- 442 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gereği Düşünüldü
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
Roman
Serdar Adem İŞLER
2019
Duruşma
Mahkeme salonu son halini aldıktan sonra kırmızı kırmızı yakalı, cepsiz ve düğmesiz kara cüppeli, heybetli yargıçlar yerlerine geçtiler. Asık suratlarıyla dosta güven düşmana korku salan yargıç kurulu salondaki hemen herkesin yüreğinde saygıyla karışık bir korku dalgası esmesine sebep olmuştu. Mahkeme duvarı soğuk olur derler. Ağır ceza mahkemesinin duvarları adeta buzdan yapılmış gibiydi...
Nefes almaya korkan izleyiciler salonda esen zemheri ayazının etkisiyle buzdan heykele dönmüşlerdi. İnsanları donduran aslında biraz sonra yargılanmaya başlayacak olan olayın vahametinden çok, her haliyle yerden göğe kadar haklı gördükleri sanığın ağır bir cezaya çarptırılacak olma olasılığından kaynaklanmaktaydı. Çünkü bu sefer yasanın ve kamu vicdanının karşısında onları her zaman için ayaklar altına aldığı dillerde dolaşan paranın şımarttığı şirretliğiyle ünlü bir aile vardı. Herkesin ortak korkusu Karaların ne yapıp edip Zeynep’in en ağır ceza almasını sağlayacak olmasıydı. Buna ne yargıç, ne savcı ne de mazlumun hakkını zalime karşı korumak üzere oluşturulmuş olan yasalar engel olamayacaktı. Hatta paranın gücü karşısında çoğu dini vecibelerini karınca kararınca yerine getirdikleri halde Tanrı’ya gönderdikleri acil kodlu yanık yakarışların da yanıtsız kalacağını inanmak istemeseler de tövbeler eşliğinde akıllarından geçirmekten kendilerini alamıyorlardı. Bugüne kadar hep böyle olmuştu. Bundan sonra farklı olması için ortada hiçbir geçerli sebep görünmüyordu.
Yalnızca izleyiciler değil heybetiyle Ağrı Dağı’nı andıran mahkeme başkanının durumu da farklı değildi. Hatta omuzundaki son derece ağır yük hesaba alındığında içlerinde en acınası kişi olduğu bile söylenebilirdi. Sevmediği davalardan birine daha tanıklık etmekten pek hoşlanmış görünmeyen dik yakalı, kara cüppeli mahkeme başkanı bir süre salonu dolduranları göz ucuyla kontrol ettikten sonra sanığın getirilmesini emretti.
Yargıcın baş işareti üzerine mübaşir dışarı çıktı. Kapının önünde elindeki kağıttan yüksek sesle içeri beklenenleri okumaya başladı. Sanık çok geçmeden iki bayan polis memurunun yedeğinde elleri önden bağlı olarak içeri girdi. Çok garip ama yasa adamları yine yasa gereği takılması takdir edilen kelepçe denen aksesuarın bazılarına ziynet eşyası gibi yakıştığını düşünürdüler. Bunun nadir de olsa tersi olabiliyordu. İşte bu çok nadir durumlardan biri şu an karşılarındaki on dokuz yaşındaki kız çocuğuydu.
Kelepçe bu kıza yakışmamıştı. Hem de hiç yakışmamıştı. Kesinlikle iğreti bir işkence aleti gibi duruyordu üzerinde. Ne çare cürmü meşhut olarak yakalandığı için yine yasa gereği takılmıştı. Takılmak zorunda olduğu için takılmıştı. Davacı taraf dışında duruşma salonunda hazır bulunanların istisnasız hepsi böyle düşünüyordu. Bunu mat bakışlardaki acımayla karışık şaşkınlık dalgalarından anlamak mümkündü.
Zeynep mahkeme kurulunun karşısındaki sanık bölümüne aynı memurların refakatiyle geçer. Yerine geçince elleri çözülür. Bayan güvenlik görevlileri elleri arkada bir adım geriye geçer ve ayakta beklemeye başlar. Sanık son derece durgun görünmektedir. Yüzünde yalnızca pişmanlık ya da hüznün değil hiçbir duygudan en ufak bir belirti yoktur. Mahkeme salonuna değil bir kır bahçesine gelmişti sanki… Onun bu durumu mahkemedeki herkesin dikkatini çekmişti. En çok da başkan Salih’in…
Ardından savunma avukatı, konuyu müzakere ettiği birkaç kişiye eşikten dışarıda beklemelerini işaret ettikten salona geçerek kendisine ayrılan yere oturur. Duruşmaya pek hevesli görünen davacı taraf yerini çoktan almış düğün sahibi havasıyla sanık ve avukatının gelmesini beklemektedir.
Ayşe gördükleri karşısında pek mutlu olmamıştı. Onun yerinde kim olsa aslında aynı şeyleri hissederdi. Nasıl hissetmesin ki… Davacı tarafın avukatları karşısına geçmiş, sahibinden aldığı kemiğin hakkını vermek için sabırsızlanan çoban köpekleri gibi davanın başlamasını beklemekteydi. Bu halleriyle ağacı kesen baltanın sapına benzetmişti onları. Bir insan bu kadar nasıl alçalabilirdi bir türlü anlam veremiyordu. Onların bu halini görünce müvekkilinin alacağı hiçbir cezanın önemi kalmıyordu. Bu tür davalarda adet olduğu üzere ordu halinde gelmişlerdi. Ayşe dördünü de tanıyordu. Meslek yaşamı boyunca yolları istemeden de olsa birkaç kez kesişmişti. Hepsi de Kara ailesinin birbirinden mahir hukuk tetikçileriydi.
Kendisi mahkeme tarafından verilen zorunlu avukatlık görevini yapmak için buradaydı. Davayı kazanamayacağını çok iyi biliyordu. En fazlasından alacağı cezayı biraz olsun hafifletmek için uğraşacaktı. Bu hezimeti daha önce birkaç kez yaşamış ya da yaşayan arkadaşları olmuştu. Bu yüzden pek memnun değildi içinde bulunduğu durumdan. Zeynep de böyle bir şey talep etmemişti. Kendini savunmaya niyeti yoktu. Karalar karşısında yapabileceklerinin oldukça sınırlı olduğunu on dokuz yaşına karşın çok iyi hissediyordu. Ne kanun ne kamu vicdanı para karşısında kazanamazdı.
Genelde bu tip görevlendirmelerde dostlar alışverişte görsün he-sabı, yalandan bir savunma yapılırdı. Tamamen dostlar alışverişte görsün hesabı… Bu tür duruşmalarda her iki tarafın avukatları da rolünü mükemmel bir şekilde ezberlemiş tiyatro oyuncuları gibi hareket eder, kesinlikle kendilerine yazılmış kader senaryosunun dışına çıkmaya çalışmazlardı. Mahkemenin savunma tarafına tahsis ettiği ücret ve zaman yetersizliği zanlının aklanması için çoğu zaman yeterli olmuyordu. Şimdi de sonucun farklı olacağını sanmak fazlasıyla hayal olurdu.
Zorunlu bir görevdi ve hiçbir getirisi yoktu. Avukatların en sev-medikleri görevlerden biriydi yani. Bu türden görevlerde duruşmadan önce davayla ilgili doğru dürüst araştırma bile yapılmazdı. Tembel öğrenci gibi dosya ana hatlarıyla bir kere gözden geçirilir, Öylece girilirdi duruşmaya. Bugün de öyle olması gerekiyordu. Ama bu sefer başkaydı. Ayşe’de bu değişikliği yaratan dava dosyasının içeriğiydi. Zeynep’in yaşadıkları, yaşamak zorunda kaldıkları ilgisini çekmişti. Kadınlık hisleri avukatlık beklentilerine baskın çıkmıştı ilk defa.
Salih de böyle bir mahkemeye başkanlık etmekten sanıldığı kadar mutlu görünmüyordu. Bu tür davalarda vicdanının sesiyle kitabın hükmü arasında yaşamak zorunda kalacağı çelişki canını yakıyordu. Hele bu seferki fazlasıyla yakacağa benziyordu. Karşısındaki on dokuz yaşında bir kızdı. Daha çocuk denecek yaşta… Tahkikat dosyasına göre konuşmak gerekirse melek kadar temiz bir gençti. Okul başarısı iftihar edilecek düzeydeydi. Böyle bir kızın ağır cezada işi neydi? Kendi kızı gözlerinin önüne geliyordu bu tür davalarda. İşte o zaman eli ayağına karışıyordu.
Savcı da huzursuzdu. Aslında onun işi daha zordu. Başkana göre daha genç olduğu için kızı da doğal olarak çocuk yaştaydı. Dokuz on yaşlarında… Şimdilik bir sorun yoktu. Gücü kuvveti yerinde, makam mevki sahibi biriydi. Ailesini rahatlıkla koruyabilirdi. Ama ya başına böyle bir iş gelse ve ailesini yalnız bıraksa, küçük İnci’sinin aynı kaderi paylaşmayacağını, Allah korusun bugün Zeynep’in bulunduğu yerde olmayacağını kim garanti edebilirdi?
Bir savcı olarak, mesleğinin gereği okumak zorunda olduğu iddia-namede Zeynep’in en ağır ceza almasını talep edecekti. Cürmü meşhut bir suçtu sonuçta. Mesleğinin doğası böyle olmasını gerektiriyordu. Üstelik ortada bir de itiraf vardı. Kapı gibi… Sonuç neredeyse belli sayılırdı. Böyle bir davada sanığın kurtuluşu diye bir olasılık mümkün değildi. Bugüne kadar böyle bir şey görülmüş, duyulmuş değildi. İşinin zorluğu işte bu noktada ortaya çıkıyordu. Ama yaptığı araştırmalara dayanarak vicdan mahkemesi bunun böyle olmaması gerektiğini haykırıyordu. Karşısında sanık sandalyesinde oturan Zeynep yerden göğe kadar haklıydı. Değil ona cezaların en ağırını istemek, mümkün olsa iftihar madalyası verilmesini isterdi. Bundan en ufak bir kuşkusu yoktu. Ama biraz sonra vicdanının isyanına rağmen tam tersini yapmak zorunda kalacak, bir kere daha içinden geldiği gibi değil de yasaların buyurduğu gibi en ağır ceza verilmesini yasa adına talep edecekti.
Her mesleğin zorluğu olur da savcılarınki gibi olamazdı hiçbiri. Bunu en iyi o ve onun gibi vicdanlı savcılar anlayabilir, hatta anlamaktan öte en acı şekilde yaşardı. İyi olmak, iyi olmaya çalışmak bu alemde her zaman yetmiyordu. ‘Keşke cürmü meşhut tecavüzcülere bile iyi halden ceza indirimi uygulayanlar kadar gamsız tasasız, meselesiz gerçeksiz biri olsaydım.’ diye kendi kendine hayıflanıyordu. ‘Keşke onlar gibi vidanı kör, basireti bağlı biri olsaydım…’
Salon duruşma için hazır duruma geldikten sonra gazeteciler dışarı çıkarılır. Olaya olduğundan çok daha fazla ilgi gösteren gazetecileri çıkarmak kolay olmaz. Alışkanlıkları üzere at sineği gibi yapışmışlardı duruşma salonunun ahşap zeminine. Mübaşir bir adım uzaklaştırdıkça iki adım yaklaşıyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Son zamanlarda bütün ülke neredeyse geçim sıkıntılarını, futbol fanatizmini hatta siyasi ayrılıkları bir tarafa bırakmış Zeynep cinayetine odaklanmıştı. Bu tür haberler reytingi tavan yaptırıyordu. Basın ve medya için reklam gelirlerini besleyen reyting bütün değer yargılarının üzerinde yer alıyordu. Bir poz, bir poz daha derken… Başkanın son buyruğu üzerine salonu boşaltmak zorunda kaldılar.
Maktul Ankara’da pek makbul sayılmayan esnaflardan biriydi. He-men herkes az çok tanırdı. Ama ne tanıma… Alengirli işleri olduğu kulaktan kulağa söylenmekteydi. Nerde bir pis iş var, altından o ve benzerleri çıkıyordu. Bunu kanıtlayacak somut bir kanıt bugüne kadar tam anlamıyla ortaya konmuş değildi. Hakkında kaçakçılık, tehditle mal edinme, ihaleye fesat karıştırma gibi bir iki şikayet olmuşsa da kanıt yetersizliğinden herhangi bir hüküm giymemişti. Her seferinde ne hikmetse suçu üstlenen birileri çıkıp davanın düşmesine sebep oluyordu. Hal böyle olunca Ankara’nın şerefli esnaflarından olma ünvanını koruyordu ister istemez. Zaten mahkeme kurulunu ifrit eden de bu durumdu.
Zeynep sanık sandalyesine oturur. Hayatında ilk defa mahkeme gördüğü için bir parça tedirgin olmakla beraber başına gelecekleri kabullenmenin rehavetiyle sakin görünmekteydi. İddianame okunurken çevreyi gözlemlemeye başladı. Kulağına çalınan yarısını anlayamadığı sözler moralini bozmaya yetmiyordu. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Yaşadıklarından sonra mahkeme salonu bile gerdek odasından bin kere daha romantik geliyordu. Bunu anlamak için kendisi gibi genç kız olmak gerekiyordu.
Savcı iddianamesini okur:
‘Suçun sanık tarafından işlendiği eldeki kanıtlara ve sanığın itirafıyla sübut bulmuş olmasına rağmen mezkur olayla ilgili olarak hazırlanan dava dosyasındaki şahit beyanlarına göre sanığın işlediği cürmü uzun zamandan beri tasarladığı ve gerdek gecesinde fiiliyata geçirdiği ve defalarca öldürme kastıyla vurmak suretiyle işkence yaptığı anlaşılmaktadır. Bu durum muvacehesinde sanık Zeynep Akar’ın cinayeti uzun süre tasarlamak suretiyle taammüden işlediği;
Olay yeri incelemesi ve adli tıp verilerine göre suç aletini defalarca kullanarak maktule işkence ettiği;
Olayın oluş şekli, sanık ve tanık ifadeleri ile elde edilen veri ve ka-nıtlar birlikte değerlendirildiğinde eylemin tasarlanarak ve kin ve nefret saikiyle işlendiği anlaşılmakta;
Zanlının yargılamasının mahkemenizce icrası ile eylemlerine uyan TCK’nın ilgili maddeleri uyarınca cezalandırılmasına, hakkında tutukluluk uygulamasını devamına kamu adına talep ve iddia olunur.’
Her ne kadar kamu adına dense de mahkemedeki herkes, Karaların paralı avukat çetesi hariç, kamunun böyle istemediğini biliyordu. Aynı kamu bu davada Ayşe’nin cürmü meşhut bir suça katılmış olmakla beraber aslında nefsi müdafaa sonucu bu eylemi işlediğine inanıyordu. İnanmaktan öte biliyordu. Ve aynı kamu eğer Ayşe kendisine oynanan oyuna karşı gelmeyip yanlışlıkla bir cinayete karışmamış olsaydı, bütün kişilik hakları üstelik ömür boyu bir yatakta tecavüze uğrayacaktı. Ayşe kendisini kurban etme pahasına kaderine karşı gelmekle sadece mahkeme salonundakilerin değil, davayı uzaktan yakından takip eden herkesin kızını kurtarmıştı. Bundan sonra en azından bir süre maddi manevi birtakım güçlerine güvenerek kimse genç kızların hayatına kolay kolay egemen olmaya çalışmayacaktı. Bu bir rüya kadar kısa bile olsa genç kızlar için, genç kızların anne ve babaları için kolay elde edilemeyecek bir kazanımdı.
İddianameyi içi kanayarak okuyan savcı bir ara Zeynep ile göz göze gelince yalvarır gibi ‘Ne yapayım kızım. O kadar çok şikayet dilekçesi ve tanık ifadesi var ki. Buna göre hakkında idam istemediğime dua et. Pezevengin adamı parayla tutmuş hepsini belli… Çoğu olayı görmediği halde ifade verme ve yalancı tanıklık yapma yarışına girmişler. Üç beş kuruş avanta için nasıl boyunlarını kıracaklardı bir görseydin. Ağaç baltaya ben senin beni kestiğine değil sapının benden olduğuna üzülüyorum demiş ya, bu iş de aynen öyle kızım. Hepsi bir yana bir de kendini savunmak istemeyişin... Bu durumda yapacak fazla bir şey yok.’
Zeynep karşısındaki müşfik adamın bakışlarından dilinden dökülen-lerin dışında asıl demek istediklerini anlamış gibi kara küçük gözlerini utangaç titremelerle kırpıştırarak karşılık verdi ‘Önemi yok.’ diyordu gözleriyle ‘Kaderimi yazan mesajımı anlamıştır. Gerisinin hiç önemi yok.’
Karşısında ‘Adalet mülkün temelidir.’ vecizesinin yer aldığı duvarın önünde yüksek bir kürsü vardı. Kürsüde ortada en yaşlısı olan ve duruşmayı onun yönettiğini sandığı bir yargıç, ayrıca iki yanında yine cüppelerinden yargıç olmaları gerektiğini düşündüğü biri kadın, diğeri erkek iki kişi daha. Sağ tarafında uzak köşede kavruk yüzü gülmeyen bir adam daha. Biraz önce hakkında bir sürü suç isnat eden adam… Avukatın dediğine göre o da savcı olmalıydı.
Kapı kenarında duran mübaşir, bir adım gerisinde nöbet bekleyen polis memurları ve yine en arkada üç dört sıra halinde mahkemeyi izlemeye gelenleri incelemeyi gerekli görmedi. Salonda derin bir sessizliğe eşlik eden meraklı bir bekleyiş egemendi.
Sağ tarafta kendi avukatı Ayşe, önünde zayıf bir brifing çantasıyla tek başına oturmaktaydı. Düşünceli görünüyordu. Onu yasa gereği devlet göndermişti. Avukat tutacak parası yoktu. Olsa bile Karaların korkusundan hangi avukat savunmaya yanaşırdı ki? Paranın olduğu yerde ahlak ve namus adı verilen değer yargılarının, adaletin ve Tanrı korkusunun olmayışına dair söylentiler bugün burada bir kere daha tecelli ediyordu.
Onun karşısında bulunan yerde dört avukat vardı. Günlerce aç bırakılmış dört aslan gibi üzerine atılmayı bekleyen dört canavar... Davacı taraf dedikleri avukatlardı. Hepsi de kendisini yiyecekmiş gibi vahşi bakışlarını üzerine dikmişlerdi. Ama bu bakışlar sanıldığının aksine Zeynep’te en ufak bir korku yaratmıyordu. Zerre kadar bile… Ne kadar inanılmaz gelse de buz gibi gerçekti. Aç aslanların kafesine düşmüş kınalı kuzuda korkudan eser yoktu. Yaşadıklarından sonra mahkemenin vereceği en ağır karar bile armağan sayılırdı onun için.
İddianame okunduktan sonra başkan Zeynep’e haklarını anlattı ve savunma yapıp yapmayacağını sordu. Zeynep ne derlerse kabul edeceğini ancak bunların hiçbirinin önemli olmadığını söyledi. Başkan genelde alışık olmadığı bu yanıta karşı sözlerine açıklık getirmek isteyince avukat Ayşe söz istedi. Başkan uygun görünce durumu açıklamaya çalıştı.
‘Sayın yargıç, anlaşılacağı üzere müvekkilim yaşına göre dayanılması çok güç birtakım olaylar yaşamak zorunda kalmış. Bir genç kızın kaldıramayacağı derecede… Takdir edersiniz ki bu durum, genç ruhunda telafisi mümkün olmayacak ağır bir travmaya yol açmış ve kendisi henüz bu travmanın etkisinden kurtulamamıştır. Kendisini savunmak istemeyişi bu yüzden anlayışla karşılanmalıdır efendim. Ben müvekkilim adına gerekli savunmayı yapmaya çalışacağım.’
Başkan sözü uzatmasına izin vermedi:
‘Cezai ehliyeti olmadığını mı demek istiyorsunuz?’
‘Hayır sayın yargıç. Müvekkilim böyle bir şeyi talep etmemektedir. Yalnızca kaybedecek bir şeyi kalmadığını düşünmektedir. Ve yaşamak zorunda kaldıklarından sonra alacağı cezayı önemsememektedir. Ölümü görenin hastalığa razı olması mantığıyla yani… Hatta müvekkilim benim bile savunma yapmamı istememektedir. Benim kendisi adına savunma yapmamı uzun bir süre reddetmesine karşın annesinin yardımıyla kendisini şimdilik razı ederek davayı üzerime alabildim.’
Başkan elini ağzına siper ederek bir süre iki yanındaki yargıçlarla olayı müzakere etti. Sonra savcıya bir şeyler söyledi. Salonda derin bir sessizlik egemendi. Kimse ilk söz alan olmak istemiyor, böyle bir şeye teşebbüs etse bile sert mizaçlı bir görünüme sahip başkanın izin vermeyeceğini düşünerek cesaret edemiyordu.
Olayın şaşkınlığını atlattıktan sonra sanığa seslendi:
‘Sanık Zeynep.’
Bu söz avukatın söz hakkının bittiğini anlatıyordu. Avukat Ayşe itiraz etmeden yerine oturdu. Zeynep ayağa kalmıştı bu sefer. Zeynep sakin tavırlarıyla yargıcın sorularını bekliyordu. Durumuna bakılırsa hakkında idam kararı bile verilse öpüp başının üzerine koyacaktı.
‘Kızım,’ diye söze başladı başkan.
Seni savunmakla görevli avukat hanımın sözlerine ne diyorsun?’
‘Aynen kabul ediyorum, efendim.’
Kısadan kesmişti sözü. Uzatmanın anlamı olmadığını düşünüyordu. Diyelim ki uzatsa ne değişecekti? Zavallı baş yargıç bile ne kadar aciz görünüyordu karşısında. Karalar karşısında eli kolu bağlı olduğunu neredeyse haykırıyordu bakışlarıyla. Haksız da sayılmazdı. Bu davada içinden geldiği gibi beraat kararı vermeye kalksa kendini memleketin en ücra köşesinde bulması işten değildi. Karaların siyasi bağlarının ne kadar güçlü olduğunu bilmeyen yoktu memlekette. Bu haliyle Zeynep kendisini baş yargıçtan çok daha avantajlı hissediyordu. Öyle ya karşısındaki çete dört avukatla gelmişti mahkemeye. Bir bu kadarı da dışarıda bekliyor olmalıydı. Tanıkları düşünmek bile istemiyordu. Adı gibi emindi böyle olduğuna. Oysa kendisi avukat tutacak paraya bile sahip değildi. Hepsi bir yana babası olacak adam bile arkasında durmuyordu. Bundan sonra kaybedecek ne vardı? Ne olabilirdi?
Avukat Ayşe yasanın kendisine tahsis ettiği biriydi. Ücretini fazla mesai kapsamında devletten alacaktı. İstese kılını kıpırdatmayabilirdi. Belki Ayşe Hanım öyle görünmüyordu. Ama bu yalnızca bir şanstı. Ayşe, kadınlık hislerinin etkisiyle özellikle yardım etmek istiyordu ona. Bir kadın olarak Zeynep gibi genç kızların hakkının yendiğini düşünüyordu. Ne yazık ki davacı çete karşısında şansı neredeyse yok gibiydi. Ceplerine girecek paranın hayaliyle Zeynep’in en ağır cezayı alması için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Adı gibi emindi buna. Daha duruşma salonuna gelmeden her şeyi ayarlamış olmalıydılar. Hatta bununla yetinmeyip cezaevinde onu anasından doğduğuna pişman edeceklerdi. Bunu bilmek için evliya olmaya gerek yoktu. Bu konuda adliye arşivlerinde yüzlerce, hatta binlerce mahkum şikayeti mevcuttu. Duruşma tamamen göstermelikti. Öyle olduğuna inanıyordu Zeynep. Ama varsın öyle olsundu. Onu yok sayan bir canavarla ebedi yaşamaksa devletin cezaevinde yaşamak daha onurlu ve huzurlu olmalıydı…
Yalnızca kadın olduğu için, kendi yarattıkları inanç ve törelerden aldığını sandığı yetkiye dayanarak kendisini ömür boyu köle yapmayı erkeklik sanan bir insan müsveddesine alabileceği en büyük dersi vermişti ya… Bu korku belki bundan sonra birçok kadının yaşamını kurtaracaktı ya… Gerisinin ne önemi vardı?
Yargıç neden savunma yapmak istemediğini bir de onun ağzından öğrenmek niyetindeydi. Bir yargıç olarak her zanlının hatta suçlunun bile kendisini savunmaya hakkı olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla suçu sabit bile olsa birinin mahkeme karşısında kendisini savunmak istememesine bir anlam veremiyordu. Bir suçun sabit olması onu işleyenin cani olduğunu göstermezdi her zaman. Biraz da galiba aşağı yukarı aynı yaşlarda bir kız çocuğuna sahip olması yargıç yüreğini yumuşatıyordu.
Aslında şu anda mahkemede olanların büyük bir kısmı Zeynep fark etmemiş olsa bile yargıçtan savcıya, güvenlikten mübaşire, katibe hatta izleyicilere kadar herkes Zeynep’ten yanaydı. Ama kitapta yazanlar ne yazık ki Zeynep’i suçlu buluyordu. Suçu sabitti ve itiraf etmişti. Yalancı tanıklar da cabası… Bu yüzden ağır cezada yargıç karşısındaydı. Buna adaletin sosyal sapması denebilirdi. Ama bugün mahkeme duvarları içinde olup da bir şekilde yargılama sürecine dahil olan herkes kitabın aksine Zeynep’in elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıkmasından yanaydı.
‘Savunma yapmak en doğal hakkın kızım, biliyorsun sanırım?’
‘Biliyorum sayın yargıç.’
‘O halde neden kullanmıyorsun bu hakkını? Tamam belki kanıta gerek duyulmayacak kadar suçun sübut bulmuş olabilir. Ama bu her şeyin bittiği anlamına gelmez.’ Sonra Zeynep’in anlamsız bakışları üzerine anlamadığını düşünerek açıklamaya çalıştı. ‘Yani yadsınamaz biçimde kesinleşmiş. Üstelik itirafın da var. Ama belki nefsi müdafaadır, belki kazaen olmuştur. Bunu sen bile bilemeyebilirsin. Biz işte bunun için varız. Kanıtları değerlendiririz, tanıklara başvururuz. Davacı ve davalıları dinledikten sonra karar veririz.’
‘Haklısınız sayın yargıç.’
‘Peki o zaman savunacak mısın kendini?’
‘Hayır sayın yargıç, savunmayacağım.’
‘Nedenini kısaca söyler misin evladım? Adalete mi inanmıyorsun yoksa?’
‘Yok efendim estağfurullah… Öyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Ama karşıdakilerin gücünü çok iyi biliyorum. Karakterlerini de. Ankara’nın yarısı aleyhimde tanık olmuştur eminim. Bu koşullar altında ne yapsam nafile. Ayşe Hanım elinden geleni yapacaktır zaten. Aslında ona da gerek yoktu. İstemediğim bir yaşama mahkumiyetten kurtulmuşum. Eğer bundan sonra böyle bir şeye yeltenenlere bir mesaj verebildiysem ne mutlu bana. Bu aşamadan sonra yani kazandığım zaferin yanında bana vereceğiniz mahkumiyet ödül sayılır benim için.’
Yargıç bu konuşmanın amacından taşarak istenmeyen sonuçlar yaratacağını düşünerek mahkemeye geçmeye karar verdi. Daha fazla ısrar etse bir yargıç olarak taraf tuttuğu şeklinde yorumlanabilir ve bu durum mahkeme sürecine gölge düşürebilirdi.
Nasıl olsa kendisine soru yönelttiğinde istemese de savunmasını yapmış olacaktı. Sonuçta olayı aydınlatmak ve iddiaları açıklığa kavuşturmak için bizzat ve ilk olarak cürmü işleyene yani Zeynep’in ifadesine başvurmak zorundaydı. Gerisini olayların akışı belirleyecekti. Dolayısıyla şimdilik en azından bu ayrıntıya fazla takılmamak geriyordu.
‘Tamam kızım, şimdilik dediğin gibi olsun bakalım.’
Çok geçmeden korktuğu başına gelmişti. Davacı taraftan vahşi bir isyan çığlığı yükselmişti. Şahin’di bu sesin sahibi. Davacı tarafın şahini:
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç.’ diyordu tehdit kokan bir ses tonuyla. ‘Sanık işlediği cinayete zafer havası vermeye çalışmakta. Rahmetli müvekkilimin saygın iş adamı kimliğine kamu nazarında gölge düşürmeye çalışmakta. Sözlerini geri almasını talep ediyoruz.’
‘Evet haklısın Şahin Bey.’
Zeynep’e dönerek:
‘Duydun söylenenleri kızım. Sen ne kadar kabul etmesen de saygın bir iş adamı olarak tanınan maktul hakkındaki son sözlerini geri almanı istiyorum.’
‘Size ve mahkemenize saygısızlık olarak değerlendirmeyin sayın yargıç ama asla… Sonuçta burada suçlu sandalyesinde oturuyorum değil mi? Hesaba bir suç daha eklersiniz, olur biter.’
Başkan içinden ‘Yerden göğe kadar haklısını kızım. Olanak olsa seni değil mahkum etmek, insan hakları ödülü bile verirdim sana.’ dediyse de mesleki konumu nedeniyle seslendiremedi. Ama bacak kadar çocuktan böyle ayaküstü bir savunma duymaktan son derece mutlu olmuştu. Doğru söylüyordu aslında. Başkası olsa bu sözleri mahkemeye saygısızlık olarak kabul eder, yerin dibine sokardı. Ceza veremezdi belki ama rezil ederdi milletin önünde. Ama yapamadı. Haklıydı çünkü. Üstelik zaten ağır cezadan yargılanıyordu. Sözde saygın bir şerefsizin onurunu düşürmekten birkaç gün daha cezasına eklense ne olacaktı? Öyle ya… Şahin de iyi bozulmuştur ama diye iç geçirirken göz ucuyla bakmayı ihmal etmedi. Tahminlerinde haklıydı. Pancara dönmüştü hırsından… İçinden ağız dolusu gülmek geliyordu ama yapamazdı. Bir süre bu durumun alaycı bir gülümseme şeklinde dudaklarına yayılmaması için mücadele etti. Allah’tan salondaki hemen hemen herke aynı halde olduğu için içine düştüğü durumu sezen çıkmadı.
Davalı Zeynep on dokuz yaşındaydı. Mahkeme başkanı ifadesine başvuracağı sanığın künyesini okurken, bu on dokuz yaş salondaki istisnasız herkesi duygulandırmıştı. On dokuz yaşında bir kız çocuğunun böyle bir olaydan dolayı ağır ceza mahkemesinde işi neydi? Bu nasıl bir kaderdi? Kaderi yazan her kimse vicdanına neden danışmamıştı? Bu sorulara mahkemedeki tek bir kişi bile yanıt bulamıyordu. Yanıt bulamayanlar inançlarının zedelenmemesi için salondaki sütunları saymak, ceplerini karıştırmak ya da tespih çekmek gibi anlamsız hareketlerle oyalanarak kendilerini unutmaya çalışıyorlardı.
Liseyi yeni bitirmişti. Üniversiteye hazırlanıyordu. Hatta son zamanlarda içinde bulunduğu durumdan en kısa zamanda kurtulmasına vesile olacağını düşünerek memurluk sınavlarına çalışmaya başlamıştı. Onu yakından tanıyanlar okuma aşkıyla nasıl dopdolu olduğunu yadsımaya gerek bırakmayacak biçimde biliyordu. Bu yüzden de bunun gerçekten böyle olup olmayacağı yönünde kendi kendilerini sorguluyorlardı iç dünyalarında.
Mahkeme başkanı Salih her yargılamada kendinden pay biçerdi. Salih Bey öyle iyi hale yatan sapıkların, tecavüzcülerin oyununa gelerek ya da başka hesaplarla insanlık düşmanlarına iyi hal indirimi yapan yargıçlardan değildi. Asla olmamıştı. Adaletin ortaya çıkması için kılı kırk yarardı. Kader mahkumları noktasında olabildiğince esnek davranmaya çalışırdı karar verirken. Ama bu seferki bir başkaydı. Böyle davalar hiç hoşuna gitmiyordu. Eldeki kanıtlar elini kolunu bağlıyordu. Kendisinin de bir kız çocuğu vardı. Ve bu yaşta bir kızın böyle bir eylemi gerçekleştirebilmesinin ne kadar zor bir olay olduğunu bizzat kendi kızıyla kıyaslama suretiyle tahmin edebiliyordu.
