düştü düşecek! Arka planda kubbeli binalar, uzakta bir minare…
Oldukça doğal resmedilmiş. Ancak fal bakanın diğerlerine arkasını dönmüş olmasını yadırgadım. Normalde karşı karşıya olmaları gerekir. Sanki kendi kendine konuşuyor. İlkinin hangi tarafı dinlediği meçhul, sanki diğer ikisi başka konuda söyleşmekte… Ortadaki yol göstermekte, akıl vermekte. Diğeri ne yapacağına, işin içinden nasıl çıkacağını kestirebilmek için kafa yormakta…
Falcı belli de, hangisi kahveci, hangisi güzel, belli değil. Kahve ikram eden de güzel değil. O zaman, Kahveci Güzeli nerde? Bunu hep düşünmüşümdür. Ne kahve satan ne de sunan bir güzel var ortada. Kadınların hepsi başka havada… Tabloda belli başlı üç güzel var, güzel kabul edilirse… Bence senden güzeli yok, güzellikten bahsedilirse.
Osmanlı sultanlarının giydiği kıyafetlerden birini giydiriyorum sana. Hayal bu ya… Açık yuvarlak yakalı beyaz bir bluz, üstüne dört bir yanı altın simlerle nakışlı, içi acı yeşil ipek astarla kaplı kıpkırmızı ipek kadifeden bir üçetek, altına altın sarısı ipek bir şalvar... Kuzguni siyah saçlar yanık omuzlarda dalga dalga… Başında ibrişimle yapılmış iğne oyalı incecik, bembeyaz krep bir başörtüsü… Kuğu boynunda serpme elmas gerdanlık, kollarında pek çok bilezik… Belinde altın kemer… Ayağında şıngır şıngır altın halhal… Sürmeli gözlerinde beyazın fevkaladesi, laciverdin en âlâsı… Yanakların pembe, dudakların al… Sağında kor dolu sarı pirinç mangal… Hiç gitme bir daha! Hep yanımda kal!
Okşar gibi bakıyorsun… Süzülür gibi yaklaşıyorsun… Sol elinde altın zarflı fincan, sağ elinde dumanı tüten gümüş işli bakır kahve cezvesi… Bense unutmuşum her şeyi, herkesi… Kurulmuşum şark köşesindeki al kadife mindere, kırk koyunlu Kürt ağası gibi dengiilmişim. Ah! Bendeki keyfe bak!
Dalmışım… Ağzım kulaklarıma varmış, tatlı tatlı gülümsüyormuşum. “Simitçi gevrek!..” Ağzını yaya yaya cırlak bir sesle bağıran kumrucu çocuğun sesiyle irkildim! Bu defa gevrek satıyor. Başının üstünde simit tablası… Kumruyu, gevreği, çiğdemi sen çok iyi bilirsin. Çünkü İzmirlisin.
Arkasından, bizim boyacının sekiz yaşlarındaki oğlu… Bir elindeki filede gazozlar, bir elinde kaldırım taşı kadar, ortasından sicimle bağlanmış bir buz parçası, kaldıramaya kaldıramaya, toprak yola damlata damlata, hızlı hızlı geçerek gitti, Nevzat Hanım’ın evinin kapısındaki el şeklindeki pirinç tokmağı çalmaya başladı. Mutlaka bugün kabul günüdür. Misafirleri gelmiştir. Buzu kıracak, gaz tenekesine, bakıra ya da çinko kovaya koyacak, şişeleri orada soğutup, bardaklarda ikram edecek.
