- 7476 Okunma
- 6 Yorum
- 4 Beğeni
Zeynep'in Hikâyesi
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Çocukluğumda, evde Torsan marka radyolu bir pikabımız vardı. Cilalı mobilyadan kasası ile evin televizyondan önceki baş eşyası olarak köşedeki yerini yıllarca korumuştu. Sonra gençlik yıllarımdayken bozuldu ve tamirciden geri dönmedi bildiğim kadarıyla.
Bir kaç komedi tiyatrosu ve bir kaç Esmeray şarkısı dışında, bunda dinlediğimiz plakların çoğu türkü kaydıydı. O yıllarda, beş altı yaşımın havailiğine pek de uymayan ağır ve acıklı türküler dinledim o pikaptan ben. Cızırtılı sesleri ve yanık bağlama vuruşlarıyla Neşet Ertaş’lar, Nuri Sesigüzel’ler, Altmış Evler Mahallesindeki o evin penceresinden dışarı taşar, Küpe Dağı’na doğru uçar giderdi.
O pikapta dinlenenlerden biri de Ali Ercan’ın "Zeynebim Almanyanın Yolunu Tuttun" plağıydı. Çocuk aklımla, türkünün melodisi ya da söyleyenin sesinden ziyade, baştaki ve aralardaki boşluklarda bir tiyatrocunun Zeynep’e seslendiği canlandırma anları çekerdi ilgimi. Zeynep isimli karısının; çocukları iki yaşındaki Ayşe, dört yaşındaki Fadime ve altı aylık Ahmet’i bırakıp Almanya’ya çalışmaya gittiğinden bahsediyor, "Soğan ekmek yiyelim, dön gel Zeynebim" diyordu ağlamaklı, hıçkırıklı bir sesle.
Otuz küsür yıl sonra internette tesadüfen rastladım bu plak kaydına. Nostaljik duygularla, biraz da gülümseyerek dinlemeye başlamıştım ki altına yazılan dinleyici yorumlarından biri şaşırttı beni. Türkünün konusunun gerçek olduğunu, Zeynep’in hikâyesinin bizzat şahidi olduğunu yazıyordu. Yorumcu, bin dokuz yüz altmış sekiz yılında, -kendisi altı yaşındayken- bahsi geçen Zeynep’in kendi mahallelerinde yaşadığını belirtiyordu.
Sözünü ettiği mahalle, benim de yaklaşık kırk yıl sonra yerleştiğim şehir İzmir’in, içinde bir akrabam olması vesilesiyle zaman zaman kaldığım bir mahallesi olmasından dolayı dikkatimi çekti. Başka kaynakları da taradım ancak bu kişinin verdiği detaylar dışında bir bilgi kaynağına rastlayamadım. Yorumcunun anlattığına göre Zeynep’in hikâyesi kısaca şöyle idi:
Zeynep, İzmir’in Çimentepe Mahallesi, Yaleler sokağında eşi Mehmet ve üç çocuğuyla yaşamaktadır. Eşi içkici, kumarcıdır ve Zeynep’i hemen her gün dövmektedir. Aynı sokakta oturan ve mahalleye süt satan bir kadın Zeynep’in aklına girer, Almanya’ya işçi olarak yazılmasına vesile olur ve Zeynep evdeki üç çocuğunu babalarıyla bırakarak, sütçü kadınla birlikte Almanya’ya kaçar.
Çocukların en küçüğü olan Ahmet’e bir süre komşuları bakar. Yorumu yazan kişinin annesidir bakan komşu. Kısa bir süre sonra İzmir belediyesinden gelirler ve çocuklardan ikisi yetiştirme yurduna yerleştirilir. Ondan sonra bu olay tüm Türkiye’ye yayılır ve dönemin gazeteleri haftalarca yazarlar bunu.
Ama çok geçmez, altı yedi ay sonra Zeynep’ ten çok kötü bir haber gelir. Almanya’da kanser hastalığına yakalandığı teşhis edilmiş ve kısa süre içinde hayatını kaybetmiştir. Türk konsolosluğu cenazesini İzmir’e getirir. Türk Halk Edebiyatında Karacaoğlan’dan Niğdeli Ali Ercan’a kadar, binlerce yıllık tarihimiz içinde adına türkü yakılmış Zeyneplerin sonuncusu da o olmuştur böylece.