Kendi kızı, fare görse boynuna atılan kızı Özge’nin çocukluğu geliyordu birden gözlerinin önüne. Koca kız olsa da hala aynı korkaklığı devam ediyordu ya… Bir böcekle bile mücadele edemeyen, henüz hayatın yükünü bile omuzlamamış Özge’nin ileride birini öldürebileceği… Tanrı yazdıysa bozsun… İçi titredi birden. O zaman aynı Tanrı Zeynep’e neden yazmıştı böyle bir kaderi? Yanlışlıkla yazmışsa bile neden bugüne kadar düzeltmemişti hatasını? Mümkün olamazdı o yaşta bir kızın bu kadar büyük bir olayı becermesi. Değil böyle bir şeyi duymak, gözüyle görse gene inanmazdı. İnanamazdı.
Karşısında sanık sandalyesinde, iki yanında polis eşliğinde mevcutlu oturan Zeynep’in işi neydi ağır ceza mahkemesinde? Beceremez de polisler yalan mı söylüyordu? Adli tıp gaipten mi uyduruyordu? Savcının iddialarının gerçeklerle ilgisi yok muydu? Yanlış yere mi tutuklamışlardı? Hepsi bir yana kendi itirafı bir okul müsameresinden alıntı olamazdı ya…
Davacı tarafın avukatlarına dönerek olayı açıklamalarını istedi. Dört avukat önce kendi aralarında kısa bir durum değerlendirmesi yaptı. Sonra aralarından seçtikleri biri ayağa kalkarak söz aldı. Bu, Ankara’nın en tanınmış avukatlarından Şahin Bey’di. Elli yaşlarındaydı. Şeytani kişiliği yüzündeki derin gölgelerden seçilebilen ve çevresinde pek makbul sayılmayan biriydi. Yakından tanışıyorlardı aslında. Daha önce birkaç duruşmasında yine Kara ailesini savunma görevi üstlenmişti. Aile avukatı sayılırdı Karaların. Mahkeme kurulu tarafından yakından tanınan biriydi.
‘Sayın yargıç, davacı taraf olarak öncelikle sizin de buyurduğunuz gibi sanık Zeynep’in dinlenmesini talep etmekteyiz.’
Şahin bütün servetini ve ününü Kara ailesine borçluydu. Tanrı için elleri çok boldu Kara ailesinin. Daha önce katıldığı ve akladığı davalardan sonra yüzünü hep güldürmüşlerdi. Bir zamanlar kentin ucuz semtlerinde salaş bir ofis sahibiyken, bugün Ankara’nın en lüks semtlerinde bir eli yağda bir eli balda yaşıyorsa bunu velinimeti Kara ailesine borçluydu. Ve bu gerçeği asla aklından çıkarmıyordu. Şimdi de istedikleri sonuca ulaşabilmek için elinden geleni yapacaktı. Zaten zor görünmüyordu. Sanık sandalyesinde oturan kız, olay anında yakalanmış ve suçunu ayrıntısına kadar itiraf etmişti. Bütün sorun onu Karaların şanına yakışacak bir cezaya çarptırmaktı. Gerisini zamanı gelince beyefendi nasıl olsa düşünürdü. Dört duvar arasında yaşayacaklarını kendisi tahmin bile edemezdi.
Daha önce ne olmazları olur kılmıştı. Sonuçta hayrına yapmıyordu. Hayrına diyenlerin bile biraz irdelense öbür dünyada götü kurtarmak için yaptıkları anlaşılırdı. Yoksa fakiri fukarayı, garibi gurebayı kim iplerdi. Düşünse Tanrı düşünür, baştan adam gibi yaratırdı onları. Tanrılar kullarını düşünmedikten sonra Şahin mi düşünecekti. Parayı veren düdüğü çalardı onun kitabında. Karşılığını aldıktan sonra karayı ak, şeytanı melek diye savunmakta bir beis görmüyordu. Yeter ki cukkası dolsun. İpten adam alırdı. İşin içinde Karalar varsa, babasının katili bile olsa bu kararı değişmezdi.
Diğer avukatlar da aşağı yukarı aynı düşüncedeydiler. Recai, Özcan ve Faruk… Kara ailesini çok iyi biliyorlardı. Elleri çok açıktı ama aynı zamanda hata yapanı affetmezlerdi. Yani onlar için bir duruşmaya çıkmaya niyetlenen avukatın başına gelebilecekleri baştan hesaba katması gerekiyordu. Bir yanda elde edeceklerinin şehveti, diğer yanda kaybedebileceklerinin korkusu davacı avukatlarını yırtıcı birer aslan haline getirmeye fazlasıyla yetiyordu.
Karaların davasını kabul etmek için hukuk bilimini yalamış yutmuş olmanın yanında, değirmen taşı gibi daşşak da gerekiyordu. Evet Karalar emeğinin karşılığını asla esirgemeden veriyorlardı. Tamam ama yazının bir de turası vardı. Eğer işlerini yapmaya kollarınızı sıvamışsanız, kaybetmek diye bir olasılığınızın olmadığını çok iyi bilmelisiniz. Mafya denen insanların yasalara baskın gelmeleri işte bu tavizsiz tavırları sebebiyleydi.
Devlet olsa hata yapanı mahkeme eder, yetinmez insan hakları ayağıyla ona bedavadan avukat tahsis eder. Şimdi olduğu gibi… Yine yetinmez yasalar arasına bir yığın hafifletici olasılık serpiştirir. Ceza vermenin yanında bilerek ya da bilmeyerek hataya düşmüş her vatandaşını aynı zamanda kazanmaya çalışırdı. Ama Karalar için tek olasılık olabilirdi. Beyninize yiyeceğiniz kurşun. Hatta bazen mezarınız bile olmayabilirdi. Üzerinde yaşamayı planladığınız lüks bir dairenin temelinde kimsesiz bir ceset de olabilirdiniz.
Yirmi sekiz yaşında, çiçeği burnunda bir avukat olan Ayşe bütün bunlara vakıftı. Bu davayı kabul etmesinin en büyük sebebi feminist tarafı olmasıydı. Yoksa böyle bir şeye asla cesaret edemedi genç kız yüreği. Bütün bunlar açıkça itiraf edilmiyor, dil ucundan kaçanlar ise alelacele hukuki söylemlerle ört pas ediliyordu.
Kendi tarafında umut kırıntısı denebilecek olasılıklardan hiçbiri söz konusu değildi. En azından şimdilik… Karşı cepheden şu ana kadar kapısını çalan olmaması Kara ailesinin henüz bu tarafta bir tehlike görmediği anlamına geliyordu. Kendisini adamdan saymıyorlardı yani. Doğrusu bu amansız mücadelede Ayşe de kendine pek güvenmiyordu. Tek başına nasıl mücadele edecekti karşısındaki avukat ordusuyla emin değildi. Her şey bu kadar meydandayken…
Ortama egemen olan kapkara bulutlara karşın sanık sandalyesinde başı dik oturan Zeynep, kendini adsız bir kahraman olarak görmekten alamıyordu. Maddenin şımarttığı bir pisliğe pabuç bırakmamıştı. Az şey miydi bu? Azıcık akılları olsa hemcinsleri için ne hikmetler gizliydi bu olayda. Maddi tamahın gözünü körelttiği ahmak babalar, etkisiz elemandan farkı olmayan, hepsinden daha fenası bu durumlarını kader sanan zavallı analar için…
İnşallah bundan sonra kendilerine danışma zahmetine girmeden kızlarını satmaya ve nikahla gizledikleri iğrenç emellerini yaşama geçirmeye niyetlenenler ayaklarını denk alacak ve bir kere daha düşünmek zorunda kalacaklardı. Vicdanın ve insafın bütün direnmelerine karşın böyle bir tecavüz gerçekleşse bile bu işte parmağı olanlar ölüm korkusuyla artık huzur içinde başlarını yastığa koyamayacaklardı. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Az şey miydi bu?
Onun için kendini savunmayacaktı. Sonu isterse idam olsun. Umurunda bile değildi. Namusuyla yaşamış, şerefiyle ölmüş olurdu. Namus ve şeref her neyse artık…
Mahkeme başkanı daha fazla beklemenin, davacı avukatının talebi de ortadayken, anlamı olmadığına hükmederek duruşmaya başladı.
‘Zeynep kızım.’
Zeynep adını duyar duymaz ayağa kalktı. Mahkeme salonu tam bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hazır bulunanlar nefes almaya çekiniyor-lardı, tanık olacakları hiçbir şeyi kaçırmamak için. Yalnızca başkan ve kürsünün önündeki daktiloyu dans ettiren yazmanın yaşadığına hükmedilebilirdi:
‘O gün yaşadıklarını ta başından itibaren bize bir anlat bakalım.’
Zeynep’in Yaşadıkları
Kitabın yazdıklarından çok karşısında duran yargıçlar kuruluna, savcıya, hatta iki yanında bekleyen polislere daha çok güvenen Zeynep’te telaştan eser yoktu. Adının duyulmasıyla birlikte anında ayaklanmıştı. Ama bunu korkudan değil adalete saygısından yapmıştı. Her şeye rağmen adalete güveniyordu. Aç, susuz yaşanırdı belki ama adaletsiz mümkün değil…
‘Aslında bilindik bir hikaye sayın yargıç. Bir kere daha anlatmak ağırıma gidiyor.’
‘Olsun kızım sen anlatacaksın biz dinleyeceğiz ki karar verelim. Bir de senin ağzından duyalım olanları bakalım. Hem işin orasını bize bırak istersen…’ Önündeki dosyayı kastederek devam etti: ‘Daha önce savcılığa anlattıkların önümde duruyor. Mahkeme böyle olur. Kendini savunmak istememen, benim sana soru soramayacağım anlamına gelmez. Ben bu salondaki herkese soru sorabilirim. Ve sorduklarıma adaletin tecellisi adına herkes cevap vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda doğruları söylemekle... Sanık olduğun için ilk sırayı sana veriyorum. Anlat bakalım. Bir kere de senin ağzından dinleyelim olanları. Belki böylece daha önce anlattıklarında unuttuğun, bilmeden atladığın ya da bizim göremediğimiz noktalar varsa, ortaya çıkar.’
Salih bugün bir ağır ceza yargıcı gibi davranamıyordu. Ağır ceza yargıcı gibi davranmak içinden gelmiyordu daha doğrusu. Mahkeme kurulunun fark etmesini istemiyordu yalnızca. Mahkeme sürecinde doğru olmazdı böyle bir durum. Adalete gölge düştüğü izlenimi yaratabilirdi. Zeynep’in yerinde bir başkası olsa, yerin dibine sokardı. Ne demek bir daha anlatmak zoruna gidiyormuş? Röportaj mı yapıyoruz burada tiyatro mu diye başlar, eşekten düşmüşten beter ederdi.
Daha önce bir biçimde ağır ceza mahkemesinde bulunmuş ya da mahkeme sürecine tanık olmuş olanlar da bu aşamada yargıcın kükremesi gerektiğini biliyordu. Bir ağır ceza yargıcının bu kadar sakin olması normal koşullarda pek hayra alamet sayılmazdı. Ama şimdi durum başkaydı. Onun için kimse bu olağanüstü durumun üzerinde durmaya niyetli değildi.
Ağır cezada yargılanan tutuklular bazen çekecekleri cezanın bir kısmını mahkeme salondaki muamele ile öderlerdi. Böylece edepsizlikleri de yanlarına kar kalmazdı. Bugün böyle olmuyordu. Davacı tarafın dışında salonda bulunan herkes yasaya karşın Zeynep’in yanındaydı. Ve yine herkes olmayacağını bile bile yargıcın beraat kararı vermesi için dua ediyor ve Tanrı’dan bir mucize bekliyordu.
‘Liseyi yeni bitirdim. Okulda gayet başarılı bir öğrenciydim. Ama boyu devrilesi o herifin bana göz koyduğunu anladığım andan itibaren daha bir asıldım okula. Tek kurtuluşumun iyi bir bölüm kazanmak olduğunu biliyordum. Kazanabilirsem alıp başımı gidecektim buradan. Devlete sığınacaktım. Bu aşkla okul ikincisi olarak mezun oldum.’
Salih gülmemek için kendini zor tutuyordu. Boyu devrilesi dediği adamın boyunu bizzat kendisi devirmişti.‘ Ellerine sağlık daha neyini devireceksin be kızım?’ diye kendi kendine mırıldandı.
Yalnızca Salih değildi o esnada gülen. İzleyicilerin içinde bayan olanların hemen hepsinin yüzlerinde acı bir istihza belirmişti. İyi okunduğunda bu çizgiler ‘Nereye gideceksin kızım?’ diyordu. ‘Kız başına sana izin verir mi ahlak ve namus havarisi geçinen bu toplum?’ Son cümlede yüzlerde tarifi olanaksız karanlık gölgeler belirmişti. ‘İki günde aç köpekler gibi parçalar seni erkek milleti. Bakma sen onların namus cinayetleri işlediklerine…’ Ama bütün bu derin anlamlar yüzlerde kaldı. Kimse mırıldanamadı bile.
Davacı avukatı Şahin, sanık Zeynep’in merhum müvekkili hakkında biraz önce sarf ettiği edebe aykırı söz üzerine itiraz etmeye yeltendiyse de mahkeme başkanının yüzündeki alaycı ifadeden çekinerek şimdilik dinlemede kalmayı daha uygun gördü. Ama içinden ‘Hoşuna mı gitti lavuk?’ demeden de kendini alamadı.
‘Amacım üniversite okumaktı dediğim gibi. Girdiğim deneme sınavlarından o kadar yüksek puanlar alıyordum ki, öğretmenlerim bana kesinlikle kazanır gözüyle bakıyorlardı. Hukuk okumak istiyordum sayın yargıç. Belki ileride sizin gibi yargıç olmak...’
Nezle olmuş birini andırmaya başlayan sesine duygusal bir boğukluk geldiği için konuşmakta zorlanıyordu.
‘Benim ne günahım vardı sayın yargıç? Benim ne eksiğim vardı? Doğuştan suçlu mu yaratılmıştım? Yalnızca kız olduğum için kendi kararımı kendim veremeyeceksem, yaşamanın ne anlamı vardı? Okumak istiyordum yalnızca. Hırsızlık yapmak, namussuzluk yapmak ya da cinayet işlemek değil. Ama bu nasıl yazgıysa bugün ağır ceza mahkemesinde yargılanan bir tutuklu olarak bulunuyorum karşınızda.’
Başını önüne eğdi. İçli içli ağlıyordu. Omuzlarındaki ürkek dalgalanmalar ağlamaktan utandığını yönünde bir izlenim uyandırıyordu salondaki şaşkın bakışlarda. Gördükleri manzara karşısında bütün gözler bulutlanmıştı. Bundan en çok başkan sıkıntıya düşmüştü. Bir şey söyleyecekti ama tarafsızlığına halel gelmemesi için ses tonundan olaydan etkilendiğini kimsenin anlamaması gerekiyordu. Yasalardaki boşluklardan biri de yargıcın tarafsızlığı sorunuydu. Böyle bir olayda tarafsız olmak başlı başına adaletin ırzına geçmekten başka ne anlama gelirdi?
Salih bir süre önündeki dosyayı karıştırdı. Önemli bir şey arıyormuş gibi ciddi bir hava takınmaya çalışıyordu. Böylece içinde kopan fırtınayı bastırabilmek için zaman kazanacaktı becerebilirse. Savcı ve diğer yargıçlar da başlarını önlerine eğmişlerdi. Onların durumu da pek farklı sayılmazdı. Gözlerinden sızan isyan çığlıklarını adalete gölge düşmemesi için gizlemeye çalışıyorlardı.
‘Dualarım bile kabul olmadı sayın yargıç. Halbuki öyle içten dua etmiştim ki, hem de günlerce. Mazlumun duası kabul olur diye duymuştum. Ben mazlum değil miydim? Benim duam kabul edilmeyecekse kiminki kabul edilecekti? Dualarım kabul olmadığına göre belki kız olduğum için mazlum değildim. Söylenenlere göre erkeğin cennetten kovulmasına sebep olan şeytanın yoldaşı olarak yaratılmışız. Tanrı bile bu yüzden yani, beni sevmediği için dualarımı kabul etmiyordu.
‘Sonuçta sayın yargıç benden on beş yaş büyük azgın bir tekenin yatağına tecavüz mahkumu olarak gidiyordum. Benim hükmüm doğarken verilmiş, ilahi adalet kalemini kırmıştı. Bana yüce mahkemeniz ne ceza verirse versin, kaderin kestiği cezanın yanında hükümsüz kalır. İşte onun için kendimi savunmak istemiyorum sayın yargıç. Onun için…’
Şahin söz istedi, heyecanla ayağa kalkarak: ’İtiraz ediyorum sayın yargıç. Maktul yaşamda olmayan ve kendisini savunamayacak olan müvekkilime hakaret etmektedir.’
‘Tamam, kabul edildi. Kızım sen de kelimelerini biraz seçmeye çalış. Biliyorum senin yaşında birinin yaşadıklarının altından kalkması çok zor ama burası da mahkeme...’
Böyle demekle birlikte gözlerindeki anlam bambaşkaydı. ‘Kızım’ diyordu bakışlarıyla. ‘Ben de aynı görüşteyim. Elimde olanak olsa azgın teke dediğin gavatın leşini bile idama mahkum ederdim. Ama ne yazık ki yasa adamıyım. Ve önümdeki kitaplar elimi kolumu bağlıyor. Hem öyle bir bağlıyor ki emin ol senin bileğindeki kelepçeler bile onların yanında kurdele kalır.’ Meselenin asıl ironik tarafı Salih’in bakışlarındaki mors alfabesine benzeyen imayı Zeynep’in ruhunun derinliklerinde hissetmesiydi. Salih için bu bile yeterdi. Hissetsin ki gönül koymasın, vermek zorunda kalacağı ceza karşısında.
Kızın haklı olduğunu bile bile böyle bir çıkış yapmak zorunda olmak, Salih’in mesleğine olan saygısını tüketiyordu. Artık emekli olma zamanı geldi diye düşünüyordu. Daha fazla dayanamayacaktı yorgun yüreği, yanlış kararlar vermeye.
‘Özür dilerim sayın yargıç. Dikkat ederim bundan sonra. Biraz da bunun için aslında konuşmak istemiyordum. Başıma gelecekleri düşündükçe kendime hakim olamıyorum. Tekrar özür dilerim. Okutmadılar beni sayın yargıç hep birlik olup. Ben kafama koymuştum okumayı ama olmadı. Ne pahasına olursa olsun okuyacaktım. Beceremedim. Gücüm yetmedi. Eğer üniversite sınavına girebilseydim, direnecektim sonuna kadar. Hayalimdeki mesleğe ilk adımı atacaktım. İzin verselerdi eğer. Ama olmadı. Sınav günü eve hapsettiler beni. Kapıyı üzerimden kilitlediler. Bir fare gibi ne kadar çabaladıysam, ne kadar çırpındıysam kar etmedi. Çıkamadım dışarı, giremedim sınava.’
Bu sefer iri damlalar halinde yaşlar dökülüyordu gözlerinden. Değdiği yeri alev alev yakan erimiş kurşun damlalar…
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç, sanık duygu sömürüsü yaparak yüce mahkemeyi aldatmaya çalışıyor.’
Şahin’in bu sefer itirazı kabul edilmedi.
‘O kadar da değil, itiraz kabul edilmemiştir. Bu kız tiyatrocu değil ki istediği zaman ağlasın. Anlattıklarına bakılırsa ağlaması gayet normal… Kızım sen de duygularına egemen olmaya çalış. Ağlayacak daha çok zamanın olacak.’
‘Biliyorum sayın yargıç, ömrümün sonuna kadar cezaevinde ağlayacak daha çok vaktim olacak.’
Başkan kullanmış olduğu bir kelimenin henüz yargılaması bitmemiş bir davanın sonucunu hissettirmesinden memnun olmadı. Yanlış anlaşılma olasılığını kaldırmaya çalıştı:
‘O anlamda demedim evladım, sen de hemen yanlış anlama. Beni de sıkıntıya sokarsın sonra. Bak daha mahkemenin başındayız. Biz yargıçlar bile mahkemenin sonucunu tam olarak kestiremeyiz. Kimse kestiremez. Kitap mahkeme yöntemini göstermiş. Tanıkları dinleyeceğiz. Şikayetleri ve savunmaları dinleyeceğiz. Kanıtları inceleyeceğiz. Sonra toplanıp aramızda müzakere edeceğiz. Kitabın gösterdiği yoldan giderek bir karara varacağız. Üstelik tek başıma vermeyeceğim kararı. Yasa bana bile güvenmiyor tek başıma. Mahkeme kuruluyla birlikte… Ben mahkeme sabaha kadar sürmeyecek, bir süre sonra bitince ağlarsın ya da istersen gülersin demek istemiştim.’
‘Ziyanı yok sayın yargıç. Beni bu aşamadan sonra hiçbir şey ağlatamaz da üzemez de. Yargılama sonucu yalnızca iki seçeneğim olduğunu herkes biliyor. Biri idam diğeri ağır hapis... İdam cezası infaz edilmediğine göre… Daha neden etkileneyim, neden üzüleyim? Sonuçta şeriatın kestiği parmak acımazmış. Devlete de boynumuz kıldan incedir. Yeter ki devlet vatandaşları arasında eşit olsun, adil davransın…’
‘Biz onun için varız yavrum. Bak devlet sadece senin için kaç kişi görevlendirmiş. Yazmandan mübaşire, güvenlikten avukata, savcıdan yargıca kadar… Hatta böyle zorlu mahkemelerde devlet sadece bana da bırakmamış kararı, üç yargıç görevlendirmiş. Üstelik yargılama süreci her aşamasında halka açık… Sen şimdi bunları bir kenara bırak bakalım da konumuza dönelim. Seni kim ve neden hapsetmişti eve? O olayı anlat bakalım bize.’
‘O günün bir gün öncesinden beni eve kilitlediler. Annemle babam yani… Kafama koyduğumu yapacağımı biliyorlardı. En iyi onlar biliyordu. Çünkü beni çok iyi tanıyorlardı. Ama onların niyeti beni bir tecavüzcünün gerdek yatağına müebbet mahkum etmekti. Ama olmadı işte. Olmadı. Bundan sonra da olmayacak!’
Bu sefer de gülme kriziyle çalkalandı duruşma salonu. Zeynep iki gözü iki çeşme gülüyordu. Yargıçlar ve savcı birbirlerine baktılar. Hepsinin gözü başkandaydı. Fakat başkan on dokuz yaşında bir kızın yaşadıkları karşısında iç dünyasında çıkması olası fırtınaları tahmin edecek olgunluktaydı. Bir süre sesini çıkarmadı. Eğer akli dengesini yitirmediyse nasıl olsa bir süre sonra geçerdi. Öyle de oldu. Zeynep herhangi bir uyarıya meydan vermeden devam etti:
‘En azından bunu becerdim. Elde edeceği avantanın hayaliyle sarhoş babam ve yaşamı boyunca onun sözünden çıkmayan ve kendi olmayı beceremeyen garip anama karşın becerdim. Dualarımı kabul etme tenezzülünde bulunmayan, bununla yetinmeyip başıma gelecekleri bildiği halde bana en ufak bir kurtuluş umudu bırakmayan bunların Tanrısına karşın başardım. Benden sonrakilere ders olsun. Bundan sonra hiçbir sapık parasına ve gücüne güvenerek gencecik kızlara tecavüze yeltenmesin! Eğer bu korkuyu tecavüzcülerin yüreğine koymayı başarabildiysem, isterseniz asın beni sayın yargıç. Darağacı benim için cennetten gönderilmiş Tuğba dalı olabilir ancak.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Sataşma var. Sanık müvekkilime hakaret ederken toplumun inançlarına da saygısız bir ifade kullanıyor.’
Neden olduğunu çözemediği halde başkanın içinden yükselen bir ses Zeynep’in haklı olduğunu haykırıyordu. Fakat o kadar yıl okumasına karşın karşısında sanık sandalyesinde oturan lise mezunu kız kadar cesur değildi bu konuları açığa vurma noktasında.
Evet bir yanı hak vermiyor değildi. Ortada bir mazlum varsa o da bu kız olmalıydı. Belli bir yaşa gelince evlenmek gelenek olmuştu. Bir yere kadar gerekliliğini kabul ediyordu ama aradaki yaş farkı göz ardı edilemezdi. Üstelik insanı insan yapan özelliklerden biri de iradesiydi. Ceza takdir ederken bile sanığın suçu özgür iradesiyle bilerek mi kazaen mi işlediğine bakarak karar veriliyordu. İradesini kullanamayanların ceza sorumluluğu bile kalkıyordu.
Bu kızın iradesi ve gönlü evlenmekten yana olsa bile maktulden yana değildi. Bunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. İstemiyordu. Ve tutanaklara bakılırsa, bunu taraflara defalarca ifade etmişti. Okumak istiyordu. Birinci önceliğiydi okumak. Okumak deyince akan suların durması gerekiyordu aslında. Ama dünyanın en mükemmel inancına sahip olduğunu söyleyenlerden biri kalkıp da Zeynep’ten yani okumasından yana olmamıştı.
Buna karşın bir de zorla evlendirilmeye çalışılmasının makul ve mantıklı hiçbir açıklaması olamazdı. Hepsi bir yana mazlum ve mağdur olduğu bu kadar açık ve kesin olan şu biçare kızın karşısında ettiği duaları Tanrı neden kabul etmemişti? Neden kabul etmemişti de beşeri bir mahkemenin insafına terk etmişti. Hani mazlumun duası geri çevrilmezdi? Yoksa meselede bizim bilmediğimiz bir şeyler mi vardı? Yani örneğin bu davada Zeynep’i maddi olanakları ve para delisi babasının tamahını kullanarak yatağına müebbet mahkum etmeye çalışan öküz mü masum ve mazlumdu? Zeynep’in yaşadıklarına bakılırsa Tanrı da ondan yanaydı. Bu nasıl olabilirdi? O zaman doğru neydi dünyada yanlış ne? Bu da ayrı bir sorun...
Ve şimdi burada Tanrısının arka çıkmadığı bir genç kıza mahkeme başkanı olarak tek başına nasıl arka çıkacaktı? Şimdi iyi mi olmuştu yani? Tanrı’nın dağıttığını temizlemek kendilerine düşüyordu. Ve bundan yargıçların hiçbiri mutlu değildi. Masum bir genç kızın duasını kabul etmek Tanrı’ya ne kaybettirirdi? Bu durumda sadece Kara ailesi kaybederdi. Yoksa Karaları karşısına almak Tanrı’nın işine mi gelmiyordu?
Böyle şeyleri düşünerek sanıkla aynı günahı işlediğini fark eden Salih, çok geçmeden kendine gelmeyi başardı. Daha ılımlı düşünmeye çalışıyordu artık. Ama bunu tam anlamıyla becerebildiğine pek inanmıyordu. Başaramayacaktı galiba… Manzara hiç iç açıcı değildi çünkü. Siciline cinayet suçu işlenen ve namusu kirlenen bu kızın beraat etse bile bundan sonra normal biri olarak yaşaması mümkün müydü?
Ya Tanrı mutlu muydu şimdi? Her şeyde bir hayır varsa bir cinayet ve tecavüzden oluşan bu sahnede nasıl bir hayır olabilirdi? Her işte bir hayır varsa, bu kızı zorla yatağına mahkum eden sözde kocası bir hayırsever miydi yani? Onu paranın şımarttığı bir sapığın yatağına iteleyen ana babası hayır alanında maktul ile yarışıyor muydu? Biz insanlar mı çok salağız ya da inandıklarımızın aslında gerçekle ilgisi mi yoktu? Tanrılar bu işin içinden çıkarmıyorsa, bir yargıç ve insan olarak kendisi nasıl çıkacaktı?
Mahkeme başkanı meslek hayatında çok nadir yaşamıştı bugün iç dünyasında yaşamak zorunda kaldığı fırtınayı. Bir yasa adamı, kız babası ve insan olarak içinden çıkamadığı mücadelelere sahne oluyordu zihni. Çok geçmeden yasa adamı tarafı ağır bastı. Davacı taraf haklıydı yasa önünde.
‘Kızım kendini savunurken elbette birilerini suçlaman normal. Ama kantarın topunu kaçırma. Tüm toplumun değerlerine karşı gelme. O başka bu başka.’
Zeynep yanıtını bir süre sesiz kalarak vermeyi tercih etti. Sonra kaldığı yerden devam etti. Gülme krizi artık epey geride kalmıştı.
‘Bütün isyan ve çabalarıma karşın hakkımda hüküm verildi, yani bu herifle sözümüz kesildi. Fakat benim elde tutulamayacağımı anladıkları için iki taraf da süreci hızlandırma noktasında karar almışlar. Benim haberim yok tabi… Konu komşuya rezil olmuştuk bir kere. Ayrıca eğer her şeye karşın beni evlendirirlerse kendimi öldüreceğimi anne babamın yüzüne bütün samimiyetimle haykırdığım için… Ben bir şey demişsem mutlaka yaparım. Beni tanıyanlar iyi bilir. Çok iyi bildiği için eline geçecek yağlı kemikten mahrum kalmak istemeyen babam, bir ay içinde düğünümüzü yapma kararı verdi.’
‘Yağlı kemik derken neyi kastettiğini biraz aç bakalım kızım.’
‘Babam uzun yol şoförüdür sayın yargıç. Son beş yıldan beri Karaların şirketi için çalışıyordu. Zaten tanışmaları oradan geliyor. Öğrenciyken lisede yani, beni güya gezdirmek bahanesiyle Karaların şirketine götürmesi de pazarlamaymış aslında farkına varamamışım o zamanlar. Herif beni fark edince Mondros anlaşması için müzakereler başlamış. Ama ne yazık ki okul ve derslerimle meşgul olduğum için başıma örülen çorabı yine fark edememişim. Yok eğer annem fark etti de engel olmaya çalışmadıysa ona da hakkımı asla helal etmiyorum. Bunu yüce mahkemenizin huzurunda açıkça söylüyorum.
Anlaşma sağlanınca iş beni baş göz etmeye razı etmekteydi. Ben okumak istiyordum, evlenmek değil. Edemeyince zora ve hileye başvurdular. Sonuç işte ortada… Ha bu arada babama verdikleri yağlı kemik kendi sürdüğü tırı satın almak oldu. Uydurma bir satma muamelesiyle hurda fiyatına ve çok uzun vade ile.’
Daha fazla devam edemedi. Mahkeme salonu birden bağırış çağırışlarla çalkalanmaya başladı. Olaya hemen müdahale eden görevliler Zeynep’in annesi Merve Hanım’ı hastaneye kaldırmak üzere salondan dışarı çıkardılar. Babası Abdullah da yargıçtan izin alarak refakatçi olarak peşinden seğirtti.
Kadının durumunu iyi görmeyen başkan Zeynep’e kendini iyi hissetmiyorsa ara verebileceğini söyledi. Fakat böyle bir araya yanaşmadı Zeynep. Ayılma bayılma olayını annesi hakkında yaptığı tespiti haklı çıkaran bir senaryo olarak yorumlamıştı. Doğrusu bu aşamadan sonra pek umurunda değildi annesi. Anlamıştı çünkü neden fenalaştığını. Mahkemedekiler de anlamıştı. Yargıç her şeye karşın annesine böyle davranmasının haksızlık olduğunu düşünüyordu. Ne olursa olsun annesiydi… Bu durum hakkındaki iyi niyetin erimesine sebep olabilirdi.
Belli etmemek için insanüstü bir gayret göstermesine karşın Zeynep de etkilenmişti olanlardan, ayrıca yorulmuştu. Bir an önce bitmesini istiyordu bu seremoninin. En iyisi kaldığı yerden devam etmekti. Devam etmek ve bir an önce bitirmek… Ve olayları akışına bırakmak…
‘Ne olduğunu anlayamadan kendimi nikah masasında buldum sayın yargıç. Zaman o kadar hızlı akmış, olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki. Fırsatını bulsam kendimi öldürecek ya da kaçacaktım. Nereye, nasıl bilmiyorum ama kaçmaktı ilk planım. Fırsat vermediler. Her an başımda nöbet beklediler. Sonunda nikah da bitti.
Bu arada kendimi öldürmemin onların umurunda bile olmadığını hissediyordum aslında. Basın yayından aklımda kalanlardan yaptığım çıkarsamaya göre tecavüz ve işkenceye maruz kalan bir kadının kendini öldürmesi aslında aradıkları şeydi. Bir zaman sonra bu tipler tecavüz ve işkenceden kanıksamaktaydılar. Yeni avlar, yeni kızlara uzanmak için ayaklarına takılan bir engel olarak görüyorlardı peşlerinde takıldıkları eski sevgililerini. Benim durumum da bundan farklı olmayacaktı kendimi öldürseydim. Aslında her şeye karşın yine de bir kadın acizliğiyle bundan başkasını yapabileceğimi sanmıyordum. Olay buraya kadar nasıl geldi anlayamadım.