Ay!.. Yarısı olmayan dişlerim kamaştı! Bizim zamanımızda açacak falan yoktu, kapakları dişlerimizle açardık. Gazoz şişeleri de bir hayli değişikti... Kadın kapıyı açtı. Fileyle buzu aldı, çocuğun eline birkaç kuruş sıkıştırdı. O da avuçlarının içindeki bozuk paraları şıngırdata şıngırdata, sevinç içinde seğirterek bakkala doğru gitti. Belki sakız alacak, belki de çikolata… Birkaç nane ya da akide şekeri de alabilir. Kim bilir! Artık ne kadar parası varsa…
Babası Serpil Çay Bahçesi’nin önünde ayakkabı boyar. Ramazan gecelerinde de elinde davulu, arkadaşlarıyla beraber maniler söyleyerek Şarampol’ü sokak sokak dolaşır, bahşiş toplar. Yaz geceleri oldukça rahat ve zevkli olsa da bu iş zemheride epeyce zorlar. Her ne kadar ılıman iklim kuşağında olsak da kış geceleri dışarıda kalan donar. Davulu tutan elleri buz tutar zavallının. Eldiven falan nerde! Birer delik çorap geçirir gariban ellerine. Sırtında paralanmış, yakasının kartonu şişmiş bir ceket, boynunda yıkana sıkıla yıpranmış yün atkı, başında gözlerine kadar inen sekiz köşeli, köşeleri aşınmış, şekli bozulmuş, yoşunmuş kaşe kasket… Dizleri çıkmış, şalvar gibi bir pantolon… Ayağında takoz gibi, arkasına basılmış, ayakkabılıktan çıkmış kunduralar… Yanında aynı şekilde giyinmiş paspal arkadaşlar… Yalnız geceleri böyleler. Gündüz böyle değil onlar. Kendilerince şıklar.
Benim çocukluğumda ne heyecanlı geçerdi Ramazanlar, bayramlar! Ne zaman başlayacağı tartışmalı olur, onun için yüksek bir yere şahitleriyle birlikte bir görevli gönderilirmiş. Hilalin doğduğu görülünce başlar, ona göre tamamlanırmış.
Uzun uzadıya konuşmalar, alınacak nevalenin kararlaştırılması, Eminönü’deki, Mısır Çarşısındaki alışverişler… İftar sofralarının olmazsa olmazlarından hurmalar, zeytinler, peynirler, ballar, pirinçler, bulgurlar, kuru yemişler, sucuklar, pastırmalar…
Camilerde hazırlanan mahyalarla apayrı bir temizlik telaşı, hutbelerde iyiliğin, hoşgörü ve kardeşliğin önemle tekrarı… Sadaka ve zekâttan, karşılığında bereketten söz edilir, Zimen defterlerinin ne olduğu anlatılır, bakkallara borcu olan fakirlerin onlardan habersiz zenginlerce kapatılması teşvik edilirdi.
Daha bir artardı sofralarda iştahımız. Analığımla babam sandığım kocası oruç tutar, namaz kılarlardı. Onlarla birlikte beklerdim iftarı, önceleri zorla kaldırırlardı beni de oruca alıştırmak için sahura, sonra kalkmak istemedim, onlar da söz dinletemediler. Bu işler zorla olmaz, gönül rızasıyla olursa makbuldür. Gecenin bir yerince şeytan çarpmış gibi uyanırdım! Davulcunun geldiğini, kendime gelmeden anlayamaz, savaş çıktı zannederdim! Ne rüya görüyorsam aniden sahne değişirdi. Deprem oluyor, ev başıma göçüyor falan zannederek yataktan fırlardım! Gümbür gümbür yüreciğimle, biber ekilmiş gibi yanan gözlerimle heyecan içinde kapıya koşar, gözlerimi kırpıştırarak davulcunun şen manilerini keyifle dinler, sonra hemen uykuya koşardım. Mis gibi yemek kokuları gelirdi, canım da çekerdi ama uyku çok daha cazip ve tatlı gelirdi.
Top, Nakkaştepe’de patlardı. Topun atılmasını dört gözle beklerdim. Çünkü sofraya hep beraber oturulur, büyükler başlamadan yemeklere el uzatılmazdı. Sofra büyüğün, su küçüğündü. Haydi ben ve biz küçükler neyse de Ermeniler, Rumlar ve Museviler de topu beklerlermiş. Halk, Hak ve Batıl Din farkı gözetilmeksizin birbirlerine yardım ve ikram ederlermiş. Özellikle Ramazan günlerinde oruçlulara yemek kokularının gitmemesi için tedbirler alınırmış. Komşular, pişirdiklerinden birbirlerine birer tabak gönderirlermiş. Bayramların sevinç ve mutluluğu paylaşılır, ilişkiler sevgi ve saygı çerçevesinde sürer gidermiş. Eskiden komşuluk diye bir kavram varmış ama içi dopdoluymuş. Böyle anlatılırdı aile arasında.