Anlatılanın doğruluğu hakkında kesin kanıt bulunmamakla birlikte, bu beni türkülerimiz hakkında düşünmeye sevk etti yeniden. Modern zamanın getirdiği birçok müzik çeşidi içinde belki zaman zaman geri plana ittiğimiz bir tür Türk Halk Müziği. Ancak bu türde verilen eserler yaşamın içinden doğuyor, halkın dertlerinden ve trajedilerinden besleniyor. Temeli gerçek hayatlara, samimi acılara dayanıyor. Bu hikâye ile de bu tekrar ispat edilmiş sayılabilir. Geçmişteki binlercesi gibi. "Yüksek Yüksek Tepelere" gibi örneğin ki o da bir Zeynep’i anlatır, sonra "Cemalim" gibi, "Hey Onbeşli" gibi ya da Mahzunî’den "Dom Dom Kurşunu" gibi.
Mart 2018 - İzmir
YORUMLAR
Hikayenin etkileyiciliği kadar, güçlü kaleminiz de insanı sarıp sarmalıyor ve sonuna kadar okutturuyor yazdıklarınızı.
Hatırlar mısınız bilmem, bir zamanlar TRT'de "Türküler ve Öyküleri" diye bir program vardı. Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun, Hastane önünde incir ağacı gibi türkülerin hikayeleri filmleştirilerek anlatılır, ben de sulu gözlerle izlerdim. Şimdi şiddetin ve nefretin işlendiği popüler diziler yerine keşke yine böyle programlar olsa...
Merhaaba saygıdeğer kalem dost, akıcı kaleminiz var. İlginç bir temayı işlemişsiniz özgün öykünüzde. kutlarım.
Eyupoğlu diyor ki:
"Şairim zifiri karanlıkta gelse şirlerşşn hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Nerede bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım." Evet, türkülerimiz güzeldir. tarihin derinliklerinden gelen yaşanmışlıklarımızı anlatırlar. Çoğu acılıdır. halk olarak tanımsız acılar yaşadık tarih boyunca. Elbette türkülerimiz ağıt ağırlıklı acıdır, hüzünlüdür.
Emeğe ve sanata saygımla esen kalın.
Sevgili Uğur Bey, Tam benim etkilendiğim tarz bir yazı. Gerçek hayattan, fazla dolambaçlı yollara girmeden sade ve anlaşılır yazılmış. Tebrik ederim.
Sanırım yaşın ve çevrenin etkisiyle olacak, eskiden daha çok Türk Sanat Müziği dinlerdik. Sonrasında 90 yılların Türkçe Pop, taverna ve özgün müziklerini dinlemeye başladım. Kısa bir dönem arabesk dinlemediğimde vardır. Denk geldiğim türküleri de dinlerdim. Ama can kulağıyla değil...
Türk Sanat Müziği ve pop müzikte şarkılar hep aşk, hasret, ayrılık gibi belli konularda olunca, onlarca şarkı olmasına rağmen üretkenlik adına sıkıcı gelmeye başladı.
Zaman içinde türkülerin müziklerindeki ve sözlerindeki çeşitlilik, hayatın daha çok içinde olması ve gerçekçiliği beni cezbetmeye başladı. Şimdi neredeyse sadece türkü dinliyorum.
Bir de bir çok türkünün hikayesi olduğunu öğrenince daha da anlam kazandı. Ve hayatımda daha da yer kaplar oldu.
Hatta yıllar önce bir gazetede Ormancı türküsünün acı hikayesindeki ormancı yerine arkadaşı Tevfik'i vuran Mustafa Şahbudak' ın ölüm haberini okuyunca sanki kendi ailemden birini kaybetmiş gibi olmuş, çok üzülmüştüm.
https://bekirhoca.com/turku-hikayeleri/
Selam ve saygılarımla esenlikler dilerim.