Yaşamımı ikiye ayırmak gerekirse gelin arabasına binmeden önce ve sonra diye ikiye ayırabilirim. Çünkü o arabaya bindikten sonra hayal ettiğim ve planladığım ancak bazen olanaksızlıktan bazen cesaret edemediğim için yapamadıklarımı nasıl yaptığımı anlayamayacak derecede kendimi kaybetmiştim. O aşamadan sonra sayın yargıç, ben, ben değildim. Bir daha da olamayacağımı biliyordum.’
‘Gelin arabasında seni bu kadar yoldan çıkaracak ne oldu?’
‘O gün bütün gün somurttum. Suratımdan düşen bin parçaydı. Ta baştan beri böyleydi. Bir gelinin böyle yapması elbette güzel bir şey değil. Ama zorla ve satılarak evlenen biri olarak zil takıp oynayamazdım. Siz olsanız istemediğiniz bir halde ve zamanda gülebilir misiniz?’
Zeynep yanıt almak için sormamıştı. Onun için ara vermeden devam etti. Yargıç da cevap veremeyeceği bir soruyla yüz yüze gelmekten kurtulduğu için derin bir nefes aldı.
‘O arabaya binmem bile yalnızca annemim ve kardeşlerimin rahatı bozulmasın diyeydi. Ama nereye kadar sayın yargıç? Herkesin bir tahammül sınırı var.’
‘Sayın yargıç evet dedikten sonra gelin arabasında ne sıkıntı olabilir? Duygu sömürüsü yapıyor. Hem ağlar, hem gider hesabı yani…’
Dur bakalım, söylesin de öğrenelim ne olduğunu. Söyle kızım nasıl bir sorun olabilir gelin arabasında?’
‘Söylemeye söylerim de nasıl inandıracağım onu bilmiyorum. Tanı-ğım yok ki.’
‘Şoför yok mu? Al sana tanık.’
‘O Karaların adamı. Doğruyu söylemez. Söyleyemez. Parçası kalmaz böyle bir hata yaparsa.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Müvekkilimi öldüren kendisi… Bir de nasıl tehdit ve şantajla itham edebilir. Bu yaptığı başlı başına bir suç…’
‘Bak bunda haklısın. Böyle bir şey varsa kanıtlanması gerek. Kızım duydun değil mi konuşulanları? Ya söylediklerini kanıtla ya da suçlayıcı ifadeler kullanma.’
‘Kanıtlayamam sayın yargıç. Onun için kendimi savunmak istemi-yorum. Siz sordunuz diye söyledim. Yoksa beni ne yasa ne Tanrısal adalet kurtaramaz bu vakitten sonra. Daha önce olduğu gibi… Kanıtlayamam ama açıklamaya çalışırım. Karaların polis ve adliye kayıtlarına bakarsanız nasıl karanlık işlere bulaştıklarını görebilirsiniz. Bu kadar kısa zamanda bu kadar servet edinmek yalnızca alın teriyle açıklanamaz. Takdiri ilahi de diyemezsiniz. O zaman Tanrı’nın kulları arasında taraf tutuğunu ima ederek Tanrı’ya iftira atmış olursunuz.
Geriye tek bir seçenek kalıyor. Onun ne olduğunu eminim buradaki herkes benden iyi tahmin edebiliyordur. Elindeki maddi olanaklara tamah ederek köpekleşen adamlarına istediğini yaptırmak... Bir onlar değil ki dünyanın neresine giderseniz gidin aynı durumla karşılaşırsınız. Bu tür ilişki karşısında devletin yapacağı bir şey yok. Kanıtı yok çünkü.
Kendileri suç işlemezler. Maşaları işler, sonra kendi ayağıyla gelir, teslim olur. Buraya benim yerime getirilir. Siz de yasa kitabına ve düzmece kanıtlara ve yalancı tanıklara bakarak suçlu görünen ya da suçu üzerine alan kişiyi mahkum edersiniz. Belki siz de bilirsiniz aslında mahkum ettiğiniz kişinin gerçek suçlu olmadığını ama eliniz kolunuz bağlıdır. Bir şey yapamazsınız. Gerçek suçlu yine dışarıda kalır. Böylece adalet yerini bulur sanırsınız. İnanmasanız da buradan öteye gidemezsiniz. Gitmek isteyen bir devlet memuru şeytanın aklına gelmeyen iftiralarla perişan edilir. Böyle olaylarla eminim defalarca karşılaşmışsınızdır.’
Ne yazık ki doğru söylüyordu karşısındaki bacak kadar kız. Üstelik söyledikleriyle kırk yıllık bilgi birikimini, deneyimini yerle bir edercesine… Savcı da dahil yargıç kurulunun hepsi hemen hemen aynı düşüncedeydiler. Sadece efendisinin kemiğini yalayan ve kemik yalamayı matah sanan davacı avukatları aynı düşüncede değildi.
Özellikle savcı Nihat, Kara ailesinin bütün kirli işlerine vakıftı görevi gereği. Dediği gibi bir yığın alengirli işleri vardı. İçinde faili meçhul de dahil. Ama yine sanığın dediği gibi her seferinde ilgisiz biri gelip teslim oluyor, fındıkkabuğunu doldurmayan bahanelerle suçu üzerine alıyordu. Yani yalnızca savcı değil yargıç kurulunun da içinden geçirdiği gibi bir türlü punduna getirip deliğe tıkamıyordu gavatı. Yani patronu olacak adamı.
Salih kravatını gevşetmek zorunda kaldı. Bir ara duruşmaya ara vermeyi bile düşündü ama sona bu kadar yaklaşmışken aynı gün bir kere daha bu çileyi çekmeyi göze alamadı. Umarsız devam edecekti.
‘Kızım sen bize şu gelin arabasında olanları anlat biran önce de sona erdirelim duruşmayı. Daha gerdek gecesini anlatacaksın…’
‘Arabaya binince sayın yargıç, nasıl olsa kimse duymuyor diye bağırıp çağırmaya başladı. Arabanın camları film kaplı... Bağırmak çağırmak değil, dilim dilim kesse kimsenin görmesi, duyması olanaklı değil. Neden somurtuyormuşum, onu millete rezil rüsva etmişim, buna hakkım yokmuş, bu kadar edepsizlik yetermiş, şımarıklığında ısrar ederse haddimi bildirmesini bilirmiş ve daha neler neler…
‘Ben de asıl şımarığın kendisi olduğunu, inanmıyorsa aynaya bak-masını söyledim. Dahası evlenmekle haddimi zaten bildirdiğini, yani beni müebbede mahkum etmekle, bundan başka daha ne yapabileceğini, kendisine sormadan zorla evlendiğini, böyle bir şeyin insanlıkla, insafla ilgisi olamayacağını ekledim. Hatta onun yaptığını en vahşi hayvanların bile yapamayacağını söyledim. Sanki dediklerimde hata varmış gibi sinirleri tavan yaptı öküzün.’
Davacı taraf son söz üzerine itiraz edecekti ama yargıcın bir el işa-retiyle vazgeçti. Son sözler olduğu için yargıç kesmeyi uygun görmedi. Davacı avukat da ısrarından vazgeçti.
‘Sinirlenince tokatladı beni. Boğazıma sarıldı. Nefessiz bıraktı. Ben de yüzünü çizdim tırnaklarımla. Can havliyle ne yaptığımı bilemeden. Bu sefer iyice küplere bindi. İçinde ne varsa kusmaya başladı. Kenar mahalle gülüymüşüm. Çöplük prensesiymişim. Bir yandan da tokat yumruk ne gelirse esirgemiyordu.
‘Açlıktan ağzım kokuyormuş. Sayesinde ben ve ailem adam sınıfına dahil olacakmışız. Ama kadir kıymet bilmiyormuşuz. Anam da ben de yani. Seni altıma aldığım gibi ananı da alacağım, hiç merak etme o… Para için beni bu zalime satan godoş babam anamı da gümüş tepsiyle kendisine verirmiş. Zehirli oktan beter bu sözler kulaklarımda değil, sanki beynimin içinde yarasalar gibi uçuşuyordu. Gözlerim kararıyor, midem bulanıyordu. Zaten ağzım burnum kan içindeydi. Baştan ayağa kasılmaya başlamıştım. Şerefsiz herif hala konuşuyordu. Senden sonra ananı da belleyecem hiç merak etme o… seni. Son sözden sonrasını hatırlamıyorum. Sanırım yine tırnaklarımı yüzüne geçirmişim. Ayıldığımda gerdek odasındaydık. Kafam gözüm yara bere içindeydi.’
Son sözler salonda duş etkisi yaratmıştı. Davacı taraf bile söyleyecek söz bulamamıştı. Efendisi, velinimeti Karaların kemiğini yalamakla şereflenen davacı avukatlardan özellikle Şahin, anlatılanların neredeyse tamamının doğru olduğunu biliyordu. Hem de köpek gibi biliyordu. Ama karakteri gereği efendisine bir şey diyemiyordu.
Yalnızca başkanın uzak köşesindeki savcı sessizce o… çocuğu dedi. Fakat kelimelerin şiddeti biraz yüksek gelmiş olmalı ki yanındaki bayan yargıç hanıma baktı yüzü kızararak. Evet ne yazık ki Ayça Hanım aradaki mesafeye karşın duymuştu istemeden dudaklarından dökülenleri. Yüzündeki ifadeye dayanarak yapıyordu bu tahmini. Adalet dağıtan bir devlet adamı olarak en azından resmi görevi sırasında, yani duruşmada böyle bir söz sarf etmemesi gerektiğini en iyi kendisi biliyordu. Velev ki sözün muhatabı şimdi olduğu gibi bunu hak etse bile. Fakat Ayça Hanım’dan ne mesleğine ne de kadınlığına uymayacak bir cevap aldı. Sessizce savcıya yaklaşan bayan yargıç daha kısık bir sesle ‘Yerden göğe kadar haklısınız savcı bey.’ dedi. Başkan ve yanındaki yargıç duymasa da hissetmiş gibi başlarıyla tasdik ettiler bu tespiti. Salondaki herkes içinden ya küfrediyor ya da beddua ediyordu. Fakat yasa kitabı öyle demiyor, sanık da son sözleriyle savunmasını bitiriyordu.
‘Tanık ve kanıt ararsanız o gece çekilen fotoğraflarıma müracaat edebilirsiniz. Düğün fotoğraflarına yani. Aynı zamanda Karaların tanımadığı, olayla ilgisi olmayan ama bir şekilde orada bulunanlardan dayak yiyip yemediğime dair bilgi alabilirsiniz. Tabi elinizi çabuk tutmanız şartıyla. Eğer sizden önce fark ederlerse hepsini sustururlar…
‘Gecenin ilerleyen anlarında bütün çabalarıma ve kaplumbağa gibi içime kapanmama karşın döve söve sahip oldu. Ardından bir kere daha… Arada sürekli diriliğinden güzelliğinden dem vurduğu anamı da aynı şekilde bu yatakta ağırlayacağını söyleye söyleye. Buna hangi can dayanır sayın yargıç? Kendimi yine kaybetmişim. Ne zaman ve nasıl oldu hiç anımsamıyorum. Kendime geldiğimde aynı odada polislerin arasındaydım. Başkaca bir diyeceğim yoktur sayın yargıç. O arada ne yaptığımı, nasıl yaptığımı anımsamıyorum. Senaryoyu beyefendinin avukatları yazsın. Düşünmeden kabul ederim. Kaybedeceğim bir şey kalmadı. Bu aşamadan sonra idam etseniz bile umurumda değil…’
Duruşma salonunda zaman durmuştu. Kimsenin davacı tarafın bile söyleyecek sözü yoktu. Sözün bittiği yer burasıydı işte. Şahin biraz önce efendisine karşı yapılan hakaretlere itiraz edemediği için başına bir iş gelip gelmeyeceğini düşünüyordu kara kara… Eğer bir kulağına giderse… Anasını Zeynep’ten beter benzetebileceğini adı gibi biliyordu.
Yargıç sanığın ne demek istediğini anlamıştı. Daha fazla konuşma-sına gerek görmedi. Savcıya döndü. Ne yapması gerektiği noktasında başıyla ihtar etti. Savcı çoktan not almaya başlamıştı bile. Arkasından istemediği halde duruşmaya tanıkların dinlenmesi için yarım saat ara verdi.
İftira
Duruşmanın ikinci oturumu davacı tarafın avukatı Şahin Bey’in suçlamaları ile başladı. Şahin’e göre sanık Zeynep baştan aşağı yalan söylemekte ve adaleti yanıltmaya çalışmaktaydı. Bunun için bütün hünerini büyük bir aşkla sergileyen Şahin’in hali görülmeye değerdi doğrusu.
‘Sayın yargıç birinci oturumda sanık bölmesinde duran Zeynep adındaki katil zanlısının savunmasını büyük bir ibret ve dehşetle dinledik. Mahkemenin huzurunu bozmamak için çok zorunlu olmadıkça sözünü kesmedik. Ancak takdir edersiniz ki anlattıklarının gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmaması hasebiyle kabul edilir tarafı bulunmamaktadır.’
Şahin denen herifin kim olduğunu mahkeme kurulundan bilmeyen yoktu. Nerede pis bir iş varsa, bu çoğu zaman Karaların işleri olurdu, Şahin ayrık otu gibi biterdi orada. Kambersiz düğün olmaz dedikleri, bundan başkası olamazdı. Şahin’in olduğu her yerde mutlaka pis kokular duyulurdu.
Yalnız hakkını teslim etmek gerekir. Girdiği davaları kolay kolay kaybetmiyordu. Yetenekli, zeki bir avukattı. Davalarını yalnızca masa başında kazanmaz, arazi çalışmasını da başarıyla yapardı. Onun için kaybetmezdi. Tek sıkıntısı para için mesleğinin onurunu ayaklar altına almasıydı. Bu yüzden baroda arkadaşları tarafından pek sevilmezdi. Ama bu durum onun umurunda bile değildi. Şahin’e göre ne arkadaşları ne toplum umurunda değildi. Tanrı bile sevmese olurdu. Onun için Karaların sevgisi yeter de artardı…
Vekaletini aldığı maktul Serkan’ın ne menem biri olduğunu avuka-tından anlamak mümkün olsa da kendisine ayrıca bir sayfa açmak gerekiyordu. Görünürde inşaat sektöründe ün yapan bu, adı gibi sicili kara ailenin özellikle kıyı kentlerinde olmak üzere birçok batakhanesi olduğu bilinmekteydi. Ancak polis tarafından yapılan baskınlardan istenen sonuç alınamadığı için bugüne kadar hakkında ciddi bir yargı kararı bulunmamaktaydı.
Öyle de olsa gerek polis kayıtlarında, gerekse adli sicillerde bu aile ile ilişkilendirilen birçok vaka kaydı bulunmaktaydı. Zeynep doğru söylüyordu. Hangi olayın üzerine gidilse biri çıkıp suçu üzerine alıyordu. Yetmezse olayla fazla ilgilenen görevli sürgüne gönderiliyordu. Batakhanelerin hiçbiri üzerine kayıtlı değildi. Üzerine kayıtlı olmadığı için fuhuş ve kumar baskınları yüzünden kendisine takibat yapılamıyordu. Öyle fırıldak biriydi yani… Karda yürüyüp izini belli etmeyenlerden… Neredeyse her yerde adamı vardı. Çoğu zaman içerideki adamları sayesinde yapılacak baskınları önceden haber bile alıyordu. Bu yüzden bugüne kadar tekerine taş değmemişti.
Yine değişen bir şey olmayacaktı. Büyük olasılıkla Zeynep on beş yıldan az olmamak üzere hüküm giyecekti. Ve bu hükmü istemeye istemeye mahkeme başkanı Salih verecekti. Kitap öyle istiyordu çünkü. Karar kurul halinde alınsa da vicdan azabı noktasında Salih açısından değişen bir şey olmayacaktı. Verdiği yanlış karardan mı, adaletin Zeynep’in dediği gibi yerine gelmemesinden mi bilinmez uzun süre yastığa başını koyduğunda gözüne uyku girmeyecekti. Vicdan azabı ahir ömrünü zindana çevirecekti.
‘Sayın yargıç cinayeti kasten ve planlı bir şekilde işlediğini bizzat kendi ifadesiyle itiraf eden bu kızın biraz önce söyledikleri tamamen yalan ve tezvirattan ibarettir. Bahsettiği gibi ortada zoraki bir evlilik akdi yoktur. Bir kere zorla evlendirildiği iddia edilen zanlı on dokuz yaşını bitirmek üzeredir. Reşittir yani… Evlilik sürecinin en az altı ay olduğu dikkate alınırsa bu süre zarfında resmi olarak herhangi bir kuruma şikayette bulunmamış olmasını haklılığımızın en önemli kanıtlarından biri olarak takdirlerinize arz ediyorum.’
Söylenenlerin akılla mantıkla alakası olmadığını iddia etme sırası savunma avukatına gelmişti bu sefer:
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Şahin Bey müvekkilimin savunma istememesinden yararlanarak kelime oyunu yapmak suretiyle üste çıkmaya çalışmaktadır. Evet müvekkilim kendini savunmak istememiştir. Ama bunun nedeni suçu kabul etmek değildir. Müvekkilimle aramızda geçen uzun müzakereler sonucu edinmiş olduğum izlenimler bunun çevresine ve açıkça itiraf edemese de adalete olan güvensizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Yaşadığı acı deneyimlerden sonra doğrusu müvekkilime hak vermemek olanaklı değil.’
Şahin Ayşe’nin mantık muhakemesinin kendisini zor duruma soka-cağını düşünerek itiraz etmek istediyse de Salih söylenenlerde açık bir kusur ya da hata görmediği için kesmesine izin vermedi.
Yargıç baş işaretiyle devam etmesini ihtar etti. Avukat Ayşe de davacı tarafın sözünü kesmesine fırsat vermeden kaldığı yerden devam etti:
‘Sayın yargıç halk arasında bir tabir vardır, affınıza sığınarak söyle-mek istiyorum. Gözü oynaşta olmak… Eğer müvekkilim Zeynep’te böyle bir yatkınlık olsaydı lise yıllarında derslerine ağırlık verip derece yapar mıydı? Bir koltukta iki karpuz olmaz sayın yargıç. Hepimiz bu sıralardan geçtik, biliriz ne kadar zor olduğunu okumanın. Dolayısıyla gözü dışarıda, yani mesela evlenmekte olan birinin bu kadar başarılı olduğu şimdiye kadar görülmüş müdür?
‘Müvekkilimin merhum Karazade Serkan ile tanışması, tabiri caizse babası Abdullah Bey’in komplosu sunucu ortaya çıkmıştır. Kendisinden on beş yaş büyük birinin böyle bir talebi olabileceğini aklının ucuna getiremeyecek kadar kendi halinde bir lise öğrencisi olan Zeynep’in merhum ile tanışması arz ettiğim gibi babasının yanında olduğu zamanlara tesadüf etmektedir. O çağda sayın yargıç, geleneksel yapı ve değer yargılarına göre olanları ve olayları sorgulamak istese bile buna olanak bulabilir miydi? Bizim coğrafyamızda genç bir kızın kendi bedeni üzerinde bile tasarruf hakkı olmadığı herkesçe malumken, ondan böyle bir tepkiyi beklemek biraz fazla olmaz mı?
‘Özellikle kız çocuklarının ve genelde kadınların en doğal hak talep-lerinin erkek egemen toplumun çıkarlarına uymadığı takdirde en ağır şekilde cezalandırıldığı malumlarınızdır. Dolayısıyla müvekkilimin böyle bir hareket serbestisi olmadığı, daha önce söylediğim gibi olayın perde arkasını anlamamaktaki aymazlığı da eklenince, zamanında itiraz edememesi evlenmek istediği şeklinde yorumlanamaz. Ayrıca yasalarımıza göre bir suçu işleme ehliyeti olmayanın cezai sorumluluğu da olamaz. Yaşı on dokuz bile olsa bizim toplumuz kadına kendi kendini yönetme hakkı vermemektedir. Bu durum müvekkilimin biyolojik olmasa da sosyolojik açıdan cezai sorumluluğa haiz olmadığı şeklinde anlaşılabilir. Toplumsal çevre yüzünden kendi kendine karar alma yeteneği gelişmemiş olması nedeniyle… ‘
‘Ayşe Hanım olayları yine saptırıyor sayın yargıç. Sanık Zeynep elbette başta itiraz etmedi. Çünkü bir nedeni vardı. Son noktada pazarlıkta kaybetmesine karşın ayağıyla teslim olması kaçacak bir yeri olmamasından kaynaklanmaktaydı. Savunma talep etmemesiyse sadece duygu sömürüsü yoluyla kendisini temize çıkarma umudundan kaynaklanan bir durumdur. Belki son bir çırpınış… Kesinlikle itibar edilmemesi gerekir.
‘Bendeniz evlilik sürecinde başından itibaren merhum müvekkilimin yanında bulunmamdan dolayı olayı yakından takip etme fırsatı buldum sayın yargıç. Merhum ile olan arkadaşlığımız neredeyse yirmi yıla yaklaşmaktadır sayın yargıç. Dolayısıyla olayın perde arkasına aslında bu salondaki birçok kişiden çok daha fazla vakıfım.’
‘Biraz önce zanlının bizzat kendi ağzından işittiklerimizden farklı bilgilerinin olduğunu mu demek istiyorsun yani?’
‘Evet sayın yargıç. En azından yorum noktasında bazı yanılsamaları düzeltmek isterim müsaade buyurursanız.’ Böyle demekle birlikte, arkasına güvenmenin yarattığı şımarıklıkla başkanın müsaade buyurup buyurmadığına bakmadan devam etti kaldığın yerden. ‘Kendi ayağıyla teslim olan, alacağı cezadan kurtulma umudu olmadığını bildiği için kendini savunmaya bile yanaşmayan biri olarak zanlının kendisini hiçbir çıkar beklentisi olmayan bir mazlum olarak tanıtma çabası göz boyamaktan başka bir şey değil. Zanlı böylelikle mağdur rolü oynamak suretiyle yaşının ve cinsiyetinin toplum üzerindeki etkisini kullanmak ve aklınca hedef saptırmak niyetindedir.
‘Ayrıca sayın yargıç sanığın savunma yapmak istemediğini söylediği halde çok güzel bir savunma yaptığı da dikkatlerimizden kaçmamıştır. Adaletin tecelli etmesi adına bu savunmada dikkati çeken iki hususu başka bir açıdan ele alarak yüksek mahkemenin takdirlerine sunmak istiyorum.
Mahkeme başkanı bilekten bir el hareketiyle konuyu dağıtmadan devam etmesini istedi.
‘Bir kere ortada bir anlaşmazlık olduğunu tamamen yadsımamak gerektiği kanısındayım. Merhum müvekkilimle Zeynep arasında… Ancak merhum müvekkilim ile onu vahşice katlettiği halde insafınıza mazhar olmak adına huzurlarınızda süt dökmüş kedi masumiyeti takınan sanık arasında yaşanan bu mücadele sanıldığının aksine yalnızca basit bir alacak verecek sorunundan kaynaklanmıştır. Davalı tarafın saptaması gerçeği yansıtmamaktadır. Zeynep merhum müvekkilimden istediği dünyalığı koparmayı becerebilseydi, bugün hiçbirimiz burada olmayabilirdik sayın yargıç. Dolayısıyla bu saptama tamamen yanlıştır ve hedef saptırmaya matuf bir bahaneye dayanmaktadır.
‘Sanığın babası tarafından adeta merhum müvekkilime peşkeş çekilir gibi zorla sunulmaya çalışması da gerçeği yansıtmamaktadır. Hangi çağda yaşıyoruz sayın yargıç? Bu çağda kim kime bu kadar kolay eziyet edebilir? Bir kere sanığın merhum müvekkilimle tanışmalarının mazisi bir yıla yaklaşmaktadır. İfadenin tek doğru tarafı da bu ya zaten… Olay sanığın lise son sınıfa geçtiği yıla dayanmaktadır. Babasının aracıyla müvekkilimin bulunduğu ofisleri ziyaret etmeleri danışıklı dövüşten başka bir şey değildir. Bu gerçeği ben bizzat merhum müvekkilimin ağzından duydum.’
‘Kimden duydum dedin Şahin Bey? Ve duydukların neydi?’
‘Sanık ve babasının ziyaretlerinin birinin arkasından bizzat müvek-kilimin ağzından işittim sayın yargıç. Müvekkilim, Abdullah efendinin paraya olan tamahını biliyordu. Bu yüzden kızını kendisine yamamak istediğini anlamıştı. Müvekkilim aslında her şeye karşın olayın gönül rızasıyla gerçekleşmesinden yanaydı.’
Şahin Bey bu sırada Zeynep’in vereceği tepkiyi merak etmekle be-raber dönüp bakmaya gerek duymadı. Hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etti. Arayı soğutması Zeynep’in işine yarayacaktı.
‘Bunu bizzat kendisi bana söylemişti. Yani karşılıklı rıza meselesini… Zamanla yani aileyi yakından tanıdıkça görüşlerinin değişmeye başladığını fark ettim sayın yargıç.’
Mahkeme Başkanı müdahale etmeden duramadı. ‘Bunu nereden anladın Şahin Bey. Açıkla ki biz de anlayalım.’
‘Elbette sayın yargıç. Söylemlerinden anladım. Beyefendinin Zeynep ve babası hakkında kullandığı kelimelerden... Önceleri fena bir kıza benzemiyor derken zamanla aynı kişi için iyi aile kızı numarası yapan kenar mahalle dilberi, bataklık gülü gibi yakıştırmalarda bulunmaya başlamıştı. Rahmetli müvekkilime göre sanık kendini ağırdan satmaya çalışmaktaydı. Kızda gönlü olan birinin böyle ifadeler kullanması takdir edersiniz ki pek makul olmasa gerektir sayın yargıç. Ateş olmayan yerden duman tütmez…’
‘Sayın yargıç bunlar iki kişi arasında geçtiği iddia edilen ve kanıt-lanması olanak dahilinde olmayan ifadelerdir. Suya yazı yazmak kabilinden bu sözlerle mahkemeye devam edilemez.’
Ayşe haklı olmakla beraber Şahin’in yalan ya da kanıtlanması olanak dahilinde olmayan sözleri de yabana atılacak şeyler değildi. Şimdilik Ayşe’ye hak verecekti.
‘Şahin Bey sözlerin doğru bile olsa kanıtlanması olası değil biliyorsun. İnandırıcı bir kanıtın yoksa bu şekilde devam etmen uygun değil.’
‘Anlıyorum sayın yargıç. Özür diliyorum. Bu dediklerimin hepsine tanığım ama kendimden başka tanığım olmadığı için devam etmeyeceğim. Sözün kısası merhum müvekkilimle sanığın tanışması düşüncesi bizzat sanığın babasından çıkmış olup kendisi de buna itiraz etmemiştir. Eğer ortada bir zorlama olsaydı, daha baştan böyle bir görüşmeyi kabul etmez ya da devamını getirmezdi. Sanık o ünlü inadını baştan gösterebilseydi, müvekkilim bugün yaşamda olacaktı belki de. Kendisi de karşınızda sanık olarak oturmak zorunda kalmayacaktı. Son olarak yine altını çizerek bir kere daha söylüyorum. Genç bir kızın babasının işyerinde defalarca ne işi olabilir, eğer ortada böyle bir amaç yoksa? Bir kere olsa neyse… Bunun başka bir yanıtı olabilir mi sayın yargıç?’
Yargıçların hatta savcının kafası karışmıştı bu söz üzerine. Evet eğer bu eylem birden fazla gerçekleşmişse ve sanığın da haberi varsa; ortada en azından maktulün reddini gerektiren bir durum yok demekti. O zaman geriye bir tek neden kalıyordu. Davacı tarafın dediği gibi maddi birtakım beklentilerde anlaşamamış olmak…
‘Kanıtın var mı bu iddianı inandırma noktasında Şahin Bey?’
‘Olmaz mı sayın yargıç. Bu olaya defalarca tanık olan işyeri çalışan-larının ifadelerine başvurulursa, olayın bu şekilde geliştiği bizzat kendi ifadelerinden anlaşılabilir.’
Davalı tarafın avukatı kendince yanlış anlaşılma olasılığına izin vermemek için müdahale etti:
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç, işyeri çalışanlarının ifadelerinin gerçeği yansıtması olanaklı değil. Patronlarının insafına muhtaç olan ve gazabından korkan çalışanların doğruyu söyleyeceklerine nasıl güvenebiliriz? Bu konuda en doğru kanıt, varsa kamera kayıtları olabilir.’
‘Evet haklısın avukat hanım galiba. Şahin Bey iddianızı kanıtlamak istiyorsanız, diğer duruşmaya işyeri kameralarının kayıtlarını getirin. Ses kaydı olmasa da yüz ifadelerinden, hal ve hareketlerden ortada bir zorlama olup olmadığı konusunda bir düşünce sahibi olabiliriz belki bu sayede.’
‘Anlaşıldı sayın yargıç. Diğer duruşmaya getirmeye çalışacağım. Efendim aralarındaki anlaşmazlıktan bahsetmek istiyorum biraz da. Sanığın babasının çoktandır kendi işinin patronu olmak gibi bir niyeti vardır. Bu da doğal bir istektir. En azından altındaki araca sahip olabilirse, başkası için çalışmak yerine bundan sonra tamamen kendi adına çalışacaktır. Sanığın merhum müvekkilimle yakınlaşmasına babası cephesinde bu amacın oldukça etkili olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Abdullah Bey’i suçlamıyorum. Zanlı bir genç kız olarak nasıl olsa bir gün evlenecektir.
Olaya Abdullah Bey tarafından bakınca bir çulsuzla evlenmek yerine merhum müvekkilim gibi hali vakti yerinde, itibar sahibi, dürüst ve çalışkan birisiyle evlenmesi elbette daha hayırlı olacaktı.’
Mahkeme başkanı içinden ‘Böyle hayrın aq.’ dese de çok geçmeden mesleğinin ağırlığına yakıştıramadığı için devamını getirmedi. Ama savcının bir süre verip veriştirdiği dudaklarını titremelerinden anlaşılıyordu. Yargıç Ayça Hanım sanki savcının böyle yapacağını biliyormuş gibi belli etmeden gözlerini ona doğru kaydırdı. Savcı yine kızardı. Fakat Ayça Hanım hafif bir tebessümle, bunda utanacak bir şey yok, hatta yerden göğe kadar haklısın. En azından bir bayan olarak benim diyemediğim ve adalet dağıtıcı olarak açıktan asla dile getiremeyeceğim şeyleri dile getirdiğin için sana müteşekkirim, demeye getirdi.
‘Hangi baba istemez çocuklarının iyiliğini? Ufak tefek kusurları olsa da işinde sevilen biridir Abdullah Bey. Beyefendinin de malum hayırsever bir işadamı olduğunu memlekette bilmeyen yoktur.’
Böyle demekle beraber Şahin’in kendisi de biliyordu beyefendi diye arkasını tapışladığı adamın ne şerefsiz olduğunu. Ama yakaladığı yağlı kemikten olmamak, daha kötüsü bütün pis işlerine vakıf olduktan sonra canından olmamak için böyle söylemek zorunda olduğunu kendisi de biliyordu. Hatta en iyi kendisi biliyordu. Bu yüzden konuşurken gözlerini duruşma salonundakilerden kaçırmak için azami ölçüde dikkat ediyordu.
Davacı tarafın avukatları olarak yer alan Recai, Faruk ve Özcan da içlerinden söz birliği etmişçesine beyefendi aleyhine kallavisinden birer ‘hastir’ çektirler. Ardından yan gözle etrafı kolaçan ettiler bir süre. İçlerinden geçeni anlayan olmuş mu diye. Maazallah beyefendi denen mafya bozuntusunun bir kulağına gitse böyle bir şey var ya, alimallah analarını bellerdi hiç şüphesiz. O zaman embesil canlarını onun gazabından ne devlet kurtarabilirdi, ne de bütün mesailerini kadınların giyim kuşamına adayan Tanrılar.
İnanmasa, yüreği kanasa, vicdanı sızlasa ve aklı isyan etse de Kara-ların avukatı olarak böyle söylemek zorundaydı. Aslan değilsen çakal olacaksın bu alemde ve hep bir aslanın peşinden gideceksin. Aksi takdirde kuzuya döner, kolay bir av olursun. İmtihan dünyası dedikleri mezbelenin yasası böyleydi. Dolayısıyla ne vicdanı, ne mantığı ne de aklı suçlayamazdı onu. Böyle olması gerektiği için böyle davranıyordu. Hem sanki mahkemedeki kaç kişinin alnı ve vicdanının tam anlamıyla temiz olduğu söylenebilirdi ki Karaların pisliğini temizlemeye çalıştığı için Şahin’i suçlayabilsinler? Herkes kendine baksa, kendisini suçlayacak bir Tanrı’nın kulu kalmazdı çevresinde. Adı gibi emindi buna.