Bizimkiler yaşlı oldukları için akrabalar ve komşular bize gelirler, onlarsa nadiren onlara iade-i ziyarete giderlerdi. Ramazan’da kapımız ardına kadar açık durur, tanıdık tanımadık herkes için soframızda yer olurdu.
Beni de oruca alıştırmaya çalıştılar. Tekne Orucu denen bir oruç tutturdular. Onların oruçlarının yarısı kadar olan bu aç susuz kalma olayı, öğle vaktine kadardı. Ne kadar boğazıma düşkünmüşüm ki kendimi zor zapt ederdim. Sıcak yaz günlerinde dilim damağım kururdu. Sadece ağzımı ıslatmak niyetiyle gizlice dudaklarımı musluğa dayar, suyun serinliğine ve çekiciliğine dayanamayarak, içmiyormuş gibi epey bir götürürdüm. Sonra da söylemeden edemez, orucumun bozulup bozulmadığını sorardım.
Arkadaşlarımın evlerinde akşamları oyunlar oynanır, çeşitli eğlenceler düzenlenirdi. Evdekiler, çok ısrar ettiğimde dayanamaz, bana da izin verirlerdi ama bu her zaman olmazdı. Komşularla topu topu üç kez Karagöz seyretmeye, bir gece de kanto gösterisine gittim. Perde oyunları Gülhane Parkı’nda düzenlenirdi.
Baktılar olmayacak, Çift Oruç diye bir oruç icat ettiler, yemek aralarında bir şey yemeyi içmeyi yasakladılar. Akılları sıra alıştırma yapıyorlardı. Belki de kendileri acıktıkça ve susadıkça, öğün zamanlarında beni yedirip içiriyorlardı. Herhalde bu farklı bir tatmin şekliydi.
Arife günü kurtlar kuşlar oruç tutarmış. Öyle derler, bana da tuttururlardı. Önceleri Tekne orucu, daha sonraları yetişkinlerin tuttukları gibi… O zaman seve seve uyardım onlara. Ucunda bayramlık alışverişi, ertesi gün de bayram sevinci vardı.
Bizim zamanımızın hemen hemen tüm erkek çocuklarının bir bahriyeli fotoğrafı vardır mutlaka. Bazı kızlara da kenarları mavi biyeli beyaz denizci kıyafetleri giydirilir, yeni elbiseler giyildiğinde maddi imkân varsa afili bir fotoğraf çektirilirdi. Sebahat’ın annesi de kızına öyle bir entari dikmişti. Belden büzgülü bol etekli, beyaz... Mavi biyeleri, fuları ve beyaz beresi bile vardı. Kırmızı ayakkabıları, kısa beyaz çoraplarıyla, hasır koltuğun üstünde ayak ayaküstüne atıp poz vererek çektirdiği resmi çerçevelettirmişler ve konsolun üstüne, aynanın önüne koymuşlardı. Benim de öyle bir beyazlı mavili kıyafetim ve hatıra olarak saklayabileceğim bahriyeli fotoğrafım olsun isterdim ama olmadı.
O zamanlardan başlamış olmalı benim denizcilik hayalim. Bembeyaz bahriyeli kıyafetini giyip şöyle bir deniz kenarında yürüyüşe çıksaydım! Pantolonum jilet gibi ütülü, ceketim kalıp gibi, ayakkabılarım ayna gibi boyalı cilalı… Parklarda bahçelerde şöyle bir boy gösterseydim! Yollarda sokaklarda herkes bana dönüp dönüp baksaydı! Kızlar hayran kalsalardı yüzüme gözüme, boyuma bosuma, erkekler imrenerek seyretselerdi kasılarak yürüyüşümü. Başım dik, çenem önde, burnum havada, bedenim dümdüz… Öyle olsun birazcık da… Çünkü biz Türk’üz!
Sen de bakar mıydın bana hayranlıkla o zaman? Tığ gibi bir delikanlı olarak çıksaydım karşına, bir deniz subayı ya da bir kaptan olsaydım, değişir miydi her şey? Hani yaş sorunu da olmasaydı…
Aman, ne hayaller kuruyorum ben de! Boyacının oğlunun bana ettiğine bak! Ta nerelere götürdü beni, neler düşündürdü! Bir de hayaller kurdurdu, görüyor musun!
Hem de akran olmuşuz iyi mi!
Özentici”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 565
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.