Müzik dinlemeyi seven biriyim. Türküleri bir ayrı severim. Yazınızı okurken bir taraftan da türküyü dinledim. Türk Halk Edebiyatı'nda böyle nice bilmediğimiz türkülerimizin olduğunuz düşünenlerdenim. Türkülerin geçmişi daha çok türküyü derleyen kişiler tarafından öğrenebiliyoruz, geçmişi bilinmeyen türküleri ise anomim olarak dinliyoruz.
İzninizle " Uyan Sunam" türküsünü paylaşmak istiyorum.
Öykünün Suna'sı, Fahri Kayhan'ın eşidir. Fahri Bey, eşi Suna'yı çok sevmektedir. Sevmelerin dile getirilmesinin ayıplandığı dönemlerde Fahri Bey daima eşine olan sevdasını dile getirir. Suna da, büyük bir aşkla bağlıdır Fahri Bey'e.
Hamam sefaları, o dönemlerde kadınların en büyük eğlencesidir. Kadınlar kararlaştırdıkları bir günde toplanıp hep beraber hamama giderler. Kadınların arasındaki Neriman Hanım, Suna'nın kimselerin bilmediği sırtındaki beni farkeder. Kıyafetlerinden varlığı anlaşılmamaktadır bu benin. Neriman Hanım, Suna'nın yakın arkadaşıdır aynı zamanda.
Neriman Hanım eve döndüğünde Suna'nın sırtındaki beni kocası Mustafa Bey'e anlatır. Aradan günler geçer. Fahri Bey bir gün, evlerinin civarındaki kahvehanede Mustafa Bey'e denk gelir. Bir dizi diyalogdan sonra aralarında münakaşa başlar, karşılıklı küfürleşmeye gider mesele. Fahri Bey'in tehdidine karşı Mustafa Bey:
- "Sen benimle kavga edeceğine, karına sahip çık. Ben senin karının sırtındaki beni dahi bilirim" diye çıkışıverir.
Fahri Bey, duyduklarına inanamaz. Tek sevdiceği Suna'sının kendisine ihanet ettiği fikrine kapılır. Yabancı bir adam, eşinin sırtındaki beni nereden bilecektir!
Eve vardığında, Suna'sı anlatır kendini Fahri Bey'e. Gözünün ondan başka kimseyi görmediğine ikna olur Fahri Bey.
İkna olmuştur olmasına ama, kafasındaki şüphe hiç gitmez Fahri Bey'in. Suna'sına kötü davranmaya başlar o meseleden sonra.
Bir akşam yemek esnasında sudan bir sebeple başlayan münakaşa sonrasında Fahri Bey alır ceketini, atar kendini sokaklara.
Sabaha karşı eve gelir. Eve girdiğinde gördükleri karşısında donakalır. Tek sevdiceği Suna'sı kendini asmıştır. Başucunda bir mektup bırakmıştır, Suna.
Son dizeleri şunlar olmuştur:
- "Kusura bakma beyim. Uzun zamandır kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim. Kendi adımı temize çıkarmak için başka yol bulamadım. Şunu unutma ki, ben sana hiç ihanet etmedim."
Fahri Bey, sevgilisinin cansız bedenini ipten ayırır, yere yatırır. İçi yangın yeridir artık Fahri Bey'in. Sözün tükendiği yerde, kelimelerin küllerinden o meşhur türküyü yakmıştır:
Şafak söktü gine sunam uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım sunam sesim duyulmaz
Uyan sunam uyan derin uykudan
Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan
Bunca diyar gezdim gözlerin için
Niye küstün bana el sözü için
Dilerim Allah'tan sızlasın için
Uyan sunam uyan derin uykudan
Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan
(Sunam Türküsü. Bazı kaynaklarda yöre olarak "Sivas" ve kaynak olarak "Halil Sarıoğlu" gösteriliyor. 18.04.1950 tarihinde Ali Canlı tarafından derlenmiştir.)
Son olarak büyük usta Rahmetli Neşet Ertaş sözü ile bitirmek istiyorum.
Nerede Bir Türkü Söyleyen Görürsen, Korkma Yanına Otur... Çünkü Kötü İnsanların, Türküleri Yoktur! / Neşet Ertaş
Selam ve saygılarımla enfes bir paylaşımdı kendi adıma..