‘Abdullah Bey kendi işini kurmak için desteğini talep etmiş. Beyefendi kendi işini kurması yönündeki bu isteği geri çevirmemiş. Sorunun aslı astarı bu efendim. Ne ekersen onu biçersin demişler... Yani beyefendinin ağzını kapatmak maksadıyla rüşvet olarak altındaki tırı verdiği külliyen yalandır. Emeğinin karşılığı olarak aracın fiyatını makul seviyeye indirerek, vadesini ödeyebileceği bir aralığa yaymıştır. Hepsi bu. Zaten tır dediğiniz de ikinci eldir. Sıfır değil yani… Eğer bu olayda bir bir dış etken aranacaksa rahmetli müvekkilimin sanık ile yapmayı düşündüğü evlilikten ziyade babası Abdullah Bey’in çalışkanlığıyla beyefendinin takdirlerini kazanmış olması aranmalıdır. Haddizatında beyefendi böyle basit işlere tenezzül bile etmez.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Olay çarpıtılmakta. Bunun böyle ol-madığını kanıtlayacak güçlü kanıtlara sahibiz. Müsaade buyurursanız tetkikinize arz etmek isteriz. Bahse konu tırın satış fiyatına denk gelen ancak Abdullah Efendi gibi biri tarafından ödenmesi neredeyse olanaksız borç senetleri tanzim edilmiştir. Bu senetlerin varlığını ve ödeme tarihlerini işaret eden el yazısı bir borç defteri elimizde bulunmaktadır. Bunun açıklamasını elbette davacı taraftan bekliyoruz. Ayrıca aynı dosyada düğün gecesi yaşanan olayları gösteren fotoğraflar bulunmakta. Dikkat buyurursanız fotoğraflarda müvekkilimin nasıl darp edildiği görülmektedir.’
‘Getir bakalım avukat hanım, bir de biz görelim. Bu arada Şahin Bey, bu kanıtlar karşısında söyleyecek bir şeylerin vardır sanırım.’
‘Bu da nereden çıktı? Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri anasını bellediğimin karısı?’ diye içinden veriştirirken zaman kazanmaya çalışıyordu Şahin. Gerçekten yenilir yutulur cinsten değildi bu son hamle. Eğer belge doğruysa, uğraş artık işin yoksa… Borç senedi de nereden çıkmıştı şimdi. Bu karının kulağını çekmedi mi beyefendi? Çekse böyle pervasızca hareket edemezdi. Bilirdi beyefendi ile aşık atmaya cüret etmenin nelere mal olacağını.
Kendine kalsa davayı kimin kazanacağı pek umurunda değildi. Hatta Zeynep’in sonuna kadar haklı olduğunu duruşma salonunda ondan sonra en iyi bilen kişiydi. Ama kendinde değildi işte. Karaların kudretli avukatıydı. Onun için ne olursa olsun davayı kazanmak zorundaydı. Kaybettiği takdirde yenilen komutan gibi başta kendisi olmak üzere tüm avukatların anasını gözünü kırpmadan eskitirdi beyefendi diye yerlere göklere sığdıramadığı p.z.venk. En iyisi her zamanki gibi çamura yatıp zaman kazanmaya çalışmaktı. Biraz zaman kazanırsa, olayı kendi lehine çevirmenin bir yolunu bulabilirdi nasıl olsa.
‘Sayın yargıç takdir edersiniz ki, bu tür kanıtlar incelenmeden ve varsa imza sahiplerine ya da adı geçen kişilere söz hakkı vermeden ayağı yere basan bir karar almak kolay değil. Bu nedenle takdirlerinize arz edilen belgenin incelenmesini ve belgeyle ilgili olduğu görülen kişilerin dinlenmesini talep ediyoruz.’
Şahin köşeye sıkışmıştı. Abdullah’ın o senetleri ödeme olanağı olmadığını ve zamanı geldiğinde süreci idare etmesi karşılığında beyefendi tarafından yırtıldığını biliyordu. Yalnızca bu belge bile davanın gidişini ciddi biçimde etkileyebilirdi. Ses tonu yaşadığı anaforu saklamaktan aciz kalıyordu. Başkan anlamıştı bu işte bir iş olduğunu. Buna karşın ne yazık ki talebinde haklıydı. Mahkemeye sunulan her belgenin gerçek ve güvenilir olduğunun saptanması yasal bir zorunluluktu. Aynen dediği gibi yapacaktı.
‘Yaz kızım. Davalı tarafın avukatı Ayşe Hanım tarafından kanıt olarak tarafımıza sunulan düğün fotğrafları ve sanık Zeynep’in babası Abdullah’ın maktul Serkan Kara’ya iki yüz bin lira borçlu olduğunu içeren senet ödemelerini yazmış olduğu not defterinin ve iptal edilmiş senet parçalarının incelenmesine, senette imzası bulunan tarafların mahkeme huzurunda dinlenmesine...’
Şahin yaşadığı bozgunu bastırmak adına bu sürpriz çıkışlara bel bağlamıştı:
‘Efendim tanıyanlar tarafından ricası buyruk, sözü senet kabul edilen beyefendinin böyle küçük işlerle uğraşmayacağını tekrar tekrar ifade etmeyi malumun ilanı olarak görüyorum. Hele kendi ifadesiyle bir kenar mahalle dilberi, bir bataklık gülü için… Rahmetliyi tanıyan bilirdi. Yakışıklı, zeki, çalışkan erkek güzeli genç bir işadamıydı. Kızlar çevresinde pervane oluyordu. Elini sallasa ellisi yoluna kurban olacakken neden sanık gibi özelliksiz bir kız için bu kadar riske girsin? ‘
Ayşe derhal ayağa kalkarak sözünü kesti:
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Davacı avukatı müvekkilimin kişilik haklarına tacizde bulunmaktadır. Hiçbir muhakeme hakaret ve taciz üzerine bina edilemez. Müvekkilimin sanık olması ya da yoksul, onun kişilik haklarına saldırılmasına izin ve ruhsat vermez sayın yargıç!’
‘Doğru söylüyorsun. Biraz dikkat et sözlerine Şahin Bey. Bilmiyor değilsin. Kaç yıllık deneyimli bir avukatsın.’ Ama içinden ‘Götün tutuştu değil mi lavuk.’ demeyi ihmal etmedi. Derin bir nefes almıştı. Son çıkışı iyi gelmişti gerçekten.
Şahin Ayşe’nin çıkışında ve yargıcın uyarılarında yerden göğe kadar haklı olduklarını biliyordu. Ama çamura yatmazsa öne geçemeyeceğini de. Bir süre böyle devam etmekten başka umarı yoktu. Mahkemenin havasını kendi lehine çevirdiğine ikna olduktan sonra normale dönecekti.
‘Özür dilerim sayın yargıç. Bir an kendimi kaybettim galiba…’ Sonra arayı soğutmadan devam etti. Küçük de olsa bir fırsat yakaladığını sanıyordu:
‘Burada asıl dikkat edilecek husus Abdullah Bey ile şu an sanık kol-tuğunda oturan kızı arasındaki husumet ve nedenleri olmalıdır. Bu gerçeği göremediğimiz zaman merhum müvekkilimin sanığı ve ailesini evlenmeye zorlaması gibi temelsiz bir seçenek kalıyor geriye...
‘Böyle bir sonuç kabul edilir değildir sayın yargıç. Olayın aslı Abdul-lah Bey ile kızı arasında düşünülen evlilikten elde edilmesi beklenen yararların paylaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Zaten taraflar yadsımamaktadır bu durumu. Başta bir baba kızıyla ters düşer mi ya da neden ters düşsün diye bir soru akla gelebilir. Ama takdir edersiniz ki gömü bulan kardeşlerin zamanla birbirlerine düştükleri duyulmamış, görülmemiş işlerden değildir…
‘Yani sayın yargıç merhum müvekkilimden duyduklarımdan hareketle şöyle bir sonuca ulaşabilirim. Abdullah Bey mal edinme noktasında kendisine karşı gösterdiği hayırseverlikten memnun kalarak bunu bir evlilikle perçinlemek istemiştir. Burada asıl kusur belki Abdullah Bey’in iyi niyetle haddini bilmeden böyle bir karara varmış olması, rahmetli müvekkilimin de bir anlık erkeklik içgüdülerine tutsak olarak kabul etmiş olmasıdır. Ancak takdir edersiniz ki bu kusurların yasada karşılığı yoktur. Dediğim gibi Abdullah Bey duyarlılığının kurbanı olmuş ve kızını merhum müvekkilimle evlendirme gayretine düşmüştür.
‘Ancak aynı duyarlılığı başına talih kuşu konan kızı Zeynep göste-rememiştir. Bir kere babasına güvenememiştir. Evet, ne yazık ki kendi çıkarları uğruna kızını bile bir çırpıda harcayabileceği zehabına kapılarak babasına güvenememiştir. Bu amaçla ileride ayrılma olasılığına karşı kendisini garantiye almak için merhuma ait Ankara Dikmen Vadisindeki yaklaşık bedeli üç dört yüz bin lira olan bir evi kendisi ve reşit oluncaya kadar tapu şerhi konmak kaydıyla doğacak çocuğunun üzerine geçmesini istemiştir.
‘Bu, yenilir yutulur bir istek değildir sayın yargıç. Mal yolda bulun-muyor. Nitekim gerek babası gerek merhum müvekkilim bunu defalarca sanığa söylemişlerdir. Ama sanık buradaki hallerinden anlaşılacağı üzere Nuh deyip peygamber demeyen bir karaktere sahip olduğu için sürekli reddetmiştir.
‘Son olarak eldeki kanıtlar ışığında sanık Zeynep’in yüz bölgesinde görünen ayrıca tanıkların görüp ifadelerinde açıkladıkları gibi darp izleri müvekkilimden değil yukarıda arz ettiğim anlaşmazlık yüzünden bizzat kendi öz babasından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Aynı verilere dayanarak Zeynep’in sonradan kararını değiştirerek evlenmeye karşı ayak diremesi merhum müvekkilimi istememekten değil, tam tersine müvekkilimle yaptığı nikah pazarlığında babasının kendisini yalnız bırakacağını düşünerek ona karşı cephe açmasının bir sonucu olduğunu söylemek mümkün. Söyleyeceklerim bu kadar sayın yargıç.’
Yargıç kendisine teşekkür ettikten sonra yerine oturmasını ihtar eder. Bir süre iki yanındaki yargıçlarla durumu müzakere eder. Salon nefesini tutmuş kararı beklemektedir. Sonra tekrar davalı tarafa döner:
‘Ayşe Hanım müvekkiliniz hakkında söylenenlere karşı eklemek istediğiniz bir şey var mı?’
‘Şimdilik yok efendim. Yalnız elimde bir tanığım var. Kendilerini ikna edebilirsem, diğer duruşmada tanık olarak dinlenmelerini talep edeceğim. Adını bizzat elden arz edeceğim efendim. Teşekkür ediyordum.’
Duruşma yeni tanık ve tarafların dinlenmesi ve sunulan kanıtların incelenmesi için bir ay sonraki bir tarihe ertelenir.
Basının Aşırı İlgisi
Adliyenin önü alışılmadık bir kalabalığa tanıklık ediyordu. Çoktandır Ankara böyle bir sabaha uyanmamıştı. Sabahın erken saatleri olmasına karşın yer gök insan kaynıyordu. İğne atılsa düşmeyecek derecede…
Umulmadık bir gelişme sadece sansasyonel haberler peşinde koşan basın ve medyanın ilgisini son noktaya ulaştırmıştı. Zenginin gölgesine basmamaya azami dikkat eden ve güçlünün dümen suyunda hareket etmeyi matah sayan basın ve medya henüz neye çattığının farkında değildi. Çocuklar gibi şen olmaları bu yüzdendi.
Nereden çıkmıştı bu herifler şimdi? Reyting uğruna sidik yarışına giren basın ve medyanın daha baştan önüne geçilemezse, olaylar kontrolden çıkabilirdi. Bu aşamadan sonra egemenliklerini kaybedebilir-lerdi. Bu durum kendi iplerini kendilerinin çekmesi demekti. Bir an önce bir önlem almalı ve olaylara at sineği gibi yapışan gazetecilerin dikkatleri bir şekilde dağıtılmalıydı.
Doğrusu davacı avukatlar bu kadarını beklemiyordu ve bu durum hiç hoşlarına gitmemişti. Üstelik ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorlardı. Böyle durumlarda davanın gidişi yalnızca kendi omuzlarına yüklenmezdi. Beyefendi basın ve medyayı önceden yemler, kaleyi içeriden fethetme noktasında akıl almaz adımlar atardı.
Bir de Timur belası çıkmıştı. Son anda öğrendikleri bu değişiklik beyefendinin hoşuna gitmeyecekti. Hangisinin hoşuna gitmişti ki? Baro gönderebileceği en militan ruhlu avukatı göndermişti. Bunun karşısında savunma yapmaları zordu. Ayşe’ye hiç benzemedi. İyi ama köprüden geçerken at değiştirilmezdi. Mahkeme sürecinin ortasında bu da nereden çıkmıştı? Kulaklarına çalınan tehdit olayının bu kadar derin değişikliklere sebep olmaması gerekirdi.
Avukat Şahin yeni öğrendiği bu gelişme karşısında şaşkındı. Durumu beyefendiye haber vermesi gerekiyordu. Bu durumdan beyefendinin haberi olmadığına adı gibi emindi. Arkadaşlarını kimseye belli etmeden bir köşeye çekti. Kısa bir durum değerlendirmesi yaptı. Bugünkü savunma görevini Recai’ye verdi. Ardından Recep Kara ile durum değerlendirmesi yapacaktı zaman kaybetmeden. Recai kendisinden on yaş kadar küçük olmakla beraber polemiğe müsait yapısı ve hırçın karakteriyle Timur’a karşı en doğru rakip olacaktı.
‘Beyefendi, işler sarpa sarıyor, beyefendi.’
‘Ne oluyor avukat, nedir bu heyecanın?’
‘Basın ve medya beyefendi, burası ana baba günü. Bütün memleket bizim davaya yöneltmiş sanki dikkatini. Bu aşamadan sonra gerek bizim savunmamız, gerekse yargıcın karar vermesi süreci sıkıntıya girecek gibi görünüyor.’
‘Derdin buysa üzülme avukat. Tek derdimiz bu olsun. Sen kendi suçuna bak… Böyle şeylerin telefonda konuşulmasından hoşlanmadığını biliyor olmalısın.’
‘Biliyorum efendim ama acil bir durum...’
Sözünü tamamlamaya fırsat vermedi beyefendi. Daha fazla yüz göz olmak istemiyordu. Şahin yaptığı hatanın efendisi katında hoş karşılan-mayan bir hareket tarzı olduğunu biraz geç fark etmişti. Üstelemedi. Ama yapacak bir şey de yoktu. Korkmuştu açıkçası.
‘Biz neyin altından kalkamadık avukat? Evvel Allah bunu da halle-deriz. Sen şimdi git ne olup bitiyor onu takip et. Dava sürecinde görevin neyse, ne yapman gerekiyorsa onu yap. Hem de fazlasıyla… Anlatabiliyor muyum?’
‘Emredersiniz beyefendi.’
‘Gerisine karışma.’
‘Anlaşıldı efendim.’
Alan gittikçe kalabalıklaşıyordu. Doğruca arkadaşlarını bıraktığı yere yöneldi. Yüzü kıpkırmızıydı. Ortamdakiler heyecanına verip üzerinde durmadılar. Saate göre duruşmaya daha on beş dakika vardı. En azından on beş dakika. Bu on beş dakika mahkeme salonunda geçecek on beş saate denk gibi görünüyordu Şahin’e. Ne pahasına olursa olsun kazanmak zorunda oldukları bu dava basın ve medyanın burnunu sokmasıyla şimdiden batağa saplanmıştı.
Gazeteci ve televizyoncuların ilgisi Ayşe üzerindeydi. Çevresine birkaç daire olacak şekilde sıralanmış, soru sormak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yanında da şirretliğiyle meşhur Timur… Şahin bu sahnede Timur’un ne sıfatla bulunduğunu anlayamıyordu. Aklına birkaç olasılık gelmiyor değildi. Acaba ikisi birlikte mi katılacaklardı duruşmaya? Yasal olarak olması mümkündü de… İyi ama hani Zeynep savunma istemiyordu? Üstelik avukatlık ücretini ödeyecek durumda değildi.
Öyle olsa kendilerinin de duyması gerekmez miydi? Şu aşamada yapılacak tek şey olayları yakından izlemek ve kendileri aleyhinde oluşabilecek bütün sabotajları daha başından itibaren önlemeye çalışmaktı. Hatta tadını kaçırmamak kaydıyla yakaladıkları her fırsatta çamura yatarak zaman kazanmak… Bu düşüncesini avukat arkadaşlarıyla ayaküstü olabildiği kadar süratle paylaştı ve yapması gerekenleri kısa ve açık bir dille ihtar etti. Bu aşamadan sonra kimsenin hata yapma olasılığı ve hakkı yoktu. Ona göre atacaktı herkes adımını.
‘Ayşe Hanım, davadan çekilmenizde tarafınıza gönderilen bir tehdit mektubunun rolü olduğu söyleniyor. Bu durumu bizimle paylaşır mısınız?’
Ayşe bu davada değil tek başına tüm mahkeme kuruluyla bir olsalar Kara çetesinin hakkından gelemeyeceğini biliyordu. Onun için bu tehdit mektubu bulunmaz bir fırsattı. Sonuna kadar değerlendirecekti. Olayı ne kadar büyütürse, basın ve medyayı olayın içine ne kadar çekebilirse Kara belasından kurtulmaları ve müvekkilinin yasalar çerçevesinde öngörülen en düşük cezayı alması o kadar mümkün olabilirdi. Amaç bir avuç suda fırtına koparan Karaları kamuoyu denizinde etkisiz hale getirmekti. Yoksa para her kapıyı açıyor ve davalar ne yaparlarsa yapsınlar, karşı tarafın istediği şekilde sonuçlanıyordu.
Kalabalığa daha yakın duran Recai kulaklarına çalınanlar karşısında birden heyecanlandı:
‘Şahin Bey, Şahin Bey… Ayşe davadan çekilmiş.’
Ortam bir anda buz kesmişti. Şahin ne diyeceğini, ne demesi gerek-tiğini kestiremedi. Yalnızca ne olup bittiğini anlamak için diğerleri gibi kulak kabartmakla yetindi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Basın ve medya da sağlam pabuç değildi. Sonuçta onlar da kırk altı kromozomlu yağlı lekelerdi. Diğerlerinden farklı değillerdi yani. Uzaydan gelmemişler, başka bir Tanrı tarafından yaratılmamışlardı. Kendilerinden biriydiler. Çıkarları her şeyden önce geliyordu. Yani doğalarına uygun davranıyorlardı. Reyting için olayı kaşıdıkça kaşımaları bundandı. Mal bulmuş mağribi gibi üzerine üzerine gidiyorlardı olayın. Yarayı ne kadar büyütürlerse kazançlarının o oranda artacağını çok iyi biliyorlardı. Recep Kara hepsini ortadan kaldıramayacağına göre ikinci olasılığı devreye sokacaktı. Yani kesenin ağzını açacaktı. Bu da bitlerinin kanlanması demekti. Ve bunu en iyi kendileri biliyordu. Basın ve medya mensuplarının çoğunun oldukça varlıklı olması başka nasıl açıklanabilirdi?
Demokrasi bekçiliği, kamuoyunu bilinçlendirme ve halkın karar alma sürecine katılması gibi görevler tamamen kağıt üzerinde kalan süslü kelimelerdi. Dünyanın çok az coğrafya parçasında ve parmakla sayılacak kadar az olayda basın bu sınavın üstesinden gelebilmiştir. Büyük sermayenin eline geçen basının böyle bir derdi yoktu çünkü. Ve bu gerçeği sadece basın ve Karalar değil tüm toplum biliyordu. Basın ve medya hususunda ortama egemen olan derin sessizlik bunun en büyük kanıtı sayılabilirdi.
Avukat arkadaşları bir yağlı kemik uğruna katil, cani, tecavüzcü demeden insanlık düşmanlarını nasıl aklamaya çalışıyorsa, aynı şeyi basın ve medya piranalarının yapmasına şaşmak nedendi? Hatta onlara hak vermek bile gerekti. Herkes kendi çıkarları için yaşıyordu. Ağzı olanın konuşuyordu yalnızca. Konuşan da maşallah mangalda kül bırakmıyordu. Tek başlarına müseccel birer ahlaksız olan insanların bir araya geldiklerinde ahlak ve namustan dem vurmaları anlayan için kuşku götürmeyen bir gerçekti. İnsan uygarlığının içyüzü buydu. Ayşe bunu teknik olarak açıklayamamakla beraber, hissikablelvuku kabilinden tahmin ediyordu. Ve şu an uygulamaya koyduğu proje de aslında duygularının yönlendirmesi sonucu ortaya çıkmıştı.
Bugün yani Karalar daha uyanmadan, uyanıp tedbir alamadan basın yayını ayaklandırabilirse, yarın davacı taraf için çok geç olacaktı. Bütün basın ve medyayı susturması kolay değildi. İçlerinde arkalarını siyasi örgütlere dayayanlar, birbirleriyle rekabete girenler vardı ki, bunları susturması kısa vadede mümkün değildi. Ok yaydan çıkmıştı. Ayşe dava sürecinde bu aşamadan sonra rüzgarın kendilerine döndüğünü fark ediyor, bundan inanılmaz keyif alıyordu. Karaların işi artık eskisi kadar kolay olmayacaktı. Olmasındı zaten. Her şeyi parayla halletmeye alışan zalimlerin hadlerinin bu dünyada da bildirilmesi gerekiyordu. Öbür tarafa havale edilmeden…
Basın ve medya birkaç gün içinde reklam adı altında elde edecekleri yağlı kemiklere kanarak olayı unutacaklardı. Balık hafızalı vatandaş desen ne verilirse onu yerdi. Kaçınılmaz sondu bu. Bu yüzden sıcağı sıcağına ilgileri ne kadar çekilebilirse ve ilk gün halka ne kadar ulaşılırsa, Karaların işi o kadar zorlaşacaktı.
‘Evet duyduklarınız aynen doğrudur. Birkaç gün önce davadan çe-kilmem noktasında gayet diplomatik bir dille kaleme alınmış bir mektup aldım. Belgenin aslını savcılığa verdim.’
‘Affedersiniz avukat hanım, mektupta tam olarak ne yazıyor. Yani bizimle paylaşmak ister misiniz bahsettiğiniz mektubu?’
‘Elbette paylaşacağım. Belgenin fotokopileri asistanımda… Şimdi isterseniz birer adet verecek size. Birazdan mahkeme huzurunda da okunacak bu mektup.’
‘Peki efendim, davadan çekildiğiniz söyleniyor. Bu doğru mu? Doğ-ruysa aldığınız mektup ile bir ilgisi var mı? Bizi biraz aydınlatır mısınız?’
Aynı sorunun olaya yeni vakıf olan uzak halkadan bir başka gazeteci tarafından bir kere daha yönelmiş olması hoşuna gitmişti. Bir daha sorulsa gene hoşuna gidecekti. Sabaha kadar sorulsa üşenmeden yanıt verecekti. Öyle hissediyordu. Aynı heyecanla yanıt vermeye çalıştı:
‘Doğrudur. Sonuçta bu davaya görev icabı gelmiştim. Yani isteğimle değil. Başlangıçta yani. Ancak sanık Zeynep’i tanıdıkça ve davayı anladıkça bunun kadın hakları adına görevden öte özveri isteyen bir iş olduğu kanısına vardım ve elimden gelenin çok daha fazlasını yapmak için çalışmaya başladım.
‘Yalnızca ölen kocasıyla değil, annesiyle babasıyla gelenek, görenek ve törelerle mücadele etmek zorunda kalan ve on dokuz yaşında olan başta okuma hakkı olmak üzere birçok doğal ve insani isteğinden mahrum bırakılan bu masum kıza acilen bir yardım eli uzatılmalıydı. Ben de bir kadın olarak elimden geldiğince, gücüm yettiğince yardım etmeye çalıştım. Hepsi bu.
‘Ama benim de yetki ve gücüm bir yere kadarmış. Yani buraya ka-dar… Sizin de ifade ettiğiniz gibi davadan çekildim. Çekilmek zorunda kaldım. Çünkü okuma hakkını alarak, istemediği bir evliliğe müebbet mahkum edilen Zeynep’in alnına yazılan makus kadere isyan etmesi, birilerinin işine gelmedi. Aynı zamanda benim savunmam da… Ve meçhul kişiler tarafından birkaç gün önce şahsıma ayağımı denk almam noktasında beni ihtar eden bir mektup gönderildi. Mektubun gönderilmesinden çok, demokrat ve modern olmakla övündüğümüz ülkemizde, hem de yirmi birinci yüzyılda böyle bir şeye cüret edilmesi altı çizilmesi gereken nokta bence.’
Kaşları çatılan Şahin:
‘Yalanını sevsinler, demokrasi ve uygarlık havarisi şıllık.’ diye mırıl-dandıktan sonra sonunu düşünmeden elindeki izmariti kalabalığa yakın düşecek şekilde fırlattı.
‘Senin hakkından bir gelen olur elbet…’
Gazeteciler de at sineği gibi bırakmıyorlardı olayın peşini. Deştikçe deşiyorlardı.
‘Ayşe Hanım, Ayşe Hanım!’ diyerek gazeteciler arasından sıyrılan biri en can alıcı soruyu sormuştu. Bu soru bir anda zamanı durdurmuştu adeta. Dünya bile başı döndüğü için sendelemişti sanki bir süre.
‘Ayşe Hanım sizi bu kadar üzen malum mektubun Kara ailesinin bir ferdinden geldiğine mi inanıyorsunuz?’
Bu soru Ayşe’nin haddini ve boyunu aşan bir soruydu. Avukat olduğu için kanıtlanmamış bir iddiada bulunmanın, hele kamuoyuna bu şekilde bir açıklama yapmanın cezasının ne kadar ağır olduğunu biliyordu. Elbette Karalardan başkası olamazdı ama elinde kesin kanıt yoktu. Ağzından çıkacak yanlış bir kelime yüzünden müvekkilinin yerine geçmesi işten bile değildi. Onun için de umursamaz bir tavırla geçiştirmeyi en uygun yol olarak görüyordu.
‘Takdir edersiniz ki böyle bir iddiada bulunmam olanaklı değil. Eli-mizde böyle olduğunu söyleyebileceğimiz bir kanıt henüz mevcut değil…’
Henüz kelimesi nedense Karaların kara ordusu arasında soğuk duş etkisi yaratmıştı. Ama hiç kimse üzerine gitmeye cesaret edemedi. Böyle bir şeyin olayı büyüteceği ve halk nazarında beyefendinin adının kirlenmesine sebep olacağını çok iyi biliyorlardı. Şimdilik içlerinden ağzı dolusu küfretmekle geçiştirdiler. Şahin Bey avukat Ayşe için daha güzel olasılıklar düşünüyordu. Zamanı gelince…
‘Ayşe Hanım Zeynep’in dava sürecinde yerinize kim bakacak? Belli oldu mu?’
‘Elbette belli oldu. Mektubu alır almaz ilk işim davadan çekilmek ve barodan yerime başka bir arkadaşın gönderilmesini istemek oldu. Yerime bundan sonra şu an yanımda olan avukat arkadaşım, Timur Bey bakacak. Kendisi baromuzun en cevval avukatlarındandır. Eminim benden çok daha iyi bir savunma sergileyecektir.’
‘Eminim öyledir. Baronun en cevval avukatıymış. En anarşist desene ona… Gominis gavatın adı ne zamandan beri cevval olmuş? Göreceğiz bakalım cevvallik ne kadar işe yarayacak. El mi yaman bey mi yaman yakında belli olur.’
İçinden böyle demekle beraber Şahin’in içi hiç de sanıldığı kadar rahat değildi. Olamazdı zaten. Timur Ayşe’ye hiç benzemiyordu. Bu hareket baronun ve savcılığın Zeynep’ten yana tavır aldığını açıkça belli ediyordu. Yoksa böyle baş belası birini karşılarına dikmezlerdi. Baro başkanının kulağını bükmeyi unutmuştu beyefendi anlaşılan.
Timur, Ayşe gibi kendi halinde biri değildi. Aşırı sol örgütlerle bağ-lantılı ve çalkantılı bir öğrencilik dönemi geçirdiği baroda sıkça konuşmalara meze oluyordu. Dili de uzun ve sivriydi. Şahin’le dönem farkıyla fakülte arkadaşıydılar. Ama hak yemezdi. Aynı şekilde yine kendi tabiriyle Şahin ve arkadaşları gibi göstere göstere günah da çıkarmazdı. Haksızlık gördü mü aslan kesilirdi. Oldukça gözü karaydı. Bu yüzden kolay kolay kimse karşısına çıkmak istemezdi. Üniversite yılları polis copu ve biber gazı yemekle geçtiği için biraz kaçık olduğunu da söylenebilirdi.
Ayşe en çok direnişçi tarafına güveniyordu Timur’un. Eskiden be-ğenmediği ve onu dinsizlikle suçladığı tarafına… Normal zamanda yanına pek yaklaşmazdı. Zaten kimse yaklaşamazdı. Art niyeti olduğundan ya da malda mülkte gözü olduğundan filan değil. Aksine suya sabuna karışmaz, üzerine gelinmediği sürece kimsenin kalbini kırmazdı. Herifi cuma namazında filan görseler Yunus Emre’nin çağdaş versiyonu diyecekler. O derece dünyaya tamah etmeyen biri. Ama haksızlık gördü mü önüne geçebilene aşk olsun…
Sorgulayıcı bir yapıya ve empatik düşünme özelliğine sahip olması hoş karşılanmıyordu çevresi tarafından. Düşünmekten çok inanmaya alıştırılmış insanlar için tehlikeli biri olarak görülüyordu. Ne yazık ki kendisi de aynı fikirdeydi. Avukat olmasına karşın… Güya hukuk fakülteleri öğrencilerini sınava girenler içinde en yüksek puan alanlardan seçiyordu. Bu yüzden avukatların toplumun en zekileri arasında yer aldığı söyleniyordu. Şimdi bir avukat olarak buna kendisi bile inanmıyordu. Düşünmeyi unutmuş, inanmaya ve toplumun yazdığı senaryoda kendisine biçtiği rolü oynamaya programlanmış bir robot olarak görüyordu kendini ve avukat arkadaşlarını. Bu kadarını yapay zekalı robotlar da yapabilirdi. Yaşamı sorgulama ve olaylara empatik bir bakış açısıyla bakmanın neresi kötüydü?
Kolay değildi işler bundan sonra. Timur’un arkasında her ne kadar aralarında organik bir bağ olmasa da sorgulayıcı ve hatalar karşısında eyvallah demeyen marjinal sol örgüt ve dernekler vardı. Tümünü birden karşılarına almak, basın ve medyanın olayla bu kadar ilgilendiği bir çağda hiç akıllıca olmayacaktı. Ne yapacaklarsa tereyağından kıl çeker gibi sessiz sedasız yapacaklardı. Karıncanın ırzına geçecek ama belini incitmeyecek-lerdi. Böyle düşünüyordu Şahin. Başka da bir yol gelmiyordu şimdilik aklına. Deyim yerindeyse tam bir akıl tutulması yaşıyordu.
Derin bir nefes alıp, hızla püskürttü. Gömleğinin göğüs cebinden bir dal sigara çıkardı. Aceleci hareketlerle ucunu tutuşturdu. Bir süre asabi hareketlerle gökyüzüne püskürttüğü dumanların şekillerinden fal açtı. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. ‘Kolay olmayacak bu iş, hiç kolay olmayacak…’ diye mırıldanıyordu sürekli. ‘Beyefendi yaprağa yan bastı galiba bu sefer…’ Diğerleri söyleyecek söz bulamamanın çaresizliği içinde bocalıyorlardı.
Şahin’in içine düştüğü sıkıntının farkına varan Recai kaşla göz ara-sında belki yararı olur umuduyla kantinden getirdiği çaylardan birini ikram etti.
‘Abi bir bardak çay iç istersen, iyi gelir.’
Bugün duyduğu en güzel sözdü bu. İyi olacaktı gerçekten bir bardak sıcak çay… Şahin çayı karıştırırken yüzündeki gerginlik yumuşamaya başlamıştı.
‘Valla doğru söylüyorsun. Hızır gibi yetiştin be Recai. Sağ olasın.’
‘Afiyet olsun abi, ne önemi var?’
Çaylar içilirken bir süre konuşmadılar. Duruşmaya birkaç dakika ancak kalmıştı. Ama yine kendi tabiriyle basın ve medya çakallarının Ayşe ve Timur’a olan ilgilerinde en ufak bir azalma görünmüyordu. Bu durum Şahin’in moralini daha bir bozuyordu.
‘Ne olacak abi bundan sonra?’ diye sordu Recai.
‘Ne olabilir Recai, ne olabilir? Olanı şu, bundan sonra işimiz zor. Hatta tahmin edemeyeceğin kadar zor... Yalnızca onu söyleyebilirim. Daha doğrusu beyefendinin işi… Bu davada Zeynep’e müebbet giydiremezsek beyefendinin nasıl küplere bineceğini tahmin etmek zor değil.’
Beyefendinin küplere binmesinin ne anlam ifade ettiğini aralarında bilmeyen yoktu. Kimsede konuşacak hal kalmamıştı. Bir süre başlarını önlerine eğip sessizliğe sığındılar. Çok geçmeden en ufak bir ayrıntıyı atlamamış olmak için kaldıkları yerden çevrelerini izlemeye devam ettiler. Bu arada bütün olasılıkları evire çevire hayal hanelerinden geçirmeyi ihmal etmiyorlardı.
Bir an Recai’nin gözü kalabalığın uzak taraflarında birine takıldı. Gelenlerden birini tanır gibiydi.
‘Abi.’ dedi. ‘Şu karşıdan gelenlerden en sağdakini tanıyorum galiba.’
Üçü de Recai’nin işaret ettiği tarafa döndüler. Bir süre gelenler arasından tanıdık yüzü seçmeye çalıştılar. İlk tanıyan Şahin oldu. Önce inanmak istemedi gördüklerine. Görüntü yaklaştıkça kararı da netleşiyordu. Korkunun ecele faydası yoktu. Haklıydı Recai. Bu oydu. Ama burada ne işi vardı onun? Öyle ya… Çok geçmeden meseleyi kavrayan Şahin yaşadığı şaşkınlığı yere tükürerek belli etti. Arkasından okkalı bir küfür savurdu:
‘Bir bu eksikti. Bu gavat nereden çıktı şimdi? Ulan dürzü, ulan nankör denyo ne zaman bitin kanlandı da arı kovanına çomak sokmaya başladın? Başına aldığı belanın farkında değil geri zekâlı.’
‘Timur denen lavuğun suyu ısınmaya başladı. Bu, kesinlikle onun işi. Tabi ya… Ama bu böyle gitmez. Arkasındaki cıbır anarşistlere güvenmenin ne büyük bir hata olduğu anlayacak. Hem de en kısa zamanda. Bakalım o zaman da Denizli horozu gibi kabarabilecek mi?’
Üçü birden Şahin’i rahatlatmak için inanmasalar da tasdik ettiler.
‘İnşallah abi. İnşallah…’
Bu işin Timur’un başının altından çıktığına adı gibi emindi. Ayşe hem bu işi akıl edemezdi hem de başına gelecekleri çok iyi bilen o gavatı olanağı yok kadın başına ikna edemezdi. Öyle olmalıydı. Başka nasıl olabilirdi ki? Bütün sorun Timur’un halt yemesinden başka bir şey değildi. Başka bir olasılık göremiyordu Şahin.
‘Abi üç cephe birden açtılar. Başarılı olacak mıyız?’
‘Başarılı olacak mıyız ne demek Recai? Ne demek? Başarılı olmaktan başka umarımız mı var?’
‘Başka umarımız mı var?’ itirafı öyle mahzun bir ses tonuyla söy-lenmişti ki, duyanın içinin yağı erirdi. Çığlık çığlık acziyet ve pişmanlık kokan bu ses, duyanın tüylerini diken diken etmeye fazlasıyla yeterdi.
‘Elbette beyefendiyle bu durumu görüşeceğim. Bu yalnızca bizim üstesinden geleceğimiz bir şey değil. Olaylar iyice çığırından çıkmışken… Ama performansımızda en ufak bir noksan olursa, toprağımız bol olsun beyler. Gevşemek gibi bir seçeneğimizin olmadığını bir daha anımsatmama gerek var mı bilmiyorum. Ona göre herkes adımını dikkatli atacak, her daim tetik olacak. Bilmem anlatabildim mi? Ben elbette konunun vahameti noktasında beyefendiyi bilgilendireceğim ama biz de burada dik duracağız. Özellikle sen Recai… Özellikle sen! Bugün sana her zamankinden çok iş düşüyor.’
Adı ortaya düşen Recai heyecanlı karakterini konuşturdu farkında olmadan. İki adım attı, yarım vücut hareketiyle ‘Ne bekliyorsunuz gelsenize peşimden.’ diyen gözlerle ileri atıldı:
‘Bu adam içeri girmemeli!’
Şahin yaşından beklenmeyen atik bir hareketle onu kolundan yaka-lamasa kırmızı görmüş boğa gibi dalacaktı aralarına. Beyefendi korkusu bilincini uyuşturmuştu anlaşılan. Bu böyle olamazdı. Buna zamanında müdahale temek gerekiyordu. Öyle de yaptı:
‘Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bir çuval inciri berbat edeceksin. Sana böyle mi dedim ben?’
‘Ama ya bu adam içeri girerse…’
Sözünü tamamlayamadı. Diğerleri Buda heykeli gibi oldukları yerde hareketsiz kalmış, ne yapacaklarını bilemez durumdaydılar. Bildikleri tek şey, olayın bütün sorumluluğunu Şahin’in üzerine yıkmaktı. Böylece beyefendi diye kapısına bağlandıkları kan emicinin hışmından olabildiğince kurtulmak… Bu işten istedikleri sonucu alamazlarsa ki durum öyle gösteriyordu, başlarına geleceği tahmin edebiliyorlardı.
‘Girmiş gireceği kadar, bu aşamadan sonra yapacak bir şey yok… Adliyenin bahçesi de içeri sayılır. Adamı görmeyen kalmamış… Sen bir avukatsın. Olayı kaba güçler halletmeye çalışırsan, soranlara ne yanıt vereceksin o zaman?’
‘Ama beyefendi…’
İçinden ‘Beyefendi’nin aq nereden bulaştıysak bu işe?’ dediyse, hatta hepsi aynı anda aynı şeyi akıllarından geçirmiş olsa da yapacak bir şey yoktu. Bundan ötesi var mıydı? Olabilir miydi böyle bir olasılık? Olsa bile ötesini Şahin’den başkası içinden bile mırıldanacak cesaret bulamadı kendinde. ‘O.. çocuğu çükünün keyfi için ortalığı karıştıran kendisi, düzeltemeyince yaprağa yan basan biz. Eh yukarıda Tanrı var, elbet bir gün senin de ananı bir belleyen biri çıkar.’
Belki Timur bu beklenen kurtarıcıydı. Karaların defterini dürecek adam. Batıdan gelen beyaz… Demin açıktan kızdıkları adamın içten içe kazanmasını istemiyor değildiler. Ama bunu itiraf edecek cesaret hiçbirinde yoktu. Olamazdı…
Bunları bir açıkça söyleyebilse, ne güzel olurdu. Aaah ahh!.. Ama böyle bir seçeneğin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini, hatta hayalinden bile geçirse başına ne geleceğini çok iyi biliyordu. Geçenki duruşmada saflığı ve temizliğiyle davalı avukatı Ayşe’ye imrenmesi boşa değildi. Madde hırsı yüzünden girdiği bu bataktan çıkmak diye bir seçeneği asla olmayacaktı. Kirli işlerin kapısı tek taraflı açılıyordu. İçeri giren bu yüzden bir daha asla çıkamıyordu. Olanak olsa onun gibi kimseye gebe olmadan yaşamak isterdi. Varsın sofrasında havyar yerine kuru soğan, pastırma yerine kuru ekmek olsundu.
Şahin’e egemen olan sara durgunluğu, sekerat sessizliği herkesi fazlasıyla şaşırtmış, hatta biraz da korkutmuştu. Korkuları davayı kaybetmekten değildi, davada haksız olduklarının farkındaydılar. Kazanılacak bir dava değildi ki… Nereden baksan tutarsızlık... Sürekli yeni bir hata yapan Beyefendi’nin kırdığı cevizler gerek polis kayıtlarında gerekse halkın hafızasında canlılığını sürekli koruyordu. Korkuları kaybedilmek zorunda olan bu davanın ceremesini çekmek zorunda kalmaktı.
‘Zamanlamaya baksana Recai, duruşmaya beş dakika kala getiri-yorlar. Yanındaki kazmaların hallerine bakılırsa polis olmalılar. Ömer’in başını önüne eğerek yürüyüşü, bu hareketin kendi kararı olmadığını anlatıyor. Onların elinden gürültü etmeden Ömer’i almak olanaklıysa, buyur al.’
Recai biraz sakinleşince Şahin’in doğru söylediğini anladı. Son daki-kada böyle bir şey yapmak gerçekten olanaksızdı, hatta olanaksızdan öte risk doluydu. Rakiplerinin bu hareketinin güzel bir hamle olduğunu kabul etmekten başka çare yoktu. Yanındakilerin polis olma olasılığı yüksekti. Yani çatışmadan Ömer’e ulaşmak… Haklıydı Şahin Bey, evet…
‘Ne yapacağız o zaman, böyle mal gibi bekleyecek miyiz yani?’
‘Beklemeyeceğiz tabi Recai. Deminden beri ne diyorum ben? Bi-razdan duruşma başladığında, ne yapman gerekiyorsa onu yapacaksın. Yani Türkçesi çamura yatacaksın, tartışma çıkaracaksın aklına gelen her yolu deneyeceksin ve beyefendiye zaman kazandıracaksın. Gerisi onun bileceği iş. Anlaşıldı mı?’
‘Anladım abi...’
‘Meslek yaşamının ustalığını bu duruşmada sergileyeceksin. Minder dışına çık, demagoji yap, belden aşağı vur… Hatta istersen Timur’un suratına tükür. Ne yaparsan yap ama bize zaman kazandır. Yenileceğini anlayan takımın kavga çıkarması gibi yani… Hiçbir şey yapamıyorsan bayılma numarası çek aq. Biraz zaman kazanabilsek, kendi yöntemlerimizle işi lehimize çevireceğimizi düşünüyorum. O kauçuk, beyefendinin gücünü unutmuş anlaşılan. Şu duruşmayı atlatmayı başarabilsek arkadaşlar, beyefendi bu sorunu tereyağından kıl çeker gibi halleder. Anlatabildim mi Recai?’
‘Anladım abi, merak etme sen.’
‘O zaman içeri geçiyoruz arkadaşlar. Durup dururken yok yere yar-gıçlarla papaz olmayalım.’
Onlar içeri yollanırken Timur meydan okumaya devam ediyordu:
‘Elbette arkadaşlar hanım kızımızın hakkını maddi gücüne güvenen birkaç ensesi kalına yedirmeyeceğiz. Bu memlekette insan hakları var deniyorsa, demokrasi var deniyorsa bundan Zeynep’in de yararlanması gerekir. O da bu ülkenin vatandaşı, o da aynı Tanrının kulu. Bu dava sadece Zeynep davası da değil. Bu dava ezilen, horlanan, bu dünyada ve öbür dünyada ikinci sınıf muamelesine layık görülen bütün kızların, kadınların davası… Dolayısıyla kadın haklarını savunan herkesi yanımızda görmek istiyoruz.
‘Birilerinin bu davada belden aşağı vurmaya başlaması haklılığımızın bir kanıtıdır. Ama yalnızca bu yetmez. Size değerli basın ve medya mensupları, size de çok büyük görevler düşmekte. Rakiplerimiz belli, güçleri belli. Korkmanız da doğaldır. Ama yine de ağzınıza bir parmak bal çalındı diye en azından ilk dönemeçte bizleri terk etmeyin. Kadın haklarını savunduğunu söyleyen sivil toplum kuruluşlarına da aynı biçimde çok görev düşüyor. Biz birazdan kızımızın hakkını hukukunu devletin mahkemesinde savunacaksak, siz de şu andan itibaren milletin vicdan mahkemesinde aynı şeyi yapmak için gayret sarf edeceksiniz. Elinizde ne kadar tanık, kanıt varsa, ne kadar belge varsa mahkemeye ulaştıracaksınız. Ve tabi öncelikle millete… Dava sonuçlanıncaya kadar asla bu konuyu gündemden düşürmeyeceksiniz… Dik duracaksınız yani…
Sermaye Düşmanı Gominis
‘Sayın yargıç müsaade buyurursanız tutuklu durumunda bulunan ve huzurlarınızda muhakeme edilen sanık Zeynep’in vekaletinin baro marifetiyle halefim Ayşe Hanım’dan alınmasına ve tarafıma tevdi edilmesine sebep olan mektubu sesli olarak huzurlarınızda okumak istiyorum.
Mahkeme başkanı hiç bekletmeden baş işaretiyle onaylarken sözlü olarak da ayrıca kararını takviye etti:
‘Buyurun, söz sizin.’
‘Cürmü meşhut olan suçunu açıkça itiraf eden ve muhakemesi sırasındaki hal ve hareketleri ile kamu vicdanını yaralayan bir insanlık düşmanını nedeni bizce malum olan bir hararetle savunmanız, sizin gibi genç ve ilim sahibi bir hanımefendiye yakışmamaktadır. Sanık kendisini savunmaya bile gerek görmeyecek kadar suçun ve günahın içine batmışken, gereksiz yere ve haddinizi aşarak neredeyse aklama çabasına girmeniz hukuk açısından ayrıca bir facia arz etmektedir. Gereksiz yere haddinizi aşmaya devam ederseniz sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksınız. Sizin gibi ilim irfan sahibi bir hukuk insanının yukarıda arz ettiğimiz ikazı anlayacağına ve menfaatiyle muvafık hareket edeceğine itimat etmek istiyoruz.’
Mektubu dava dosyasında daha önce görerek inceleyen mahkeme başkanı, yanıtı aşağı yukarı tahmin etmekle birlikte son anda olası bir gelişme olabileceği zannıyla sormadan edemedi:
‘Nereden ve kim tarafından gönderildiğini öğrenebildiniz mi?’
‘Maalesef öğrenemedik sayın yargıç. Mektup kendisine ulaştığı andan itibaren Ayşe Hanım tarafından zaman kaybedilmeden savcılığa iletilmiştir. Yapılan ön inceleme sonucu kriminolojik bir bulguya rastlanmayan işbu mektubun üzerindeki ibareden Ankara Kızılay postanesinden gönderildiği anlaşılmaktadır. Bu noktadan hareketle ilgili posta bürosu çalışanlarının ifadelerine başvurulmasına karşın elle tutulur bir bilgi edinilememiştir. Ancak müsaade buyurursanız sayın yargıç, kimin gönderdiği bilinmemekle beraber kimin gönderebileceği hakkında ciddi kuşku ve tahminlerimiz elbette bulunmaktadır.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç, Timur Bey elinde kesin kanıtlar olmadan müvekkilim ve ailesini itham altında bırakmaya çalışmaktadır. Timur Bey müvekkilim ve ailesi hakkında istifham yaratacak sözlerine derhal ve huzurlarınızda açıklık getirmelidir.’
Recai’nin bu ilk çıkışı göz doldurmuştu. Şahin, başına gelecekleri bilmenin heyecanıyla nasıl da canla başla mücadele ediyor diye düşündü. ‘Aferin!’ dedi kendi kendine. On üzerinden on vermişti. Beyefendinin de aynı notu takdir edeceğini tahmin ediyordu. Öyle olmasını umuyordu daha doğrusu. Başka çareleri yoktu çünkü. Davacı avukatların dördü de beyefendinin her zaman ve her yerde gözü kulağı olduğunu biliyorlardı. Bu salonda da büyük olasılıkla seyirciler arasında bir adamı vardı. Olmalıydı yani… Geçenki duruşmada rüzgar kendi arkalarında olduğu için bu durumu pek önemsememişlerdi. Ama bu sefer farklıydı. Seyirciler sadece sanık sandalyesinde duran Zeynep’in ecel terleri döktüğünü sanıyordu. Ama aldanıyorlardı. Kendilerinin durumu Zeynep’ten berbattı. Devlet Zeynep’e acımak için fırsat kolluyordu. Ama aynı opsiyonu beyefendi kendileri için asla tanımazdı.
‘Timur Bey, davacı tarafın bu noktada haklı olduğunu anlatmama gerek yok. Sözlerinizdeki kapalı ifadeleri hemen burada ya açın ya da geri alın. ‘
Mahkeme başkanı bu sözü inandığı için değil yasa emrini uygulamak amacıyla, yine içinden gelerek değil zorunluluktan söylemişti. İçinden böyle bir şey kimin işine yarıyorsa onun yapması gerektiği kanaatinden hareketle Karalardan başkasının yapmasına ihtimal vermiyordu. Elbette onlardan başkası yapamazdı. Bu kadar hukuki cümleyi onlardan başkası yazdıramazdı kimseye. Ayşe’nin gitmesi kimin işine yarayacaktı? Karaların tabi ki... Çünkü o tehditten sonra Zeynep’i savunmaya kimse yanaşamazdı. Allah’tan baro bu sefer gözü pek ve biraz da şirret bir avukat göndermişti. Timur en azından diğerlerine göre daha uzun süre dayanabilirdi Zeynep’i savunmaya. Hiç hesapta yokken bu sonuca varmış olmak Salih’i biraz olsun rahatlattı. Biraz da şansı yaver giderse, en azından müebbet almasını önleyebilirdi. Bu bile şimdilik önemli avantaj kabul edilebilirdi.
‘Kimseyi itham etmiyorum sayın yargıç. Bu mektubun yarattığı sonuçtan kim istifade edecekse, onun elinden çıkmış olabilir demek istiyorum.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Davacı tarafın yani beyefendinin böyle basit bir oyuna ihtiyacı olmadığı gün gibi ortada… Huzurunuzda sanık pozisyonunda bulunan Zeynep zaten yaptığı menfur eylemin sonunda cürmü meşhut olarak güvenlik güçleri tarafından yakalanmış olup, olayın soruşturma aşamasında da sanık itiraz etmeyerek hiçbir baskı ve zor altında kalmadan suçunu kabul etmiştir. İşbu durum malumunuz olup, böyle bir durumda mektup gibi basit oyunlar peşinde koşmamızda ne yarar olabilir?’
Aslında evet, görünürde doğru söylüyordu galiba Recai. Bu muhakeme üzerine kafası karışmıştı başkanın. Diğer yargıçların durumu da ondan pek farklı değildi. Bu durumu ancak savcı aydınlatabilirdi. Bu aşamada ona söz hakkı vermeden duruşmaya devam etmek pek akıllıca olmayacaktı.
‘Nihat Bey, şu malum mektup hakkında hiç ipucu yok mu? Mesele hakkında ne biliyoruz, bizimle paylaş bakalım.’
‘Elbette sayın yargıç. Arz edeyim efendim. Ne yazık ki elle tutulur bir bilgimiz yok sayın yargıç. Son derce düzgün cümlelerden oluşması ve hukuki derinliği olması bu işin içinde hukukçu parmağının olduğuna dair ciddi kuşkular uyandırmaktadır. İfadelere bakılırsa yazan her kimse, mektubunun gizlenmesinden çok açık edilmesini istiyor gibi. Oysa bir tehdit mektubunun olabildiğince gizli olması gerekir. Ancak o zaman istenen amaca ulaşılabilir. Ayrıca duruşmadan üç gün önce gelmesi de çok su götürür bir durum.’
‘Bütün bunlar ne anlama geliyor savcı bey yani?’
‘Üzerinde herhangi bir parmak izi olmayan ve postaya kim tarafından verildiği bulunamayan adı geçen belgenin hukuk dilinde tam anlamıyla bir tehdit mektubu olarak değerlendirilmesi tarafımızdan uygun bulunmamaktadır. En azında şimdilik efendim.’
Sözlerinin her ne kadar Karaların işine yarayacağını tahmin etse de bir savcı olarak doğru söylemek zorundaydı. Böyle bir tehdit mektubu olamazdı. Bu iddia Karalar tehdit etmez anlamına gelmiyordu elbette. Yalnızca onların tarzı değildi. Bu alemin raconu böyle değildi. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi bu alemde suçluların da kendilerine özgü tarzları vardı. Olayı bu açıdan irdeleyerek çoğu zaman kimin yaptığına dair düşünce sahibi olmak mümkündü. Nihat da aynı yoldan giderek bu mektubun Karaların işi olmadığını düşünüyordu. Eğer bu olayda Karalar yoksa ortada tehditten de bahsedilemezdi.
Böylelikle mektup meselesi yeterli kanıt bulunamadığı için daha başından itibaren kapanmak zorunda kaldı. Ama herkesin zihninde bıraktığı izler mahkeme sonuna kadar silinecek gibi değildi. Belki de amaç buydu… Görünürde olan Ayşe’ye olmuştu. İlk duruşmadan sonra ayrılmak zorunda kalmıştı. Yerine baro tarafından atanan Timur da davacı tarafın hoşuna gitmemişti. Bu durum mektup olayından sonra ortalık biraz sakinleşir sakinleşmez gündeme gelmekte gecikmedi. Özellikle İzmir hukuktan devre farkıyla sınıf arkadaşı Timur hakkında yeterince bilgi sahibi olan Recai hiç memnun değildi onun atanmasından. Ve bunu açıkça dile getirmekten bir saniye bile geri kalmamıştı:
‘Sayın yargıç üzerimize yıkılmaya çalışılan mektup olayından murat edilen amacın şu an sanık Zeynep’i savunmak üzere karşımızda bulunan ve baro tarafından özellikle gönderilmiş havası yaratan Timur Bey olmadığı ne malum?’
Bu fikir birden aklına gelmişti. Ama Allah için söylemek gerekirse mahkemeyi allak bullak eden bir düşünce olabilirdi. Böyle ince buluşlarından dolayı kendisiyle ne kadar övünse azdı. Göğüslerinin gayrı ihtiyari kabardığını hissetti. Ara vermemeliydi. Surda bir gedik açmıştı ya onarılmasına olanak tanımadan bodoslama devam etmeliydi hücuma.
‘Biz Timur Bey’in Kara ailesine karşı kasıtlı olarak sanığın savunmasında görevlendirildiği kanısındayız sayın yargıç.’
‘Neye dayanarak söylüyorsunuz bu iddiayı? Sonuçta Timur Bey, Ayşe Hanım ve benzerleri gibi yasa gereği baro tarafından atanmış bir avukat. Böylelikle aslında dolaylı olarak baroyu da suçlamış oluyorsunuz.’
‘Baroyu suçlamak gibi bir niyetimiz yoktur sayın yargıç. Belki kararlarını… Ancak takdir edersiniz ki basın ve medyanın haksız yere merhum müvekkilimin üzerine geldiği bu nazik dönemde, sicili bizce çok temiz olmayan birini savunma avukatı olarak ataması bizce pek manidar gelmiştir. Hepsi bu kadar efendim.’
‘Sicili temiz değil de ne demek? Temiz sicile sahip olmayan birini baro kendi arasına kabul eder mi?’
‘Üniversite yıllarından tanırım kendisini sayın yargıç. Sermaye düşmanları ile düşüp kalkan, dinle diyanetle ilgisi olmayan yasadışı grev, boykot ve mitinglerde sık sık boy gösteren birisi için velev ki zamanla şartlar gereği aklansa bile bizce değişen bir şey yoktur. Kuzu postuna bürünmüş bu arkadaşın düşüncelerinin değişmediğine eminiz. Dolayısıyla olayı siyasi saiklerin tesiriyle basite indirgeyerek merhum müvekkilimin aleyhinde kullanacağını düşünüyor ve davadan el çekmesi için gerekli tedbirlerin acilen alınmasını arz ve talep ediyorum.’
‘Recai Bey malumunuz birbirimizi beğenip beğenmeme gibi bir lüksümüz yok. Ayrıca ortada bir sorun olsa bile baro tarafından usulüne uygun olarak atanmış bir avukatı ortada elle tutulur bir sebep olmadan savunma hakkından men etmem mümkün değil. Muz cumhuriyeti değil burası evladım. Eğer gerçekten sorun olacağını düşünüyorsan duruşmadan hemen sonra doğruca baroya başvurup isteğini iletebilirsin.’
İşin garibi kendisi hakkındaki suçlamalara karşı Timur’un yerinden tebessüm etmesi dışında en ufak bir tepki vermemiş olmasıydı. Ve bu yalnızca Karaların avukat ordusunu bozguna uğratmakla kalmamış, aynı zamanda izleyiciler arasında tahminlerin çok ötesinde sempati uyandırmıştı.
Sayın yargıç, zatınıza karşı algılamamanızı umarak bu duruşmanın geçerli sonuçlara ulaşmasının olanaksız olduğunu bir kere daha ifade etmek istiyorum. En azından tutanaklara bu biçimde geçmesini talep ediyorum. Savunma avukatının üniversite yıllarında sermaye düşmanı aşırı sol örgütlerle haşır neşir olduğu herkesçe malumken yapacağı savunmanın adaletin tecellisinden çok hatırlı iş adamı Recep kara ailesinden ve merhum müvekkilim Serkan Bey’den öç almaya yönelik olduğunu düşünüyorum efendim. Arz ederim.’
Başkan durumun istenmeyen tarafa yöneldiğini görünce son sözünü söylemeden önce Timur’a da söz vermenin yerinde bir karar olacağını düşünüyordu:
‘Timur Bey hakkında söylenenleri duydun. Gördüğüm kadarıyla yanıt vermek gibi niyetin yok. Senin de bu konuda görüşünü almak isterim. Ne dersin bu işe?’
‘Efendim söylenecek bir söz yok. Beni dinsizlikle suçlayıp yukarıda Allah var diyen kendileri. Sicilimde herhangi bir sıkıntı yok. Üniversite yıllarında cop yemişsem düşüncelerimi özgürce açıklamak uğruna yemişimdir. Yani benim polis kayıtlarında adım savunmaya çalıştığı Kara ailesi gibi kumarhane baskını, uyuşturucu satışı ya da kuşkulu cinayetler değildir. Velev ki Karalar böyle bir suç işlememişseler bile neden adları hep bu olaylarda geçmektedir. Beni ve üyesi olduğum dernek ve vakıfların adları neden bu olaylarla birlikte geçmemektedir? Bu durumu özellikle nazarı dikkatlerinize arz ederim efendim. Söz almak istemeyişim bundan kaynaklanmaktadır. Davacı tarafın avukatları elde edecekleri akıl almaz derece doyurucu maddi çıkarların keyfiyle birlikte kaybederlerse başlarına gelecek felaketlerin tahminleri arasında otokontrollerini kaybetmiş durumdalar. Bu yüzden, yani kendilerine acıdığımdan söz almak istemedim. Ayrıca son olarak eğer bu mahkemede yapılacak yargılamanın hukuken geçersiz olduğunu iddia etmekte ısrarda kararlıysalar bence bir sakıncası yok. Kararın ardından temyize başvurabilirler.’
Başkan daha fazla uzatmadı. Davacı taraf da söylenenlerin yerden göğe haklı olduğunu biliyordu. Hem de öyle bir biliyordu ki… Keşke Timur kadar temiz ve onurlu olabilselerdi. Davacı avukatların hepsi aynı anda aynı istekte bulunuyorlardı Tanrılarından. Özellikle Timur’un son sözleri içlerinin sızlamasına neden olmuştu. Belli etmeden yutkundular. Başkan bunu gördüğünü, en azından hissettiğini sandı. Daha fazla uzatmazsa tepki gelmeyeceğini düşünerek davaya geçti.
Bu arada uzun zamandan beri duruşmaya geçilememişti. Bu durum en çok Recai’nin işine yaramıştı. Zaten amacı duruşmayı sulandırabildiği kadar sulandırarak zaman kazanmaktı. Ancak mahkeme başkanı Salih aynı düşüncede değildi. Adalet yargılama süresi uzadıkça hedefinden sapıyordu. Bu gerçeği defalarca gözlemlemişti. Olgunluk çağında bu tür hatalara düşmek istemiyordu. Daha fazla uzatmadan duruşmaya kaldığı yerden devam edilmesini ihtar etti:
‘’Evladım o kadar çok itiraz ettin ki duruşmaya geçemedik.’
Başkan künyeyi okumaya başlamadan önce tanığın yerini almasını ihtar etti.
‘Süleyman’dan olma, Hacer’den doğma, Eskişehir nüfusuna kayıtlı, kırk iki yaşında, Ankara’da ikamet ve galericilik mesleğiyle iştigal etmekte.’
Tanık Ömer’in ifade vermek için yerine geçmek üzere ayağa kalktı. İzleyici bölümündeki iki meçhul adamın arasından ürkek adımlarla süzülerek tanık sandalyesine geçti.
Recai zaman kaybetmeden ayağa kalktı. Salih anlamıştı, gene itiraz edecekti. Gene ne vardı itiraz edecek? Bu adamın tanık olmasından rahatsız olmalarına bir neden yoktu görünürde. Olayla ne ilgisi var, kendisi de bilmiyordu. Davacı taraf müsaade etse de öğrenebilse. Ama yok herif muhalefet olsun diye muhalefet ediyordu sanki.
‘İtiraz ediyorum, sayın yargıç. Bu adamın bu dava ile ilişkilendirilmesi kabul edilemez. Başka bir davadan yargılanmış, cezasını çekmiş olabilir. Kapanmış bir defteri tekrar açmak davaya ne katkı sağlayacak anlamıyorum.’
‘Tanıyor gibisin sanki sanığı.’
‘Evet efendim, birkaç sefer savunmasında bulunmuştum.’
‘Siz de iyi bilirsiniz ki, mahkeme sürecinde herkes tanık olarak başvurabilir ya da taraflar tarafından tanık olarak gösterilebilir. Konuyla davayla ya da kişilerle ilgisi olup olmadığı ifade sürecinde, nasıl olsa kısa sürede anlaşılır. Eğer herhangi bir ilgisini saptayamazsam müdahale ederim zaten. Bundan en ufak bir kuşkun olması evladım.’
Sonra Timur’a döndü. Bir süre bakmakla yetindi. Adam hiçbir şeye itiraz etmediği gibi davacı tarafın sözünü dahi kesmiyordu. Ama ne hikmetse bütün salon onun haklı olduğunu düşünüyor olmalıydı. Kendisi öyle olduğunu sanıyordu en azından. Ve bu hali dikkatli bakıldığında yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu.
Timur hep mi böyleydi. Baronun en cevval avukatı dedikleri bu adam deminden beri bir sefer bile olaylara müdahale etmemişti. Bu durumun mahkeme başkanı nezdinde sempati uyandırdığı elbette yadsınamazdı. Daha önceki duruşmalarını pek hatırlayamıyordu. İlk defa varlığı bu kadar sorun yarattığı için dikkatini çekmişti. Baronun en şirret avukatı dedikleri adam, karşısında süt dökmüş kedi gibi duruyordu. Bu çelişkiye pek anlam verememekle birlikte üstünde fazla durmadı. Fakat Allah için söylemek gerekirse bu bir taktikse, mükemmel bir taktik uyguluyordu bu duruşmada. Eğer karar Zeynep’in lehine sonuçlanırsa bunda Ayşe’nin olduğu kadar hatta daha fazla Timur’un etkisi ve katkısı olacaktı. Duruşma sürecinde bir avukatın ne kadar önemli görevi olduğu bir kere daha gözler önüne seriliyordu.
‘Timur evladım, tanık olarak getirdiğiniz şahsın bu davayla ne ilgisi olduğunu doğrusu ben de anlayamadım. Ben anlayamazsam davacı tarafın itirazını kabul etmek zorunda kalırım. Bize biraz anlat bakalım.’
‘Efendim kendisine birtakım sorularımız var, sorulacak. Bu süreçte konuyla ilgisi net bir şekilde anlaşılacaktır.’
‘Haydi bakalım…’
Ömer her şeye hazırlıklı olmakla birlikte üzerindeki tedirginliği bir türlü atamıyordu. Ayrıca sanki tanık sandalyesine oturunca bütün cesaretini kaybetmişti. İmkan olsa ardına bile bakmadan kaçmak istiyordu. Duruşma salonundaki herkes ağzından çıkacakların Zeynep’in işine yarayacak şeyler olacağı kuşku götürmeyen Ömer’in söyleyeceklerinden çok durup dururken Karaların gazabına karşı nasıl cesaret gösterip ortaya çıkabildiğini düşünüyordu. Ömer bu hareketiyle yağlı urganı kendi eliyle boynuna geçiriyordu. Buna düpedüz intihar denirdi. Bir adam bu kararı alması için kaybedecek hiçbir şeyin kalmamış olması gerekirdi. Bunun farkında mıydı? Farkındaysa hangi neden ona bu kör cesareti vermişti? Karaların gazabını bilenler bu soruya açık bir yanıt veremiyordu.
‘Müsaade ederseniz sayın yargıç, tanığa birkaç soru sormak istiyorum.’
Başkası olsa soru soralım da görelim işine gelmezdi yargıç. Oyun oynamıyorlardı burada. Dolayısıyla Timur’un mahkemeye tanık olarak getirdiği kişiyi baştan tanıtması gerekiyordu. Ama Timur’un göz dolduran beyefendi hareketleri yüzünden bu seferlik alışılmışın dışına çıkmakta sakınca görmedi.
‘Müsaade sizin.’
‘Teşekkür ediyorum efendim.’
Sonra yönünü tanık sandalyesinde oturan Ömer’e çevirerek devam etti:
Ömer Bey öncelikle mesleğinizi öğrenmek istiyorum. Bize net olarak ne iş yaptığınız söyler misiniz?’
‘Elbette. Galericilik işleri yapıyorum. Bir şirketim var. Kısmet olursa inşaat işine de girmeyi planlıyoruz.’
Mahkeme başkanı takıldığı bir söze açıklama getirmesini istedi:
‘Çoğul ifadeyi lafın gelişi mi kullandın, yoksa gerçekte birden fazla işyerine mi sahipsin?’
‘Ankara, İzmir, Antalya’da ofislerim var sayın yargıç. Demin dediğim gibi şirket olarak yapıyorum bu işi.’
Başkan bu cevabı yeterli gördü. Timur kafasına takılan soruların yanıtlarını almayı bekliyordu.
‘Ne zamandan beri bu işle meşgulsünüz?’
‘Beş altı yıldan beri…’
‘Kısa zamanda bu kadar büyük adımlar atmanızın, böyle olağanüstü performans göstermenizin sebebi nedir Ömer Bey?’
‘Takdiri ilahi efendim. Elbette alın teriyle… Allah yürü kulum demeye görsün. Kim engel olabilir?’
Salih duydukları karşısında iliklerine kadar titredi. Yasa adamı olduğunu hatta mahkeme başkanı olduğunu unutup içinden verdi verişti: ‘Ulan teres, ben otuz yıldır yargıcım, hem de en üst derece mahkemelerde görev yapmaktayım, bir ev ile arabamdan başka bir şeyim yok. Bankada da birkaç kuruş… Adamı dinden çıkarmaya mı niyetlisin? Aynı Tanrı bize neden yürü demez? Biz de onun kulu değil miyiz? Alın teriymiş. Hastir lavuk! Seninki alın teri de bizimki idrar tahlili mi?’
Yargıç olarak karşısında milletin gözünün içine baka baka yalan söyleyen bu herifi iki dakikada mat edebilirdi. Ama mahkeme başkanı olarak tarafsızlıktan ayrılmamakla yükümlüydü. İlk defa bir yasa adamı olarak görevini ve sorumluluklarını bir kenara bırakıp ‘Aq tarafsızlık dedikleri melanetin.’ diye mırıldandı. Sonra Timur’a döndü. Yine tarafsızlığını unutarak baronun verebileceği en cevval avukata kendisini bu açmazsan ancak onun kurtarabileceğini ima eden müşfik bakışlarını yöneltti. Bu bakışlarda ‘Yürü şu şerefsiz herifin üzerine, arkanda ben varım!’ anlamı alev alev tütüyordu. Ama bunu yalnızca bakışlarını üzerine diktiği Timur anlayabilirdi. İnsanların birbirlerinin içinden geçeni okuyamaması ne güzel bir eksiklik diye düşündü. Öyle olmasa tarafsızlık, eşitlik gibi yasal hata ve kusurlar yüzünden kimseyi tam anlamıyla yargılaması mümkün olamayacaktı.
Timur, Recai’nin ürkek ama bir o kadar da nefret dolu bakışlarına aldırış etmeden aldığı görevi yerine getirmenin heyecanıyla devam ediyordu.
‘Daha önce neredeydiniz, yani beş altı yıl önce?’
Aslında özellikle Recai ve Timur nerede olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ama burada bir kere daha tekrar edilmesi gerekiyordu. İzleyicilerin ama özellikle de mahkeme kurulunun önünde.
‘Cezaevindeydim.’
‘Ne maksatla cezaevindeydiniz.’
‘Trafik kazası, efendim. Ölümlü bir kazaya karışmıştım istemeden.’
‘Sonra, ne kadar hüküm giydiniz?’
Ömer’in bakışları gayrı ihtiyari Recai’ye kaydı. Recai anında bakışlarını ondan kaçırdı, herhangi bir şaibe olmaması için. Bu kaçırış bile çok şey ifade ediyordu aslında. Ömer’in anlaması için… Salih olanları anlamamakla beraber burnuna kötü kokular geldiğini hissediyordu.
‘Peki ölen kişinin şu anda davası görülen merhum işadamı Recep Kara’nın imam nikahlı eşi olduğunu biliyor musun?’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Gerçeğe uymayan ifadelerle olay kasıtlı olarak saptırılmaya çalışılıyor.’
‘Gerçeğe uymayan ifade hangisi, söyle biz de bilelim Recai Bey...’
‘Merhum müvekkilimin elim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden kadın ile evli olduğu gerçeği yansıtmamaktadır. Buradan hareketle davalı avukatı kendince mantık sınırlarını zorlayan sonuçlara varmayı hedeflemektedir.
‘Yapmayın Recai Bey, gazetelere bile çıktı ölmez aşkları.’
‘Tamam işte rahmetli Tülay Hanım, üniversite öğrencisi güzel ve çalışkan bir kızmış. Yani hakkında yaptığım araştırmalardan aklımda kalanları iletmeye çalışıyorum. Ama kaderi kendisine bu kadar insaflı davranmamış. Birtakım sorunlarla ayağı yere basmayan hayallerin peşinde sürüklenerek Ankara’nın gecekondu semtlerinden birine kapağı atan yoksul bir ailenin kızıdır Tülay. Hafızam beni yanıltmıyorsa, çevresinde oldukça ihtiraslı bir kişiliğe sahip olduğu söylenen bir genç kız. Merhum müvekkilim ise olgunluk çağında ve mesleğinin zirvesinde yakışıklı, güçlü kuvvetli bir işadamı. Gelecek vaat eden biri yani. Gerisini tahmin edebilirsiniz.’
Gerisi Yeşilçam filimi demeye getirdi. Ama açıkça dile getirmedi.
‘Böyle bir serencam evlilikle sonuçlanır genelde. Sanırım siz de tahmin edebiliyorsunuz?’
‘Evet belki ama bu sefer öyle olmamıştı. Merhum müvekkilim kısa zamanda Tülay kızımızın şifresini çözdüğü için adımını dikkatli atmayı tercih etmiştir. Bu yüzden de nikahları olmamış, yani resmi olarak karı koca olmamışlardı. Rahmetli müvekkilim bu iş için zamana ihtiyacı olduğunu düşünmekteydi. Elim trafik kazası olmasaydı da rahmetli yaşasaydı belki mutlu bir evlilikleri olacaktı. Ne yazık ki kader bunu bilmemize izin vermedi.’
‘Ne kaderi, ne eceli bizzat ben aldım canını. Hem de bilerek ve isteyerek.’ Ama bu itiraf Ömer’in sadece hafızasından film şeridi gibi geçti. Şimdilik bunu diliyle ikrar edecek durumda değildi. Etmeye niyetliydi aslında. Onun için gelmişti. Ama Recai’nin bakışlarındaki anlamdan sonra korkmuştu. Hem de köpekler gibi...
Buraya sözde yıllardır içini kanatan bir gerçeği itiraf etmek için gelmişti ama Karaların korkusu bir kere daha Tanrı korkusuna baskın çıkmıştı. Merhum kızının hayaline karşın… Her gece rüyasında senin günahını ben çektim diye kendisini azarlayan kızının aziz hatırasına karşın… Söyleyememişti. Söyleyemeyecekti… En iyisi kendisini öldürmekti galiba. Geride bir mektup bırakarak…
Bu amaçla gelmemişti mahkemeye. Evet emeğinin karşılığı olarak eline hatırı sayılır bir servet geçmişti. Ama aynı zamanda onu kullanmasına izin de… Önemlisi de buydu zaten. Yoksa piyangodan tarihin en büyük ikramiyesi bile geçse kişinin eline, kurtlar sofrasında bir adım atamazdı. Attırmazlardı. Önünde sonunda o para suyunu çeker, gene eskisi gibi hatta eskisinden çok daha beter bir şekilde don gömlek ortada kalırdı. Kalmaya mahkumdu.
Ömer ince ve kıvrak zekası ve Karaların desteği sayesinde bu alemde bir ağırlık sahibi olmuş, kolayca yok sayılamayacak bir yer edinmişti. Ama henüz Kara çetesiyle göğüs göğüse cephe savaşı verecek kıvama gelmemişti. Yani en azından kendini buna hazır hissetmiyordu şimdilik. Elinde büyük bir koz olmasına karşın... Buraya gelmesi bile aslında kendisi açısından büyük riskti. Ama artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Bu kararı almasında başına gelenler yüzünden gerçekten pişman olmasıydı. Etme bulma dünyası dedikleri doğru çıkmıştı. En azından kendi açısından… Öyle yorumluyordu içine düştüğü açmazı.
Evlendiklerinin ilk yıllarında dünya güzeli bir kızları olmuştu. Ma-nolya. Daha sonra hiçbir tıbbi sebep olmadığı halde başka çocukları olmamıştı. Gitmedikleri hastane, eşiğine yüz sürmedikleri hekim kalmamıştı. Ama yok işte, başka çocukları olmuyordu. Umarsız kaderlerine razı oldular. En azından elindekiyle yetinmeye karar verip, bütün sevgilerini Manolya’ya harcadılar. Ama kara kader yakalarını bırakmamıştı. On sekiz yaşına bile varmadan kara toprağa vermek zorunda kalmışlardı. Akıl sır ermeyen bir trafik kazası sonucu kaybetmişlerdi güzel Manolyalarını. Yeni söz kesmişken… Yaşasaydı eğer okulunu bitirip evlenecek, birbirinden güzel torunlar verecekti dedelerine.
Bir süre yaşadıklarının ruh dünyasında yarattığı travmanın etkisinde ne yaptığını bilemedi Ömer. Hatta en yakınındakiler delirdiğine bile hükmettiler. Ama o, sanılanın aksine delirmemişti. Zamanla durulmaya, sakinleşmeye başladı. Yalnız artık eskisi kadar neşeli değildi. Yalnızca ilk günlerin korkutucu ruh halinden eser kalmamıştı. Her şeyi sorgular olmuştu. Kendini, hayatı, dünyayı, kırdığı cevizleri kısacası her şeyi… Ve sonunda bir karara varmıştı. Kızının katili aslında kendisiydi.
Kaybedecek pek bir şeyi yoktu artık. Mal mülk hevesi kalmamıştı. Belki eskisinden daha fazla çalışıyordu. Evet ama bunu mal mülk sevgisinden değil, intikam aşkıyla yapıyordu. Onu bu hale getiren Kara çetesinden öcünü almak için yaşıyordu. Şimdilik bu niyetini açıkça belli edemezdi. Mahkeme sürecinde biraz yıpranması ve memleketin diline düşmesini istiyordu. Sonra belki bir altın vuruş… Çünkü hiçbir mahkemenin tam anlamıyla masumların hakkını teslim edemeyeceğini düşünüyordu. Bunu en azından kendi duruşmasında bizzat kendi gözleriyle gözlemlemişti. Ötesi var mıydı?
Başına gelenlerin hepsinin yine kendi eseri olduğuna karar verdikten sonra çok geçmeden haberlerde bu olayı duydu. Bu karar kısa süre içinde onu tanık olarak mahkemeye sürükledi. Fazla üzerine gitmemeleri şartıyla tanık olabileceğini Timur’a ileten de kendisiydi. Böyle yaparsa tövbe eden bir inanır gibi günahlarından kurtulacağını umuyordu.
‘Öyle ya da böyle sayın yargıç. Merhum Tülay Hanımın yine merhum Recep Kara ile adının aynı anda anılması bile bizim için yeterli. Evlilik resmi olmadığı için şu an için kanıtlamamız mümkün değil. Müsaade buyurursanız bir soru daha yöneltmek istiyorum.’
Yargıç karar vermekten çok merakla akışı bozmamak için eliyle devam et işareti verdi.
‘Yanılmıyorsam Ömer Bey, daha önce Karalara ait bir galeride ayakçı pozisyonundaydınız. Elinize geçen ücret bahşiş, prim derken bir memur maaşını belki bir parça geçiyordu. Bunda mutabık mıyız?’
‘Doğrudur efendim.’
‘O zaman bize net bir cevap verebilecek misin, bir anda bu kadar büyük çaplı işlere nasıl kalkışabildiğin noktasında?’
‘Borç aldım, diyelim. Bir tanıdıktan.’
‘Öncelikle borç aldığınız kişinin Karalarla bir yakınlığı var mı?’
‘Elbette efendim, bizzat rahmetli Recep Beyin talimatıyla verilmiştir.’
‘Resmi ya da imam nikahlı fark etmez, hatta sevgilisi bile olsa yakınındaki bir kadının ölümüne sebep olan birine bu kadar bonkör davranarak borç verilmesi size mantıklı mı?’
‘Öyle görünmekle beraber mesleğimde gösterdiğim başarı yüzünden diyelim.’
Ömer korkunun etkisiyle yuvarlak yanıtlar vererek kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Zaten demek isteyip de diyemediklerini Timur fazlasıyla haykırıyordu. Şimdilik bu kadarla yetinecekti. Daha ötesine gitmeyi gözü kesmiyordu.
‘Sayın yargıç gerek Abdullah Bey’in gerekse Ömer Bey’in Kara ailesinden aldıkları borçlara gösterdikleri neden mesleklerindeki başarı olarak gösterilmektedir. Ancak bunun doğru olmadığını bizden çok daha iyi kendileri bilmektedir. Korkudan itiraf edemeyişlerine aldanmamak gerek. Bu konudaki kişisel kanım her iki menfur olayın mutfağında aynı olayın cereyan etmiş olmasının tesadüf olamayacağı yönünde… Durumu takdirlerinize arz ediyorum.’
Ömer bir açık kapı bırakmış ancak daha ileri gitmemişti. Recep Kara’nın yerin dibine batmasını istiyordu ama bunu gerçekleştirecek gücü elde edinceye kadar temkini elden bırakmamak gerektiğine inanıyordu. Sonuçta bu işin sonunda hayatını kaybetmek vardı. Korkusu aslında ölmek değil intikamını alamamaktı.
Recai son sözlerin aleyhine kullanılacağını düşünerek itiraz etti. Kabul edilince devam etti:
‘Davalı avukatının Serkan Kara aleyhine olarak her iki olayı da azmettirmiş havası yaratmasına itiraz ediyorum sayın yargıç. Öyle bir şey olsaydı eğer Ömer Bey şimdi tanık sandalyesinde oturmaya cesaret edebilir miydi?’
Bu söz açıkça Ömer’e meydan okumaydı ama mahkemede Ömer’den başka anlayan olmamıştı.
Mahkeme başkanı bu sefer Timur’dan sözlerine açıklık getirmesini istedi. Timur bunun böyle olacağını ve olması gerektiğini tahmin ettiği için bekletmeden söz aldı:
‘Sayın yargıç dikkat buyurursanız inandırıcı değil dedim. Yani kesin bir hükme varmadım. Kesin hüküm duruşma sonunda yüce mahkemeniz tarafından verilecektir. Davacı vekili avukat kardeşim bu ince ayrıntıyı kaçırmış olmalı.’
Evet bu ince ayrıntı yüzünden daha fazla ileri gidemedi ve bu durum hiç de hoşuna gitmemişti. Timur da son bir soruyla sözlerini tamamlamak istedi. Başkanın devam işaretiyle kaldığı yerden devam etti:
Peki Ömer Bey bu hayırsever ben istesem bu meblağda bir borcu ya da sayın yargıç istese yine düşünmeden kendisine de verir miydi?’
‘Vermezdi herhalde.’
‘Benim başka sorum yoktur tanığa, sayın yargıç.’
‘Sayın yargıç müsaadeniz olursa tanığa biz de soru yöneltmek isteriz.’
Yargıç bekletmeden izin verdi. Recai yaptığı mallığa kızmakla birlikte keskin zekasıyla ortama egemen olan fena havayı kendi lehine çevirmeyi umuyordu.
‘Ömer Bey, aldığınız borcu ödediniz mi?’
‘Hem de fazlasıyla.’
‘Elinizde bunu kanıtlayacak bir belgeniz var mı? Mahkemeye sunabileceğimiz…’
‘Hayır. Olamaz da zaten. Alırken senetle sepetle almadım ki...’
‘Peki Serkan Bey sizin neyinize güvendi de böyle bir riske girdi? Ya ödeyemeseydiniz mesela?’
‘Öyle bir şey olabilir mi? Borç namustur. Biz borcuna sadık insanlarız. Bunu en iyi rahmetli bilirdi. Yıllarca yanında çalıştım. Üstelik son zamanlarda yani cezaevine girmeden önce şubelerinden birinin yönetimi bendeydi. Beyefendi orada keşfetmiş olmalı bendeki cevheri.’
‘Ya ödeyemeseydiniz örneğin.’
Ömer acı acı güldü. Bakışlarında vahşi bir istihza alazlanıyordu.
‘Hiç öyle bir şey olabilir mi? Piyasada görülmüş duyulmuş mudur saygın bir işadamının hakkının yendiği? Çarpılır maazallah böyle bir olasılığı aklından bile geçiren. Ayrıca rahmetli beyimiz insan sarrafıydı. Ödemeyeceğini sezdiği kişiye elbette vermezdi. Ama eğer vermişse, bu alan kişi için ne erişilmez bir şerefti…’
‘Sayın yargıç Ömer Bey’in ifadelerinden anladığımız kadarıyla aldığını ve ödediğini söylediği borcun somut bir kanıtı bulunmamaktadır elinde. Dolayısıyla gerçekte vuku bulmuş olsa bile sübut bulmadığı için böyle bir kanıta itibar edilmesi beklenemez. Eğer itibar edilecekse kime borç vereceği noktasında Serkan Kara’nın insan sarrafı olduğunu ortaya çıkaran bu ifadenin dikkate alınmasını arz ederim.’
Başkan savcıdan tanığa sorusu olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrenince yeni bir tanığın sorgusu için duruşmaya ara verdi.
İç Hesaplaşma
Mahkeme başkanı ikinci tanığın künyesini okumaya başlar:
‘Osman’dan olma Hürrem’den doğma, Ankara nüfusuna kayıtlı, otuz altı yaşında, şoför, Ankara’da ikamet etmekte olan tanık İsmet Bey yerinize geçin.’
Timur’un tanığına karşı Şahin de boş durmamıştı elbette. Eğer yönelteceği sorularla hedefi on ikiden vurmayı başarabilirse, davalı tarafın verdiği zararın bir kısmını onarması mümkündü. Bunu şimdilik tam olarak kestiremezdi. Sürecin içinde belli olacaktı. Ona düşen yalnızca gözünü dört açması ve elindeki fırsatı doğru yönetebilmesiydi. Çok geçmeden İsmet kendisine ayrılan bölümde yerini alır.
İki taraftan da ses çıkmayınca Salih tanıktan o gece yaşanan olayları en küçük bir ayrıntıyı bile atlamadan anlatmasını istedi. Yani iddia edildiği gibi kavga etmişler miydi? Ettiyseler maktul sanığa zarar vermiş miydi? İlk defa mahkeme karşısına çıkmanın şaşkınlığı içinde bocalayan İsmet bir süre ne diyeceğini bilememenin anaforlarında yutkundu. Recai’den medet uman bakışlarını ona doğru çevirdi. Recai içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Tanıkların çoğunda sıklıkla yaşanan bir durumdu bu. Uçak korkusu, gemi tutması gibi bir şeydi. Recai belli belirsiz bir baş hareketiyle devam etmesini ihtar etti. İsmet bu hareketten adlığı cesaretle söze başladı:”
‘Düğün gününden önce de böyleydiler aslında. Yani araları limoni gibiydi. Merhum Serkan Bey ile Zeynep Hanım’ın yıldızları pek barışmıyordu yani. Daha dünya evine girmeden bu kadar çabuk anlaşmazlığa düşmelerini anlamak mümkün değildi. Sebebini ortalıkta dolaşan dedikodulardan duymuştum ama doğrusu bana pek mantıklı gelmemişti. Sanırım mal mülk meselesiymiş. Kız genç tabi diyerek bazen hak vermiyor değildim. Hatta rahmetliye kızdığımız bile oluyordu. Versin gitsin, bir evden ne çıkar diyorduk.’
Recai tam zamanı diyerek araya girdi:
‘Mal mülk derken neyi kastediyorsun. Biraz açabilir misin bize?’
‘Dikmen Vadisinde bir ev varmış. Duyduğum bu yani. Onu evleneceği kıza söz vermiş önce. Ev dediysem saray yavrusu bir şeymiş. Benim anlatmaya dilim dönmez. Sonradan ne olduysa babasına vermek istemiş. Yani benim duyduğum bu. Ötesini bilmem.’
‘Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum sayın yargıç.’
Sadece mahkeme başkanı değil herkes şaşırmıştı bu söze. Daha fazla uzatmadan izin verdi:
‘Neymiş o bakalım?’
‘Sayın yargıç tanık doğrudan doğruya konuya daldı. Bu da sanki ifadesinin önceden ezberletildiği izlenimi uyandırdı bende. Takdirlerinize arz ediyorum.’
Evet aslında biraz düşününce konuya bodoslama dalması ve beklenen cevaptan başlaması… Neden olmasın diye düşündü. Ama bunun da kanıtı yoktu. Mahkeme başkanı olarak kanıtsız hiçbir şeye itibar edemezdi. Olsa olsa dikkate alabilirdi. Öyle de yaptı:
‘Öyle bir olasılık varsa birazdan anlarız. Hemen acele etme Timur Bey.’
Sonra tanığa hitaben devam etti:
‘Kanıtın var mı İsmet Bey. Sen ondan bahset. Bize orası gerek... Gerisi kendi aralarındaki sorun…’
Biran önce sözlerini bitirip oturduğu sandalyeden kaçmak isteyen İsmet bulduğu ilk boşlukta devam etti:
‘Yani aslında hem var hem yok diyebilirim. Çünkü bütün bilgilerim bu kadar. Kulağıma çalınanlardan aklımda kalanlar bunlardan ibaret. Sonuçta ben bir şoförüm. Beyefendinin kendi özelini benimle konuşması diye bir durum söz konusu olamaz beyim. Aklımda kaldığı kadarıyla Dikmen Vadisinde, oldukça lüks bir yermiş. Bir ev yani… Benim gibilerin rüyasında bile göremeyeceği kadar da pahalıymış. Zeynep Hanım ya onu bana verirsiniz ya da bu iş olmaz diye diretirmiş güya. Babasına da söz verilmiş aynı ev. Babası ayrıca diretir benim olacak diye. Doğrusunu isterseniz ikinci ev için genç bir kız için de olsa fark etmez, böyle bir isteği ben bile kabul etmezdim. Sonuçta para yoldan bulunmuyor. Öyle üç dört yüz binlik bir evi, insan ne olursa olsun kimseye vermek istemez. Gömü bulan kardeşlerin bile arasına nifak sokan bu para hırsı, işte böyle karı koca arasına da girebilmekte. Nitekim öyle de olmuş...’
‘Aralarındaki soğukluk ya da senin tabirinle limonilik sürekli bir durum muydu, yoksa arada bir mi olurdu? Sen bunu nasıl anlardın? Sana açıkça dert yanmazlardı herhalde?’
‘Olur mu hiç öyle şey yargıç beyim? Elbette benimle açıkça hiçbir şey konuşmadılar. Ben kimim ki beyefendinin yanında? Ama mesleğim gereği yani özel şoförü olarak gün içinde birçok defalar karşılaşırdık tabi. Evlilik hazırlıklarından sonra gelin hanıma da rastlamaya başlamıştım beyefendinin yanında. Hele son zamanlar neredeyse hiç ayrılmıyorlardı.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç, tanık gerçekleri bilerek ya da bilmeyerek çarpıtıyor. Müvekkilimin bizzat kendi ifadesinde merhumun evine ya da işyerine tek başına hiç gitmediği yer almakta. Birkaç sefer gitmişse babasını zoruyla ve yine onun yedeğinde kısa süreler halinde gitmiştir. Dolayısıyla sürekli birlikte olmaları diye bir durum söz konusu olamaz.’
‘Asıl davalı taraf polemik yaparak gerçekleri saptırmaya çalışıyor sayın yargıç. Tanık henüz kendisine soru yöneltilmeden başından geçenleri bütün içtenliği ve doğallığıyla anlatmaktadır. Üstelik dava dosyasında bir nüshası ekli olan ifadesiyle de aynen örtüşmektedir şu an huzurunuzda söyledikleri.’
‘Evet.’ dedi başkan. ‘Teknik açıdan Recai Bey haklı… İfadesini inceliyorum. Neredeyse birebir tutuyor. Sanki ezberlemiş… Ama şu da bir gerçek ki sözlü ve yazılı her türlü beyan ancak kanıtlarla desteklendiği kadar doğru ve gerçek kabul edilebilir. Bu yüzden tekrar soruyorum. İsmet Bey anlattıklarınızla ilgili kanıtınız var mı?’
‘Aslında tam olarak var diyemem. Yani böyle belge halinde… Kabul ederseniz birkaç resim var. Recai Bey’e teslim ettim. İnsan böyle olacağını önceden tahmin edemiyor ki kanıt arasın. Hem ben kimim ki elimde makine özel yaşamlarını resimleyeyim. Yakışık almaz bir kere. Ama eğer yeterli kabul ederseniz bir de beyefendinin anne, babası ve hizmetkarları tanıklar olaya.’
‘Neyse gerek olursa onları da çağırtır, onlara da sorarız böyle bir şey olup olmadığını. Sen şimdi o günü ve akşamını anlat. Yani taze çift arasında herhangi bir olumsuzluk yaşandı mı? Kavga ettiler mi örneğin? Ettilerse ağız dalaşı biçiminde mi oldu, yoksa daha öteye vardırdılar mı?’
‘Yok eğer saç saça baş başa diyorsanız Allah için gelin arabasına binene kadar görmedim. Yani gelin hanım somurttu, beyefendi belli etmeden kızdı mızdı ama daha öteye götürmediler.’
‘İsmet Bey bize açık söyle. Gelin arabasında merhum Serkan Bey gelin hanımı darp etti mi? Etmediyse düğün fotoğraflarında gelinin yüzünde görülen morlukları açıklayabilecek bir bilgin var mı?’
‘Yok öyle ciddi bir şeye tanık olmadım. Arabaya bindiğinde yüzündeki morluklar ve yara bereler zaten vardı. Bunu gün boyu herkesin gözü önünde olan beyefendi yapmış olamaz. Kim yaptı o zaman derseniz kesin emin değilim. Akşama doğru bir ara ortadan kaybolduğunda olmalı. Makyaj tazelemek için belki. Yani öyle sandım. Bir süre geri dönmesini bekledim ama sonra, sanırım başka bir şeyle ilgilendiğim için aklımdan çıkıp gitmiş. Dönüşü uzun sürmüş olmalı. Yoksa anımsardım. Düğün keşmekeşi içinde onu her an aklımda tutamazdım. Hem kimin aklına gelirdi, günün bu biçimde sonlanacağı? Önceden tahmin edebilsek ben de giderdim belki peşinden. Yalnız bırakmazdım yengemiz olacak bir bayanı. Olduysa o izler, bu arada olmalıydı. Kim yaptı derseniz tekrar söylüyorum emin değilim. Aynı sırada babası da ortada görünmüyordu. Babasıyla aralarındaki gerginliği bildiğim için babasının yapmış olabileceğini tahmin edebilirim yalnızca.’
‘Seninki de çok olasılıklı formül gibi. Böyle ucu açık ifadelerle kesin yargılara ulaşmayız ki evladım. Sen istersen babasıyla arasının neden limoni olduğunu anlat. Biliyorsan yani?’
‘Onu herkes biliyordu evde yargıç beyim. Mal meselesi yani... Babasına beyefendi gereken iyiliği yapmış, bilmem kaç yüz milyarlık bir tırı, kendi işini kurması için cazip bir fiyat ve uygun ödeme şartlarıyla vermişti zaten. Üstüne bir de ev verecekmiş. Zeynep Hanım’ın da istediği evi yani… Ama gelin hanım bunu kabul etmiyor ve sürekli tekere taş koymaya çalışıyordu. Gelin hanım aslında haksız da sayılmazdı. Yani babası noktasında… Sonuçta babasının bugüne kadar baba olarak çocuklarına ve karısına ne hayrı dokunmuştu ki bundan sonra olsundu… Kazandığını yine kumara, içkiye yatıracağı gün gibi açıktı. Oysa gelin hanım Dikmendeki neredeyse dört yüz milyarlık daireyi kendi ve daha çok da bir çocukları olursa onların geleceğini kurtarmak adına istiyordu. Kendi üzerine yapılmasını yani… Hal böyle olunca olay çıkmaza giriyordu. Beyefendi bu sorunu yine babasının çözmesinin en münasibi olduğunu düşünerek Abdullah Bey’e son derece ciddi bir dille söylemiş. Yanında olmadığım için yalnızca duydum. Bana göre elindeki tırı da yitireceği korkusuna kapılan Abdullah Bey, o akşam yani kayboldukları sırada yapmış olmalı. O heyecanla yani… Her ne kadar gözümle görmemiş olsam da yaşadıklarım ve tanık olduklarımdan bundan başka sonuç çıkmıyor yargıç beyim.’
‘Parayı içkiye kumara yatırır derken, ne demek istedin?’
‘Yani kulağıma çalınanları anlatmaya çalıştım yargıç beyim. Benim zamanım yok ki beyimin yanından ayrılıp gözlerimle göreyim. Ama son zamanlarda bu iş iyice dile düşünce kumara ve içkiye düşkünlüğü konuşulur olmuştu. Ben de duyduğumu dedim.’
Timur anlatılanlara tam inanmamıştı. Duydukları doğruysa Zeynep’in nikah kıyıldıktan sonra yani artık geri dönüş olanağı tükendikten sonra, kocası rolündeki Serkan’ı öldürmemesi gerekiyordu. Gözünü mal hırsı bürümüş biri, böyle bir servete varis olmuşken neden öldürmeye kalksın velinimetini? Cezaevine gireceğini bile bile…
‘Sayın yargıç müsaade ederseniz tanığa benim de sorum olacak. Zira takdir edersiniz ki anlattıklarında mantık sınırlarını zorlayan çok ciddi açıklar bulunmakta.’
Yargıçlar kurulu da aynı düşüncedeydi. Onun için başkan hiç bekletmeden izin verdi.
‘İsmet Bey anlattıklarını ibret ve dehşetle dinledim. Baştan sona kadar ve en ufak bir ayrıntıyı bile atlamadan. Nedendir bilmem ama bana pek mantıklı gelmedi anlattıkların. Neden sonuç ilişkisi açısından tutarsızlıklarla dolu bir kere... Onun için sorularımı sizinle paylaşmak istiyorum. Yani bu konuda sizin de düşüncenizi almak istiyorum.’
İsmet için sorulacak hiçbir sorunun önemi ve değeri yoktu. Tanık ol demişlerdi, o da olmuştu. Hepsi bu kadar… Söyleyeceklerini biliyordu nasıl olsa. Yüz kere sorsalar aynı şekilde söyleyecekti. Kafası daha ötesine istese de çalışmazdı. Üstelik ne merhum gibi ölüm vardı yolun sonunda ne Zeynep gibi ömür boyu hapis olasılığı. Onun için bir an bile tereddüt etmeden kabul ettiğini başını önüne eğerek ima etti. Timur da kaldığı yerden devam etti. Mahkeme başkanı gözlerini İsmet’e dikmiş, pürdikkat sorulacak soruları bekliyordu.
‘İsmet Bey bir genç kız, babasından darp gördüğü halde yeni nikah kıydığı kocasını öldürür mü sizce?’
İsmet kelime oyunlarını anlamayacak kadar saf ve cahildi. Hele araya birkaç hukuk terimi sıkıştırılınca aklı karışıyordu. Bu yüzden yanlış bir yanıt vereceği endişesi sarmaya başlamıştı bütün bedenini. Alnındaki ter damlaları içine düştüğü çıkmazı gizlemekte yetersiz kalıyordu. Durumun farkına varan Timur kendinden emin adımlarla üzerine gitmeye kararlıydı. Bunu, üzerine diktiği bakışlarından anlamamak olanaklı değildi. Arada bir Recai Bey’e bakarak kendini toparlamaya çalışsa da bu duruma ne kadar dayanacağına emin değildi. Doğrusu daha ilk soruda çuvallayacağı aklının ucundan bile geçmemişti. Bu avukat daha öncekilere hiç benzemiyordu. İnşallah bir kaza bela olmadan alnının akıyla yerine geçebilirdi. Evet belki davanın kendisini ilgilendiren bir tarafı yoktu ama sonuçta Karaları küstürmek de hayır getirmezdi adama.
‘Öldürmez herhalde…’
‘Bir baba düğün günü herkesin göreceği şekilde ve gerdek öncesi kızını şiddetle darp eder mi?
‘Ne bileyim avukat bey, etmemesi gerekir herhalde.’
Timur sorularını ilk basamakta bitiriyor, yoruma fırsat ve olanak tanımıyordu. Ardından yeni bir soru. Bu teknik çok sefer işine yaramıştı. Ama bundan pek memnun görünmeyen biri vardı: Recai. İsmet’in bu tür polemik kokan sorularının altından kalkabilecek bir zihinsel altyapıya sahip olmadığını biliyordu. Yanlış bir yanıt vererek bir çuval inciri berbat edebilirdi.
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Tanık ucu açık sorularla ters köşe edilmeye çalışılıyor. Olasılıklara dayanarak kesin sonuçlara ulaşılamaz.’
‘Öyle bir niyetim yoktu sayın yargıç. Ama bana göre olayın akışında neden sonuç ilişkisi açısından ciddi bir boşluk var. Bunların aydınlanması açısından normal koşullarda anlatıların makul ve mantıklı olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ayrıca tanığın ifadesi neredeyse tamamen varsayımlar üzerine kurulu… Bu arada iki sorum kalmıştı. İzninizle bitiriyorum.
‘İsmet Bey son bir soru: Bir kadın evlendikten sonra elde edeceğini yani boşansa bile veraset yoluyla elde edeceklerini bildiği halde bir ev ya da araba vermedi diye kocasını öldürür mü? Böyle bir niyeti olsa bile cezaevine gireceğini ve suçu sabit olduğu takdirde elindeki bütün olanakları kaybedeceğini bile bile bir cinayet işler mi? Yani velinimeti kocasını…’
‘Elbette öldürmemesi gerek. Yani bana göre.’
‘Peki İsmet Bey, nikah memuru kaçta geldi o gece?’
‘Ne nikah memuru, imam gelmişti ya zaten…’
‘Soracağım başka soru yok sayın yargıç.’
Kale düşmüştü Timur’a göre. Bundan sonra hiçbir soruya gerek yoktu. Hiçbir sorunun bu kadar etki etmesi de olası değildi. Davacı tarafta tam bir bozgun havası esiyordu. İsmet Timur’un çapraz sorgusuna dayanamamış açık vermişti. Yapacak bir şey yoktu… Diğer duruşmaya kadar…
Tanık ifadeleri kafaları iyice karıştırmıştı. Son iki tanık kalmıştı dinlenmesi gereken. Zeynep’in anne ve babası… Mahkeme başkanı Salih ve mahkeme kurulunun aklına yatan tek ifade Zeynep’in ifadesiydi. Ama söylediklerini destekleyecek geçerli kanıtları yoktu. Diğer ifadeler zorlamaya ve ezbere dayanıyor gibiydi. Karar aşamasında kitaba göre Zeynep’in aleyhinde karar vermek zorunda kalacaklardı. Özellikle başkan bundan başka çıkar yolu olmadığını çok iyi biliyordu. Onun için Zeynep’in lehine bir şeyler arıyordu ifadelerde. Yargıç da olsa böyle bir davada tarafsız olmayı hiç düşünmüyordu. Mazlumun aleyhine tarafsız kalmakta ısrar, adaletin katledilmesinden başka bir anlam ifade etmiyordu nazarında.
Davayı aldığından beri her aşamada Özge geliyordu gözlerinin önüne. Özge Zeynep’ten her yönden şanslıydı. En azından Abdullah gibi dünyaya getirdiği günden utanan ve bu utançla onu bir an önce elden çıkarılması gereken defolu bir mal olarak gören cehalet abidesi bir babası yoktu. Kendisi yaşamda olmasa bile avukat olan annesi en azından kızını, Özgesini muhannete muhtaç etmezdi.
Kızlarını okutmayan anne ve babaların onlara nasıl içinden çıkılmaz bir kader ve işkenceyle dolu bir yaşam piyesi hazırladıklarını düşününce Zeynep’e ceza vermek gelmiyordu içinden. Yalnızca bir yargıç olarak değil, bir baba hatta bir insan olarak bu kızın ceza almamasından yanaydı. Bedensel olarak Tanrı tarafından, toplumsal olarak da kendi türü tarafından her türlü savunma mekanizmasından aciz bırakılmış bu masum kız, iradesi dışında yazılmış kader senaryosunda kendisine biçilen role itiraz etmişti yalnızca. Diğer kızlar gibi pes etmemişti makus kaderine. Hepsi buydu işte.
Başka çaresi yoktu çünkü. Başka bir olasılık… Olmak ya da olmamak gibi… Eğer onda bir hata aranacaksa öncelikle alnına kara çamur gibi yazılmaktan çok sürülen kaderin kendine biçtiği rolün dışına çıkmak suçundan cezalandırılmalıydı. Tarihin karanlık çağlarında yapıldığı gibi… Zindanlara sokulmalıydı ömür boyu, vahşi hayvanların kafesine atılmalıydı, asılmalıydı belki, hatta taşlanmalıydı. Tanrının kalemi ve töreler ondan bir kız olarak erkek kararlarına karşı çıkmamasını istemişti.
Bir kadın okumadığı sürece insanlıktan nasibini almamış baba rolü oynayan sünepelerin, daha sonra da bayrağı teslim alan ezik kişilikli kocaların oyuncağı olmak zorundaydı. Ve böyle bir adaletsizliği, böyle bir haksızlığı Tanrı yapamazdı. Adaletin son noktası, sevginin madeni Tanrı böyle bir işkenceye rıza gösteremezdi. Velev ki Tanrı emri diye yutturulmaya çalışılsa bile böyle bir bahane kabul edilemezdi.
Bir kadının ömür boyu güneş görmeden baba evinden koca evine sürüklenmesi aklın mantığın alabileceği bir muamele değildi. Bir kadının yine ömür boyu kendi yaşamı ve kendi bedeni üzerinde karar verme ve uygulama hakkından mahrum bırakılması vahşetlerin en büyüğü olarak kabul edilmeliydi. Ana baba olacak aymazların kızlarını böyle bir işkenceye maruz bırakmaktansa doğduğu anda boğmaları çok daha yerinde olurdu.
Şimdi anlıyordu kız çocuklarının neden gömüldüğünü. Cahiliye dönemi Araplarının yaptığı yani kızların doğduğu anda canlı canlı toprağa gömülmeleri kendileri açısından en doğru hareket olmalıydı. Tanrı’nın bile önemsemediği için çalakalem bir kadere mahkum ettiği kız çocuklarını belki de yaşayacakları dramdan kurtarmak için… Belki de onlara karşı yaptıkları ve yapacakları, hatta geleneksel yapı gereği yapmak zorunda kalacakları insanlık dışı muamelenin bilincine varmanın yarattığı vicdan azabı ve utanç duygusunun etkisiyle… Yoksa en doğrusu bu muydu? Zeynep’e sorsan bunları yaşamaktansa hiç doğmamış olmayı ya da doğar doğmaz ölmeyi tercih ederdi herhalde…
Sonra birden ruhunun derinliklerinden bütün benliğine yayılan bir titremeyle sarsıldı. Sözde okuryazar biri olarak böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyordu. Hayret... Ama ortada bir de gerçek vardı. Belki yüz binlerce gerçekten biri, işte şimdi karşısındaki masum kız kader kalemini eline vermiş sonunu bekliyordu.
Ömür boyu böyle bir işkence ve zulüm altında yaşayacağını bilen birine sorsanız, elbette yaşamak yerine ölümü tercih edecektir. Bir kızın küçük yaştan itibaren istemediği bir hayvan tarafından gerdek denen kutsal yatakta defalarca ırzına geçilmesini doğumdan itibaren ölmekten iyi gören ya manyak olmalıydı ya da cinsi sapık. Ne yazık ki töre ve inançlar insana beğenmediği kader karşısında havlu atma hakkını bile çok görüyordu.
Kader diye dayatılan her ne varsa, yaşamak zorundaydı insan. Yal-nızca yaşamak. Vahşet, işkence ya da tecavüz… Hiç fark etmezdi. Asıl garibi de buydu ya zaten… Nasıl ve nedenini sorgulayan olmamıştı. Bu açmazı sorgulamak bile Tanrı’ya karşı gelmek olarak kabul edilmişti. Hem kim bilir bunda da vardı bir hayır değil mi? Kader senaryosunun satır aralarında yaşanmak zorunda kalınan her ne varsa, hayır olarak görmeye alıştırılmıştı insan… Bir yargıç olarak şimdi Zeynep’e cezaların en ağırını vermesi gerekiyordu. Onun için buradaydı. Çünkü Zeynep yalnızca ceza yasalarını ihlal etmemiş, aynı zamanda Tanrı’nın kendisine yazmış olduğu her sayfası hayır dolu kadere başkaldırmıştı. Aaah ah dedi kendi kendine, bir de bu düşündüklerimi hayata geçirebilseydim.’
Bayan yargıç Ayça Hanım başkanın verdiği ara sırasında yalnızca ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Eğer babası, ki binde bir kişiye nasip olurdu böyle bir baba, köylerinden İstanbul’a gelmemiş olsaydı, bu olanaklara kavuşması olanaklı değildi. Yalnızca bu da değil, İstanbul’a geldiği halde yıllar sonra odunluğunu koruyan hödüklerden de değildi rahmetli babası. Evet bunda kendisinin payı da inkar edilemezdi elbette. Son zamanlarda cumhuriyetin kız çocuklarına tanıdığı olanakları kullanamayan ve özgürlüğü elinin tersine iten o kadar çok kız vardı ki çevresinde. Onlara acımıyordu doğrusu. Okumak yerine fingirdemeyi tercih ederek cehalete ve atalete teslim olan bu kızlardan olsaydı Zeynep, hiç şüphesiz kararını müebbet hapisten yana verecekti. Çünkü o zaman kendi kaderini ana babasıyla beraber bizzat kendisi hazırlamış olacaktı.
Eğer İstanbul’a göçmemiş olsalardı bugünleri göremeyecekti büyük olasılıkla. Babası nasıl olmuşsa bir şekilde ortaokul mezunu olduğu için, o devirde ortaokul diploması çok bulunmayan bir nimetti, memuriyete girmişti. Annesi de aydın bir kadındı doğrusu. Evet okumamıştı, sıradan bir ev kadınıydı. Ama Allah için söylemek gerekirse nice okumuş cahilden çok daha ileri görüşlüydü. Annesi de ailenin diğer kadınları gibi güneşi görmeden büyümüştü. Evlilikle birlikte bütün yaşam hakları kocasına devredilirken yani baba evinden at sırtında koca evine giderken o da duvak altından görmüştü güneşi en yakından. Buna rağmen o her zaman kızının okuması için mücadele etmişti.
Savcı hepsinden daha büyük bir şaşkınlık içindeydi. Görevi icabı sanık yerinde bulunan Zeynep isimli kızı en ağır ceza alması için itham etmesi gerekiyordu. Öyle de yapmıştı. Yasa kitapları böyle buyuruyordu. Ama vicdanı hiç de aynı düşüncede değildi. Aradaki bu farkı kapatmanın bir yolu yok muydu? Duruşmanın başından beri bunu düşünmekteydi. Olsa, kullanma noktasında gözünü bile kırpmayacağına adı gibi emindi.
Yüz hatlarına bakılırsa Zeynep’in ifadesine hepsinden daha çok inanmak gerekiyordu. Tertemiz bir yüzü vardı. Yüzündeki soluk gölgelerde değil vahşetten bir eser, maddeye tamah edecek bir çizgi, yalana dolana dair bir leke bile yoktu. O zaman tanıklar yalan söylüyordu. Başka bir olasılık gelmiyordu aklına. Çocuklara melek derler. Zeynep çocukluktan yeni çıkmış bir genç kızdı. Bir iki yılda yüz seksen derece değişerek şeytanlaşması mümkün müydü?
Bu kızcağızın kurtulması ya da en azından daha az ceza alması için tek bir yol geliyordu aklına. Bir psikolog raporu... Evet mahkemeye teklif edecekti. Belki böylece daha az ceza alması için bir olasılık doğardı. Dediği gibi de yaptı:
‘Sayın yargıç iddia makamı olarak davanın seyrine etki edeceğini umduğumuz bir önerim var yüce mahkemeye.’
‘Buyur savcı bey.’
Buyur dedi ama içinden de iddia makamı olarak Zeynep’in aleyhinde olması gereken savcının önereceği her neyse inşallah kızcağızın aleyhine olmaz diye düşünmeden edemedi.
‘İki duruşma boyunca kanıtlar, tanık ifadeleri, sanık ifadesi ve sorgu tutanaklarını dikkatle takip ettim. Bende net bir kanı oluşmadı. En azından sanık ifadesinin doğruluğu noktasında olay anında cürmü işlemesine etki eden ruhsal saikleri tespit etmenin duruşmanın seyrine faydalı olacağı kanısındayım. Bu amaçla sanığın tam teşekküllü bir hastanede psikolojik testten geçirilmesi ve olay anında cezai ehliyetinin olup olmadığının tespitini arz ve talep ediyorum efendim.’
İşte bu, harika bir düşünceydi. Aslında birçok mahkemede bu rapor baştan istenirdi. Ama bu sefer olayın cürmü meşhut olması ve sanığın işlediği suçu itirazsız kabullenmesi yüzünden gerekli görülmemişti anlaşılan. Ya da unutulmuştu. Ne olursa olsun bu, bir fırsat olabilirdi Zeynep’in kurtuluşu açısından. En azından süreci uzatmak mümkün olursa, vatandaşın duruşmaya olan dikkati dağılabilirdi. Bu da zavallı kızın cezasının hafifletilmesi için bir fırsat yaratabilirdi. Kim bilir…
Başkan duruşmaya yine ileriki bir tarih vererek son verdi. Aynı zamanda son duruşmada hem bu raporun incelenmesine hem de sanığın anne babasının dinlenmesine karar verdi. Eğer beklenmedik bir gelişme olmazsa gelecek duruşma son olacaktı.
Duruşma sonunda yargıç arkadaşlarına ve savcıya kendileriyle ayaküstü bir durum değerlendirmesi yapmak istediğini, bu amaçla duruşma salonunun arkasındaki yargıç odasında beklemelerini söyledi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra söylediği yere geçti.
Amacı aslında tam olarak durum değerlendirmesi değildi. Bu bahaneyle diğer yargıçların ve savcının Zeynep’e bakış açılarını öğrenmek istiyordu. Ona kalsa Zeynep değil ceza almak, serbest bile bırakılmalıydı. Ama tek başına ısrarla vereceği böyle bir karar sorun yaratabilirdi. Basın ve medyanın gözleri mahkemenin üzerindeyken yanlış bir adım atmak istemiyordu.
Yargıç ya da savcı da olsa insandı hepsi. Çiğ süt emmişti. Dolayısıyla Zeynep’in babası gibi birtakım kişisel çıkarlar ya da tehdit ve şantajlara boyun eğerek adaleti yanıltabilirlerdi. Nitekim basından gördüğü kadarıyla akli dengesi olmayan bir kıza tecavüz eden canavara kravat taktığı için, konuşma özürlü kız tecavüz sırasında karşı gelemediği için bu durumu iyi hal sebebi sayan çürük elmalar çıkıyordu aralarında. Böyle bir şeyi aklı mantığı kabul etmemekle birlikte, eğer böyle kararlar alınıyorsa yine bu kararları verenlerin Zeynep’in babası gibi birtakım beklentiler içinde olduğunu düşünüyordu. Aptal olsalar o görevlerde olamazlardı. O zaman tek seçenek kalıyordu geriye, çıkar beklentisi ya da korku… Yoksa böyle saçma bir kararı vermek için yıllarca hukuk okumaya ne gerek vardı? Sıradan bir bakkal bile bundan daha doğru ve yerinde bir karar verebilirdi.
Dejavu
Son iki tanık kalmıştı. Zeynep’in anne ve babası... Aslında daha ilk duruşmada dinlenmeleri gerekirken, Merve Hanım’ın fenalık geçirmesi yüzünden ancak üçüncü duruşmada gelebilmişti sıra. İlk duruşmada kızının ağzından çıkan kelimeler üzerine zaten hassas olan bünyesi dayanamamış, fenalaşmıştı Merve Hanım.
Şeker hastalığı olan Merve Hanım’a duruşma sırasında yüksek tansiyon ters köşeden darbe indirmiş ve uzun süre kalkamayacak şekilde hasta bırakmıştı. Bu yüzden uzun bir süre hastanede yatmış, kısmi felç geçirmişti. Sağ tarafında tamamen olmasa da kısmen bir duyarsızlık ortaya çıkmış, ancak ani müdahale ve sıkı takip sonucu eskiye nazaran düzelmeye başlamıştı.
Hastanede uzun uzun düşünme olanağı bulmuştu Merve. Belki kendini ölüme en yakın hissettiği bu zamanda bir çeşit vicdan muhasebesi yapma fırsatı yakalamıştı. Bir an yaşadığı sekerat hali, ona bazı gerçekleri görme olanağı vermişti.
Zeynep haklıydı. Ona annelik yapamamıştı. Annelikten ziyade hatta düşmanlık bile etmişti. Sonuç ortadaydı işte. Gözünün bebeği olarak gördüğü, güya üzerine titrediği Zeynep’i ağır ceza mahkemesinde yargılanıyordu. Daha ötesi mi vardı bunun? Anne gibi bir anne olsaydı kızı burada ve bu durumda olmazdı herhalde… Daha ne olsundu? Ölsün müydü? Kim bilir belki ölümüne neden olsa bu kadar zarar veremezdi ona.
Üzülürdü belki ardından. Belki değil üzülürdü elbette ölseydi. Ama kendi açısından düşününce kurtuluşu demekti bu son. İçinde yaşadığı çevrede bir kız için ölmek yaşamaktan daha hayırlıydı. Evet hayrı ancak Tanrı bilirdi ama kendisi de bir anne olarak hissedebilirdi. Kendisi bir kadın olarak insan gibi bir yaşam yaşayabilmiş miydi ki kızı yaşasındı. O zaman yaşamasına ne gerek var der, sineye bile çekerdi. Ona böyle bir olanağı doğumundan itibaren anne baba olarak vermemişlerdi. Haydi babası bir yana ama bir anne olarak kendi türüne, kendi kızına bu kadar ihanet etmiş olması yüzünden Zeynep’in gelecekte yaşanabilir bir yaşama kavuşması olanaklı değildi. Bu olaydan sonra elli yıl yaşasa gerçekten yaşamış mı olacaktı Zeynep? Ve bu günah hiçbir ibadetle temizlenir değildi…
Ağacın baltaya dediğini hatırladı birden Merve: Ben senin beni kestiğine değil, sapının benden olmasına üzülüyorum. Merve annesi Hürü gibi, annesinin annesi gibi kadınların başına çorap ören bu kara düzenin, bu makus kaderin bir parçası, destekçisi, yatakçısı olarak baltaya benziyordu. Okumasa, okuyamasa Zeynep’in de olacağı bundan farklı olmayacaktı. Ama o direniyordu gencecik yaşına karşın. Direnmişti. Annesine karşın… Babasına karşın… Hatta törelere ve ağzına aldığında tepeden tırnağa titremesine neden olan Tanrılara karşın… Eğer bu şanlı mücadelesinde bir anne olarak yanında olmayı becerebilseydi bugün burada olmazdı belki. Yargıç Hanım da kadındı. Demek ki okuyan ve erkenden evlenmeyen orospu olmuyormuş…
Sonunda kazanmıştı. Bu durumuyla ona imrenmiyor değildi. Görü-nürde yürürlükte olsa alacağı ceza asılmaktı. Onun yerine yaşamının sonuna kadar dört duvar arasında yaşayacaktı. Ama kızı Zeynep’in dört duvar arasında kendisinden çok daha özgür olacağını tahmin ediyor, hatta tahminden çok öte inanıyordu. En azından kendisini kanıtlamıştı. İnsan olduğunu, erkeklerle aynı koşullarda aynı haklara sahip olduğunu haykırmıştı erkek egemen dünyaya. O bir kahramandı artık kadınların gözünde. Kendisini bu haliyle, hak etmediği halde, şehit evladıyla övünen analara benzetiyordu.
Merve iç dünyasında kendisiyle hesaplaşırken mahkeme başkanının kalın sesiyle içine yuvarlandığı karabasandan bir anda sıyrılıverdi. Şaşkın gözlerle çevresine bakındı. Boş bakışlarla göz gezdirdi bir süre. Birbirinden farklı bir sürü insan vardı çevresinde. Bakışları, kırmızı dik yakalı yargıçların olduğu yüksek kürsüye geldiğinde iliklerine kadar irkildiğini hissetti. Yavaş yavaş nerede olduğunu anlamaya başlamıştı.
‘Hasan’dan olma Hürü’den doğma, Çankırı nüfusuna kayıtlı, otuz dokuz yaşında, ümmi, ev kadını. Gel bakalım hanım bir de senin ağzından dinleyelim olanları. Bize ne olduysa en küçük bir ayrıntıyı bile atlamadan ve doğrudan sapmadan anlat bakalım.’
Mahkeme başkanının sesi mesleği gereği ne kadar babacan olsa da kara cüppenin içinden kızgın bir lav yakıcılığıyla fışkırdığı için duyanın yüreğinin yağını eritiyordu. Hele ki Merve gibi hayatı boyunca neredeyse tek başına bahçe dışına çıkmamış ümmi bir kadın için… Zavallı kadın devletin bu haşmetli yüzü karşısında ne diyeceğini şaşırmış, eli ayağına dolaşmıştı. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemez haldeydi.
Durumu fark eden Timur hafif bir baş işaretiyle başkandan izin alarak yardımına koştu. Koluna girerek bulunması gereken yere kadar refakat etti. Aralarında talkın veren imamla meyyit gibi ayaküstü kısa bir konuşma cereyan etti. Timur kendine geldiğine iyice emin olduktan sonra tekrar yerine geçti.
‘Yargıç Beyim bildiğim ne varsa aynıyla anlatacağım inşallah. Anlatacağım ki vicdan azabından kurtulayım.’
Merve’nin umulmadık çıkışı Recai’nin hiç hoşuna gitmemişti. ‘Kim bilir ne saçmalayacak şıllık karı…’ diye iç geçirdi. ‘Adaleti yanıltacak aklınca!’ diye devam etti. Özellikle istemişlerdi onu. Durup dururken çark etmenin manası neydi şimdi? ‘Kesin Timur lavuğunun işi...’ diye düşündü. Fakat bu aşamadan sonra engellemesine olanak yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmanın en doğrusu olduğuna karar verdi.
‘Her şey geçen sene başladı. Bizim bey günübirlik çalışanlardan. Sigortası yok, bir şeyi yok. İki gün çalışır, beş gün borca yer cinsinden yani. Borçlular kapıya dayanınca zahmet edip tekrar bir işe girer. Evlendik evleneli bu böyle. Dört çocuğum var bu yaşımda, daha doğru dürüst bir gün gördük diyemem.
‘İkisi kız, çocuklarımın. Zeynep ikinci çocuğum. Babası olacak adam doğduğu gün zaten pek mutlu olmamıştı. Soyunu devam ettiremeyeceği için kız çocuklarını sevmiyordu. Kesilesice soyunda ne varsa? Devlet zorlamasa okula bile göndermeyecekti. Evin bütün ağır işleri onun üzerindeydi. Oğullarını paşa diye çağırırken onu ve kardeşi Büşra’yı eksik etek, kaşık düşmanı gibi sözlerle dışlardı. Zavallılar baba evinde bir gün bile insan yerine, adam yerine konmadılar yargıç beyim. Sanki anaları kondu mu? Neyse ben bunca eziyetten sonra canımdan da rahatımdan da geçmişim. Yeter ki istemeden dünyaya getirdiğim çocuklarım eziyet çekmesin.
‘Ama bu olanaklı değildi yargıç beyim, bizim dünyamızda. Benim gibi cahil bir karıdan anne olursa, başka ne beklenir? Bir gün bana Serkan’dan bahsetti. Durup dururken yani… Öyle bir ballandırdı ki benim de aklımı çeldi. O an için en doğrusunun bu olacağını düşündüm. Allah’tan önce kızım affetsin ama ben ne yaptımsa iyiliği için yapmaya çalıştım. Görünen o ki bunda başarılı olmamışım. Yoksa koklamaya kıyamadığım kızım bugün karşınızda bir cani gibi yargılanır mıydı?
‘Adamın hali vakti yerindeydi. Kocanın iyisi olmaz düşüncesine kapılalı çok olmuştu. Serkan’ın da iyi bir koca olmayacağını tahmin ediyordum. Ama kız kısmı eninde sonunda biriyle evlenmek zorunda kalacaktı. Evlendirmeyip bekletsek bizim mahallenin yabanilerinden biri kaçırıp hepten heba edebilirdi kızımı. Kulağıma çalınan dedikodulara bakılırsa bu olasılık hiç de uzak değildi eşiğimize.
‘Bir gün nasıl olsa evlenecekse benim herif gibi boş gezenin boş kalfasıyla evleneceğine en azından elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecek olanaklara kavuşsun istedim kızımın. Yoksa kocalığından hayır geleceğinden değil…
‘Doğrusu kızıma sormamıştık ama onun bu kadar tepki göstereceğini de düşünmemiştik. Ben de düşünmemiştim. Bizim zamanımızda böyle değildi tabi. Biz babamız kimi isterse onunla evlenirdik. Değil karşı gelmek, içimizden acaba sorusunu bile geçiremezdik. Dışımızdakini babamız duyarsa, içimizdekini de Tanrı duyardı. Babaya karşı gelmek töreye karşı gelmek demekti. Babaya karşı gelmek topluma ve hepsinden fenası Tanrı’ya karşı gelmek demekti. Ne bileyim işte, kızımın da böyle olduğunu sanmışım demek ki. Yani kabul etmese bile biraz mırın kırın ettikten sonra unutur gider diye düşünmüştüm. Demek yanılmışım.
‘Biraz benim herifin acele etmesi olayı bu duruma getirdi sanırım. Daha dereyi görmeden paçayı sıvamış yargıç beyim. Biz ne bilek? Altındaki tırı üzerine almış. Borca tabi. Sonra bir de ev işi çıkarmış. Allah seni inandırsın beyim, onu da şimdi duydum. Eee bu dönemde kim kime hayrına bir şey verir ki yargıç beyim. Hem bunun hayırlık tarafı da yok. Milyarlık mal. Doğrusu böyle borçlandığını bilmiyorduk. Yani Zeynep’in bulduğunu söylediği borç kağıdını, adını unuttum benim okumam yazmam olmadığı için fark edemedim. Belki gördüm ama ne yazar görsem de okuyamam ki… ‘
‘Sayın Yargıç.’ diye söz istedi Timur. Başkanın kafa sallamasıyla devam etti: ‘Bir sorum olacak tanığa.’
‘Merve Hanım kızınız hakkında hayatının dönüm noktası olacak bu kararı alırken hiç kendisinin düşüncesine danıştınız mı? Daha önce dediniz ama bir daha düşünün. En azından bir anne olarak…’
‘Tanrı beni kahretsin ki danışmadım. Diyorum ya bizim adetimizde kıza danışmak diye bir olasılık olmadığı için belki. Başımıza taş yağar diye bilirdik, kızın düşüncesine danışırsak… Kızların düşünebildiğini bile bilmiyorduk desem yalan olmaz. Düşünürse erkek düşünür… Benim cahil herif düşünse ne olacak o da ayrı… Hem danışsak bile bende bu mankafa olduktan sonra naz yapıyor der, gene inanmazdım. Sonra yine kafamın dikine giderdim. Allah kimseyi benim gibi cahil ve aciz yapmasın beyim. Bilemezsin ne büyük felaket olduğunu cehaletin... Onun iyiliğini düşünmem yeterli sandım. Benim de iyiliğimi düşünen babamım annemin hatta onları yöneten amcalarımın beni iyilik adıyla nasıl bir belaya soktuklarını bildiğim halde…’
Mahkeme başkanı sonunda patladı:
‘Hanım gözün var, kulağın var. Yaşın var, başın var. Hiç mi ders almazsın yaşadıklarından? Başına ne gelmişse iyiliğini düşünmelerinden gelmiş. Buna karşın aynı hatayı nasıl yaparsın? Hem aklının çalışmadığını söylüyorsun hem de kızının iyiliğini düşündüğünü. Bu nasıl bir çelişki? Madem aklın yok, olmayan aklınla bir insanın iyiliğini nasıl düşünebilirsin? Konuşmayayım dedim ama dayanamadım.’
Merve yargıca olan korkuyla karışık saygısından yanıt vermeye cesaret edemedi. Gözyaşlarıyla tasdik etti yargıcın yerden göğe kadar haklı olduğunu. Yine hıçkırıklarıyla itiraf etti analık görevini yapmaktan aciz bir günahkar olduğunu. Salih önceki duruşmada fenalık geçirdiği aklına gelince üzerine fazla gitmedi. Başına bela almak istemiyordu. Bu kadar azarı yeterli buldu. Eliyle Timur’a kaldığı yerden devam etmesini ihtar etti:
‘Peki en azından kızının insan olabileceğini akılından geçirmedin mi hiç?’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Davalı avukatı cahil bir kadının açığından demagoji yapmaya çalışıyor.’
‘Bana da biraz öyle geldi. Ne dersin Timur Bey?’
‘Evet efendim öyle görünüyor. Ama bunu sormak zorunda hissediyorum kendimi. Bir genç kızın arkasında annesi yoksa başka kimin olmasını bekleyebiliriz? Anne sevgisi Tanrı sevgisinden sonra en güçlü, en temiz ve saf sevgi olarak bilinir. Ayrıca daha önce aynı yoldan geçmiş bir anne, nasıl olur da ikinci defa aynı hatayı yapar? Bu sorular sanık sandalyesinde oturan Zeynep’in işlediği suçu aslında kendi özgür iradesiyle işlemediği, bilakis çevrenin özellikle de ailenin baskı ve yönlendirmesi sonucu bir çeşit cinnet haliyle işlemiş olabileceği kanımı güçlendirmektedir. Annesini yanında göremeyen bir kızın kaybedeceği bir şey kalmamış demektir. Bu durumda ne yapsa mazur görülür. Duruşma başlamadan önce yüce mahkemenize arz edilen adli tıp raporu da bunu bilimsel olarak teyit ediyor zaten.
‘Başka sorum yok efendim.’
‘Devam et sen de hanım.’
‘Ben iyiliğini düşünüyordum yargıç bey. Belki gizli bir öçtü bu. Belki kıskançlık. Ama öyle işte... Bir anne nasıl böyle düşünür derseniz, anne olup olmadığımdan emin değilim, insan olduğumdan emin olmadığım gibi… Kızımın insan olup olmadığı da belki bu yüzden aklıma gelmedi. Zeynep gençti, toydu. Doğruyu düşünemezdi. Biz onun hakkında doğruyu düşünüyorduk. Bizim adımıza da birileri zamanında doğruyu düşünmüştü. Biz böyle öğrenmiştik. Böyle alıştırılmıştık. Ve öğrendiklerimiz umarsızlığımız olmuştu beyim. Bu yüzden neden böyle yaptığımı bilmiyordum. Neyi, ne zaman ve neden yaptığımın farkında bile değildim…
‘Zeynep’e belki bu yüzden danışmadım. Ama o bana sürekli memnun olmadığını anlatmaya çalıştı. Evet buysa sorunuzun yanıtı, hissettim istemediğini. En son, mart ayıydı sanırım. Recep Kara haber göndermiş bizim herife hayırlı bir iş için geleceklermiş. Bir de bu hayır çıktı yargıç bey. Başıma ne geldiyse hayırlısı budur diye öyle bir alıştırdılar ki, artık başıma kötü bir şey geldiğinde hayır işlediğimi düşünerek kendimi Tanrıya daha bir layık görmeye başlamıştım.
‘Recep Kara ailesinin hayırlı bir iş için geleceğini duyunca evde buruk bir bayram havası esmişti. Biz inanmaya alıştırılmıştık yargıç beyim. Hayır-şer, sevap-günah gibi kelimeleri ne zaman duysak tüylerimiz diken diken oluyor, manevi bir iklime giriyorduk. Ne yapacağımızı düşünmüyor, yıllarca ne öğretilmişse aynen öyle yapıyorduk.
‘İyi kötü başımıza ne gelse içinde mutlaka bir hayır aranması içimizi burkuyordu. Ama ne çare yapacak bir şey yoktu. Hayatımızda en hayırlı iş buydu. Ve ben bu hayır yüzünden yıllarca yatak odamda tecavüze uğruyorum bu herif tarafından. İşte burkuntumuz, bulantımız bu yüzdendir yargıç beyim. Ama inanmaktan başka yol bırakılmamış bizler için ve bunu dillendirmek Tanrı’ya başkaldırmak anlamına geldiği için hep içimizde saklamaya alıştırılmışız. Onun için de gören hayırlı işlerden mutlu olduğumuzu sanır.
‘Zeynep duyar duymaz bağırmaya çağırmaya başladı. O böyleydi işte. Hayır mayır dinlemez isyan bayrağını açardı hemen. Bu tarafını imrenmeyle karışık beğenmekle beraber ona bu sefer destek veremiyor-dum. Ne yapacağımı bilmez durumdaydım yargıç beyim. Bu böyle olamazdı. İsyanı bastıramazsam akşam başıma gelecekleri bir ben bilirdim. Bir kadını baba, koca ya da abi fark etmez erkek elinden devlet bile kurtaramaz yargıç beyim. Bunu en iyi benim gibi okutulmamış, mantar gibi gölgelerde yaşamaya mahkum bırakılmış işsiz güçsüz kadınlar bilir. Yıllarca ellerimizi göklere açıp Tanrı’dan bile karşılığını alamayınca anlarız bunun böyle olduğunu…’
Merve Hanım öyle içten ve duygulu bir şekilde anlatıyordu ki, kimse sözünü bölmeye cesaret edemiyordu. Duruşma salonunda yazmanın klavyesinden aksederek mahkeme duvarlarını tokatlayan utangaç çıtçıtların sesinden başka canlılık belirtisi hissedilmiyordu. Mahkeme kurulu uzun yol şoförlerine dönmeye başlamıştı. Gözleri süzülen süzülene… Biri bu sessizliği bozmazsa uyuyup kalacaklardı neredeyse. Allah’tan davacı avukatı Recai, ayağa fırladı. O da bunalmıştı. Biraz mola vermek gerektiğini düşündü. Yanıt butonuna basıp da vereceği yanıtı unutan yarışmacı gibi ortada kaldı bir süre. Öyle ya neye itiraz edecekti?
Recai’nin itiraz etmesiyle başkan derin bir nefes aldı. ‘Hay Allah razı olsun ya, kırk yılda bir sen de işe yaradın.’ diye iç geçirdi. Hiçbir şey söylemeden yerine otursa kızmayacaktı. O kadar hoşuna gitmişti itirazı. En azından üzerlerine çöken ölü toprağını silkelemişti ya, o da yeterdi.
Recai’nin de dikkati diğerleri gibi dağılmıştı. Başkanın izin verip vermediğine bakmadan devam etti.
‘Tanık gereksiz ayrıntıya girerek konuyu dağıtmakta ve yüce mahkemeyi oylamaya çalışmakta sayın yargıç.’
Bir başkası yapsa mahkeme başkanı itiraza hak verip, tanığı huzurundan kovabilirdi. Ama bu sefer ki bir başkaydı. Evet fazla ayrıntıya giriyordu. Recai haklıydı yerden göğe kadar. Hatta kendince felsefe yaptığı bile söylenebilirdi. Ama her ayrıntı Zeynep’i bu eylemi yapmaya sevk eden nedenleri gözler önüne sermesi açısından ayrı bir değer taşıyordu. Dolayısıyla dinlenmeye değerdi. Yine de başkan olarak itirazı kabul etmiş görünerek olayı geçiştirmek zorunda olduğunu biliyordu. Öyle de yaptı:
‘Hanım sen de biraz daha berrak konuşmaya çalış istersen.’
Aslında Merve de kendini kaptırmış gidiyordu. Bir çeşit dejavu hali yaşıyordu. Aynı şeyleri birkaç kere söylemesi bu nedendendi. Bu uyarı kendine gelmesine yardımcı olmuştu. Üstelik o utangaç haliyle bu kadar kişinin önünde nasıl bu saate kadar konuşabildiğine hayret ediyordu. Bir kadın olarak daha önce bir yığın erkeğin önünde bu kadar uzun konuştuğunu anımsamıyordu. Haklıydı galiba yargıç. Bir an önce kestirip yerine oturmalıydı. Kadın başıyla konuştuklarına zaten kim değer verecekti ki? Bugüne kadar onu önemsemeyenler, bundan sonra mı dikkate alacaklardı…
‘Hata bende yargıç beyim. Kız isyan ettiydi. Belliydi istemediği. Hele istemeye geleceklerini öğrenince... Ama ben onu karşıma almadım adam gibi, karşısına geçtim bir düşman gibi. Anlattık bağıra çağıra. Anladı mı derseniz. Anlamadı. Köpüklenerek akan gözyaşları zamanla duru akmaya başladı yalnızca. Ama hala ağlamaya devam ediyordu. Kendisini kurban etmesini istedim. Bu ailenin kurbanı da oydu. İsmail’e inen koç gibi. Eğer kendini kurban ederse annesini ve üç kardeşini kurtarması olanağı vardı.
‘Babası o altındaki milyarlık oyuncağı borca almıştı. Ben o senet midir nedir bilmem yargıç bey. Ama bizim beyin ağzından işittiğimi bilirim. Bana kaç kere boyundan büyük borca girdiğini, ne yapıp yapıp Zeynep’i kandırmamı söylemişti. Kendisi baştan niyetliydi anladığım kadarıyla. Gerekirse döve döve gebertecekti ama Serkan Kara’nın koynuna sokacaktı. Bunun başka yolu yoktu. Yoksa ya hapse girecekti ya da parçasını bile bulamazdı kimse. Ben bunu tek bir harfini atlamadan anlattım Zeynep’e. O ne düşündü bilmem. Sustu sadece. Susuşunu kabul etmek sanıp müjdeyi verdim bizim herife.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Parçasını bırakmayacak olanın kim olduğunu kanıtlarıyla açıklamalı tanık. Tanığın kanıtı var mı iddiasını kanıtlayacak? Yoksa ifadesini geri almasını talep ediyorum. Mahkemeyi yanıltmaya çalışmasın gerçek dışı beyanlarıyla. Böyle ucu açık söylemlerle merhum müvekkilimi zan altında bırakmaya hakkı yok.’
‘Duydun işte Merve Hanım, avukat bey haklı. Kanıtın var mı söylediklerine bizi inandırmak için? Ne demek istiyorsun, açık söyle.’
‘Karalar yargıç bey. Benim herif dedi. Aha bu kulaklarımla duymuşum kaç kere. Ne kanıtı devlet beyim? Ben kimim ki kanıt bulayım. Sordunuz söyledim. Kocam olacak adamın ağzından işittim. Benim yalan uyduracak kadar aklım olsa kadın olmazdım yargıç beyim.’
Balık hafızalı kadın çok geçmeden yargıcın dediğini unutup kaldığı yere döndü. Bu ısrarın sonuç getirmeyeceğini anladıkları için olacak kimse devamını getirmedi. Meydan gene sanığa kalmıştı:
‘Zeynep kabullenemedi bir türlü evlenmeyi. Birkaç sefer Serkan’a gösterilmesi de babasının hilesinden başka bir şey değildi. Zavallı kızı ayakkabı, kitap filan almak yalanıyla kandırmıştı. Zamanla Zeynep durulmuş fakat kabullenmemişti. Açıkça demese de bir anne olarak hissediyordum böyle olduğunu. Her vesile ile karşı geliyordu babasına. Ben ikisi arasında kalmış ne yapacağımı bilmez duruma gelmiştim. Kaç sefer dayak yedi zavallı kızım babasından. Hem ne dayak yargıç beyim. Okula gidemiyordu ertesi gün. Dayak yedikçe durgunlaşıyordu. Öğretmenleri bile fark etmişti ondaki farkı. Biz yani daha doğrusu ben yarım aklımla bu durgunluğu bile evlilik öncesi olgunlaşma olarak görüyordum. Ama nasıl olduysa okumaktan geri kalmıyordu. Yahudi gibi çalışıyordu. Ezildikçe bileniyor, daha çok anlıyordu galiba.’
‘Öğretmeni derken kimi kastediyorsun Merve Hanım?’
‘Adı Feride miydi, tam anımsamıyorum. Tam da öğretmen değil galiba. Okulun doktoru gibi…’
‘Tamam anladım. Yaz kızım Zeynep’in rehber öğretmeninin tanık olarak dinlenmesine…’
Sonra Merve’ye döndü:
‘Haydi artık bitirelim istersen. Son sözlerini söyle de…’
‘Bir sınava girecekmiş. Meğer oymuş bütün beklediği. Sakinliği ondanmış. Serkan’ın babası Recep o sınava sokarsan kızını kaybedesin demiş. Gözü açılır artık seni dinlemez olur demiş. Ne yaparsan yap, engelle demiş.’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç. Merhum müvekkilim ve ailesi okumaya düşman olarak gösterilmekte. Kara ailesinin kentimize kazandırdığı okullarla eğitime katkıları ortada. Basın yayını takip eden herkes bilir. Böyle bir ailenin okumaya karşı olması düşünülemez. Tanık mahkemeyi yanıltmaya çalışıyor. Sözünü geri almasını talep ediyorum.’
İçinden ‘Hastir yalaka’ demekle birlikte ne yazık ki görevi icabı bunu açık etmesi olanaklı değildi. Ve bu olanaksızlık Salih’i yiyip bitiriyordu. Yaptırdığı okullar birçok sözde hayırsever gibi vergiden düşülerek yapılıyordu. Bunun neresi eğitime katkı olabilirdi? Ama bunu yüzüne karşı söyleyemezdi. Konumu izin vermezdi böyle bir şeye. Ayrıca kanıtlayamazdı. Bir şekilde kitabına uydurmasını bildikten sonra… Hal böyle olunca karşısında iki büklüm duran şu zavallı kadından nasıl isteyecekti sözlerini kanıtlamasını? Yalakalığın, yavşaklığın belgesi, kanıtı olmazdı ki…
‘Hanım bunu da kanıtlayamazsın biliyorum. O zaman biraz daha ölçüp de konuş sözlerini.’
‘Bunlar nasıl kanıtlanır devlet beyim? Sonuçta aramızda geçen konuşmalar... Biraz Allah’tan korkuyorsa kocama sorun söylesin.’
‘Merak etme hanım sıra ona da gelecek. Ben notlarımı alıyorum. Savcı bey de alıyor bak. Mahkeme tek taraflı kanıt ve tanıklarla karar almaz. Merak etme. Sen devam et.’
‘Ne yaparsan yap deyince, bir gün önce odaya kilitledi Zeynep’i. Babası yani. Valla tuvalete bile salmadı. Sınav geçinceye kadar… Aç susuz. İnsafsız… Öyle yapınca çileden çıktı kız tabi. Kim çıkmaz ki. Ama Zeynepim farklıydı yargıç beyim. O daha başka geçti kendinden. Doğuştan böyleydi. Haksızlığa dayanamazdı. Yürekliydi de. Üç kuruşluk dünya yalına eğilip bükülmez, zoru görünce çekilip kaçmazdı. Benim gibi değildi yani… Öyle de yaptı zaten. Duvarları tırmaladı, kapıları tekmeledi, bağırıp çağırdı. Sonra da bitkin düşüp sızdı. Hele ondan sonra artık Zeynep eski Zeynep değildi. Karşılık vermeyi bırakmıştı. Uzaklara bakıp düşünüyordu yalnızca. Kuyucaklı Yusuf gibi… Ölmeyecek kadar yiyor, babasının peşinden kuru bir yaprak gibi sürükleniyordu. Ve biz bunu evlenmeyi kabullendiğine yoruyorduk. Ama bu durumun büyük bir felakete neden olacağını hissediyordum sanki yargıç beyim. Nasıl olduğunu açıklayamam ama öyle hissediyordum. Herife kaç kere dediysem de o, zorun insanı adam edeceğine inandığı için önemsemedi. ’Merak etme sen benim kaldığım yerden kocası devam eder. Adam olur sonunda o da. Benim seni adam ettiğim gibi… Biraz geç olsa da olur. Başka umarı mı var?’ diyordu başka bir şey demiyordu. Sonra olanlar oldu tabi.
‘Düğün gecesi kuru bir yaprak gibi sürükleniyordu peşlerinden. Kimi zaman babasının, kiminde kocası olacak adamın... Yargıç bey düğünden sonra büyük bir felaketin yaşanacağını artık tahminden öte görüyordum. Zeynep bambaşka biriydi çünkü. Cansız bir ceset gibiydi. Ve bu durum normal değildi. Fakat artık söylenecek söz kalmamıştı. Söylesem bile o aşamadan sonra kimse dikkate almazdı. Ne zaman adam yerine koymuşlardı ki beni…
‘Düğün, düğüne benzemiyordu bir kere. Zeynep vitrindeki bir mankenden farksızdı. Yalnızca nefes alıyordu. O öyleydi çünkü. İstemediğini yaptırırsanız kilitlenirdi. Yine öyle olmuştu. Ama ne kocası olacak adam, ne babası olan hayırsız bunu kabullenmeye yanaşmıyordu. Onun bir insan olduğunu ve kendileri gibi bir ruh taşıdığını asla kabul etmiyorlardı. Bir makinaydı en fazlasından. Ne derse yapmak zorundaydı. Kızların kendi kararlarını kendilerinin vermesi nerede görülmüştü? O gün de bir iki kere tokatladığı halde yok, değişen hiçbir şey olmamıştı. Babası yani… Tokatladı dediysem herhangi bir iz bırakacak cinsten değil. Baba şefkatiyle dedikleri türden… Son dakikasında sanırım vahşi bir hayvanda bile olan babalık duygusu ağır basmıştı. Sonrasını ben de bilmiyorum. O arabaya bindikten sonrası meçhul. Serkan’ın öldüğünü saatler sonra söylediler bana da.’
Şükür sonunda bitmişti. Ama mahkemedeki herkesi beraberinde bitirmişti. Kimsenin başını önünden kaldıracak hali kalmamıştı. Merve’nin anlattıkları yenilir yutulur cinsten değildi.
Başkan ara vermeden önce geçen duruşmada istediği adli tıp raporunu okumasını istedi savcıdan.
Metin oldukça ayrıntılıydı. Üstelik ağır bir dille kaleme alınmıştı. Tümünün okunmasına gerek yoktu. Öyle de yaptı savcı. Duruşma öncesinde altını çizdiği yerleri biraz daha yalınlaştırarak okumaya başladı.
‘Asosyal bir kişiliğe sahip şahıs hayatını insanlardan uzak, kendi aleminde yaşamaktadır. Hayattan kendi gayreti ve çabası dışında bir şey beklemeyen ve yaşadığı ortamda insanları hiçbir şekilde yargılamayan, buna karşılık kendisinin yargılanmasına da şiddetle karşı çıkan Zeynep’in normal şartlarda sadece bir insana değil hiçbir canlıya zarar vermesi ihtimal dahilinde görülmemektedir. Kurallara uymakta sıkıntı yaşamayan bu tip kişiler dışarıdan kişiliklerine bir müdahale olduğunda önce kendi iç dünyalarına çekilmekte, müdahale şiddetlendiği ölçüde sabırla mukavemet etmekte, ancak son noktada kendi canına kastetmeye varacak ölçüde kontrolden çıkmaktadır. Bir başka cana kastetme durumu çok nadir olmakla beraber, Zeynep olayında bu durumun kişiliğini, kimliğini kaybetme tehlikesine karşı gelişen ve kontrol edilmesi neredeyse imkansız içgüdüsel anlık bir tepki olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir…’
Rapor böylece bir süre daha devam eder. Raporun içeriği davacı tarafın hoşuna gitmemekle birlikte, duruşma salonundaki istisnasız herkesin derin bir nefes almasına sebep olduğu yüz ifadelerinden belli olmaktaydı. Yargıçların da hoşuna gitmişti…
Babaların Babası
Bu saptama mahkeme başkanı Salih’e aitti. Sanki bütün sorunlar onun üzerinde düğümleniyormuş gibi geliyordu. Evet biraz alay, biraz küçümseme kokuyordu ama o bunu fazlasıyla hak ediyordu. Salondaki herkes başkan ile aynı düşüncedeydi.
Önce Abdullah’ı dinlemek istiyordu başkan. Bu kararını rehber öğretmene duruşma başında sözlü olarak bildirdi. Bayan olmasına karşın kendisini bekleteceğini, bundan dolayı kusura bakmaması gerektiğini:
‘Sizi Abdullah Bey’den sonra dinlemek istiyorum Feride Hanım. Böylece umarım karar aşamasına gelmiş oluruz. Feride ayağa kalkarak baş işaretiyle nasıl isterseniz öyle olsun manasında kısa bir reverans ile cevap verdi. Ardından duruşma başladı.
‘Rıza’dan olma, Münevver’den doğma, Çankırı nüfusuna kayıtlı, elli iki yaşında, ümmi, serbest meslek sahibi, Ankara’da ikamet eden Abdullah Bey. Gel bakalım babaların babası, bir de seni dinleyelim.’
Abdullah elinde kahverengi kirli kasketi, dizleri pörsümüş kadife pantolonu ve yakaları tiftimiş ütüsüz gömleğiyle oturduğu yerden kalkarak, gösterilen yere yöneldi. Kendinden oldukça emin adımlarla yürüyordu. Cehaletten kaynaklanan özgüven patlaması her halinden belli oluyordu. Gören tanık değil mahkeme başkanı sanırdı. Umurunda bile değildi hiçbir şey. O doğruydu ve yaptığı her şeyin doğru olduğunu sanıyordu ya, gerisinin ne önemi vardı…
Ama mahkeme başkanı Salih onun façasını bozmaya kararlıydı. Duruşmanın ta başından beri belki en çok ona gıcık olmuştu. Bir yasa adamı ve yargıç olarak herkese eşit mesafede olması gerekiyordu. Ama bu adam herkes değildi. Kimse kusura bakmasın ama bu sefer iyi ile kötü arasında tarafsız olmayacaktı. Elbette bunu açıkça kimseye itiraf etmeyecekti. Edemezdi. Abdullah’ın yerine geçiş seremonisi sırasında diğer yargıçların ve savcının gözlerinde de sanki aynı anlamı yakalamıştı. Ama emin olamazdı…
Karşılarındaki adam sanki kızı ağır cezada yargılanan biri değil de bayram hazırlıkları yapan biri kadar rahattı. Yüzünde endişeden, üzüntüden eser yoktu. Ailesini geri dönüşü olmaz yollara sokmuş, adeta ateşe atmış bir adamın bu kadar pervasız ve rahat oluşu orada bulunan herkeste iğrenmeyle karışık nefret hisleri uyandırmıştı ona karşı. Ama onun umurunda bile değildi. O patronu tanıdığını sanan çulsuz bir işçi mantığıyla, anlamını bilmediği dualarla yaptığını sandığı ibadetlerle evrenin yaratıcısının en gözde kulu olduğunu sanmanın cıvık şımarıklığını yaşıyordu.
Doğrudan söze girdi. Dinleyenleri sohbetinden mahrum etmek istemeyen büyük bir adam havası vardı ses tonunda ve davranışlarında:
‘Anlatacak pek bir şey yok yargıç beyim. Hep bizim kızın eşekliği af buyur. Adam olup akıllı davransaydı bugün ne biz burada olurduk, ne kendisi. Kendini yakmakla kalmadı bizi de yaktı. Sayesinde insan içine çıkamaz olduk.’
Mahkeme başkanı ifade tarzından hoşlanmamıştı. Sert ve tok bir sesle nasıl ifade vermesi gerektiğini hatırlattı. Bu üçüncü duruşmaydı. Salondakiler hemen hemen aynı kişilerdi. Ve hiçbiri onu bu kadar asabi görmemişlerdi. Alışık olmadıklarından herkes oturduğu yerde kendine çekidüzen verme gayretine düşmüştü. Avukatların durumu da diğerlerinden pek farklı değildi. Timur ifadenin yönlendirici olduğu yönünde itiraz edecek oldu ama cesaret edemedi. Sonuçta amaç hasıl olmuştu zaten. Başkan Abdullah’ı edepsizliğinden dolayı bir iyi azarlamıştı.
‘Mahkemede olduğunu unutma efendi! Mahkeme huzurunda böyle edepsiz sözler söylediğini duymayacağım bir daha! Aksi takdirde seni tanık değil sanık sandalyesine oturturum!’
Bu sert uyarı üzerine Abdullah belki ilk defa mahkemede olduğunu anlamıştı. Evde erkek egemen töre ve inançların hatalı yorumlanmasından elde ettiği avantajın burada beş para etmediğini fark etmişti geç de olsa. Edebini takınmaktan başka çıkar yol yoktu onun için. Öyle de yaptı. Utangaç bir öksürükle kendine gelmeye çalıştı. Bu arada neyi, nasıl anlatacağını kestirmeye çalışıyordu.
‘Ben aslında onun iyiliği için yaptım ne yaptıysam. Ben babayım. Babalar çocukları için hep iyisini, en iyisini düşünür. Ben hatta annesi onun iyiliği için hazır karşımıza hayırlı bir kısmet çıkmışken evlendirmek istedik. Yani bizim bütün suçumuz günahımız bu.’
‘İyiliğin yerin dibine girsin!’
Bu sefer yerinde durmayıp lafa karışan Zeynep’ti. Bir an için kendini kaybederek sanık olarak mahkemede yargılandığını unutmuş ve coşmuştu. Ardından annesinin sesi yayıldı salona fısıltı halinde:
‘İyiliğini al da başına çal!’
Nasıl olduysa mahkeme başkanı iki sözlü çıkışı da duymazdan geldi. Ama onlar da kendilerine gösterilen bu imtiyazı kötüye kullanmadı. Daha fazla üstelemediler. Mahkeme hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etti:
‘Efendi iyilik dediğin kendi görüşünü bile almadan, okumak isteyen üstelik bunda başarılı olan çocuk yaşta bir kızı evlendirmek midir?’
‘Beyim evlenmek sünnettir. Kız kısmını fazla bekletmeye gelmez. Kokar. Allah muhafaza başına bir iş gelse alnımız açık gezemeyiz sonra.’
Salih duyduklarından hiç memnun olmuyordu. Bütün korkusu sab-rının taşmasıydı. Abdullah’ın rahat ve kendinden emin bir biçimde saçmalaması karşısında bu durumunu ne kadar daha sürdürebilirdi emin değildi. Sesindeki gerginlik duruşma salonunu da etkiliyordu. Herkes diken üstündeydi. Nefes almaya korkuyorlardı adeta.
‘Tamam sünnete sözümüz yok ama evlenmek ne kadar sünnetse, okumak, okutmak o kadar farz. Hele kız çocuklarını… Bilmez misin? Üstelik o da bir insan. Kendisini ilgilendiren kararları alma hakkına sahip. En azından onunla ilgili kararlarda düşüncesine danışmak zorundasın. Ama sen kafanın dikine gitmiş kızını okuma hakkından mahrum bırakmışsın.’
‘Ben babayım beyim. Çocuklar özellikle de kızlar hakkında kararları babalar verir bizim töremizde. Bin yıllık töreleri çiğnemek ne haddimize…’
‘Bırak şimdi bize töre masalı okumayı. Aynı töre babaya eve ekmek götürmeyi de buyurur. Ailen senin için hiç de böyle bir şey demedi. Aynı töre babalara çocukları için iyi bir gelecek hazırlar der. Ne hazırladın çocukların için sen? Büyük oğlun ayakkabı boyacılığı yapıyormuş. Onu da okutmayacaksın belli. Kızına verdiğin zararı bir düşman belki verebilir. Ne olacak bu kızın durumu? Üstelik töreler babalara çocuklarının başına bir iş geldiğinde onlar için üzülmesini de ister. Ben senin yüzünde böyle bir duygudan en ufak bir belirti göremiyorum.’
Çevresindeki yargıçlara ve savcıya döner:
‘Siz görebiliyor musunuz arkadaşlar böyle bir belirti? Yoksa ben mi yanılıyorum?’
‘Estağfurullah sayın yargıç. Aynı görüşü taşımaktayız biz de.’
‘Ama beyim ben kızımı tanımaz mıyım? Öyle okumakta falan gözü yoktu. Evde anası iş vermesin diye kitaplara gömülürdü. İnanın rahat bıraksa anası olacak kadın, tövbe okumaz.’
‘Sen bir gün gidip sordun mu kızının durumunu okuldan. Yani top-lantılara katıldın mı bir veli olarak. Hani babaydın ya. Eğer gerçekten kızın okumuyorsa öğrenirdin. Bu durumda ilk yapacağın iş bir baba olarak yani onu evlendirip evden atmak değil, okuması için neler yapılması gerektiği noktasında adım atmak olmalıydı. Peki sen ne yaptın Zeynep’in okuması için?’
Yargıç ne derse desin babaların babası bildiğini okumaya devam ediyordu. Onun bu durumu duruşma solundaki kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Bir kişi hariç, o da müdahale etmek için fırsat bekliyordu zaten. Ama tutunacak bir dal bulamıyordu uzun zamandır.
‘Yapmaz mıyım yargıç beyim?’ Üzerindeki en az kasketi kadar kirli kahverengi ceketini göstererek: ‘Nah şu ceketimi satarım gerçekten okuyacak göz olsa. Ama nerde? Biz de ne yapalım kızımızı ortada mı bırakalım? Hazır bir kısmeti çıkmışken veriverdik. Kötü mü ettik beyim?’
‘İtiraz ediyorum sayın yargıç, duygu sömürüsü yapıyor tanık. Aile-sinin ifadesinde eve para getirmediği, kumar ve alkol düşkünlüğü olduğu yazıyor. Ayrıca okulla ilgisi olmadığı da...’
Bu arada Feride öğretmenin duydukları karşısında başını sağa sola salladığı gözünden kaçmamıştı başkanın. Demek sadece o değil salondakiler de tanığın gerçeği söylemediği noktasında aynı düşüncedey-diler.
Timur can simidi gibi yetişmişti. Bir yargıç olarak savcı ya da avukat gibi tanığın ifadelerine sürekli muhalefet etmesi adaletin tecellisi noktasında şaibe yaratabilirdi. Elbette yine bir yargıç olarak anlamadığı, eksik gördüğü yerleri tekrar anlatmasını, hatalı gördüklerini düzeltmesini isteme hak ve yetkisine sahipti. Ama karşısında oturan cehalet ve sefalet abidesi ukala budalanın elle tutulur bir tarafı yoktu ki. Ne kadar düzeltmeye çalışsa, bir arpa boyu yol alamıyordu. Onun yüzünden mahkemenin başından beri ilk defa bu duruşmada sesi de yüzü gibi bir ağır ceza yargıcını andırıyordu.
Söylediklerinin doğru olmadığına adı gibi emindi ama mahkeme kendi inançlarıyla yürümezdi. Teyit edilmesi gerekiyordu. Onu da öğretmen yapacaktı. Şimdilik Timur’u bir kenara bırakıp öğretmeni dinlemek istiyordu. Ona doğru döndü:
‘Öğretmen hanım, konunun taraflarından biri olarak bir de senin fikrini alalım bakalım. Feride Hanım değil mi? Doğru söyledim adını…’
Feride adını işitir işitmez ayağa kalktı.
‘Evet efendim, Feride.’
‘Evet hoca hanım, tanığın ifadelerini işittin mi?’
‘Evet sayın yargıç, hem de hayretler içinde...’
‘Ne diyorsun? Yani dediği gibi okulla eğitimle ceketini satacak kadar ilgili bir veli mi bu efendi? Yoksa gerçekle ilgisi yok mu söylediklerinin? Bugün tanık olarak seni de dinleyeceğimi bildiğine göre, bu konuda biraz bilgi toplamışsındır.’
‘Yeterince bilgi sahibiyim zaten sayın yargıç. Elbette ilgisi yok söy-lediklerinin. Ben okulun rehber öğretmeniyim. Sınıf öğretmenleri ile Zeynep’in durumunu istişare ettim. Okulda bulunduğu süre içinde dönemde bir olmak üzere altı veli toplantısı yapılmıştır en az. Bunun yanında yapılan etkinliklerle ilgili çağrılar da gönderilmiştir velilerimize. Zeynep mezun oluncaya kadar ne annesi ne babası bir kere olsun okula adımını atmamış, adı geçen toplantılara katılmamışlardır.’
‘Emin misin kızım? Belgen var mı söylediklerini kanıtlayacak? Yalnız Zeynep yok okulda, karıştırmış filan olmayasın.’
‘Kesinlikle olamaz sayın yargıç. Evet üç yıl büyük bir zaman dilimi. Öğretmenler zaman zaman unutabiliyorlar eski öğrencilerini. Ama Zeynep unutulacak bir öğrenci değil ki… Her dönem sınıf birincisi olan, örnek hareketleriyle her dönem onur belgesiyle ödüllendirilen bir öğrenci… Kime sorduysam daha dün gibi anımsadı. Çağrıların hepsi idarenin kayıtlarından çıkarılabilir. Ancak özel çağrılar belki bulunamayabilir. Adı geçen veliler sadece üç yıl boyunca gelmemekle kalmamış aynı zamanda kızlarının il düzeyinde kazandığı kompozisyon yarışmasının ödül törenine de katılmamışlardır. Üstelik valilik tarafından düzenlenmiş bu törene katılmaları için kendilerine çağrı gönderildiği halde.’
‘Valilik çağırdığı halde gelmedi diyorsun yani?’
‘Evet sayın yargıç. Ne yazık ki öyle… Müdür bey telefonla üç kere haber verdiği halde.’
Mahkeme başkanı bütün haşmet ve heybetiyle Abdullah’a döndü. Tek bir kelime söylemeden öyle bir baktı ki, Abdullah yüreğinin yağının eridiğini sandı. Karar veremiyordu bir türlü karşısında süklüm püklüm duran bu zavallıya ne söyleyeceğine. Bağırıp çağırmak geçiyordu içinden ama hem bulunduğu konuma yakışmazdı hem bu adam ona da değmezdi.
‘Görüyorsun değil mi övündüğün babalığını? Ceketini satıp okutacak bir adamın okulun kapısından girmemiş olması ne yaman çelişkidir… Bak Abdullah Efendi kardeşim şu ana kadar mahkeme huzurunda söylediklerinin neredeyse hiçbiri diğer ifadelerle ve eldeki kanıtlarla uyuşmuyor. Bu durumda ya yalan söylüyorsun ya da sende ciddi derecede hafıza karışıklığı var. Eğer ikincisi doğruysa ki bunu öğrenmek kolay, seni hemen tam teşekküllü bir hastaneye sevk ederim. Gelen rapor tahmin ettiğimiz gibiyse senin aile yönetmen de mesleğine devam etmen de olanaksız olur. Yok birincisi doğruysa yani yalan söylüyorsan seni mahkemeyi bile bile yanıltmaktan içeri atarım. Artık kararını ver, ona göre devam edelim seninle. Anlaşıldı mı?’
Bu gözdağı ona epey yeterdi Yoksa aslında dediklerinin ikisini de yapmaya niyeti yoktu başkanın. Durumuna bakılırsa insanlıkla ilgisi kalmamış bu adamla uğraşmaya bile değmezdi. Yalnızca biraz kendine çekidüzen vermesi gerekiyordu.
‘Devam et Abdullah Efendi, Serkan ile kızının tanışmasından bahset biraz da.’
‘Bir gün Recep Bey, şaka yollu takılmıştı bana. Kızını ne zaman sa-tacaksın diye. Birkaç sefer görmüş yanımda, beğenmiş. Ben de helal süt emmiş, hayırlı bir kısmet gelince bekletmem beyim dedim. O sırada yanımıza bir iş için merhum Serkan oğlum geldi. Tekrar ayrıldıktan sonra ‘Bu nasıl?’ dedi. Ben de ‘Ne saadet benim için.’ demiş bulundum. Böyle başladı. İstekleri üzerine basit bahanelerle birkaç kere Zeynep’i büroya getirdim. Rahmetli de gördü. Beğendi.
‘Sonrası malum beyim. Allahım emri peygamberin kavliyle istediler benden. Ben de verdim. Onun iyiliği için bundan daha güzel bir kısmet olur mu? Hem nikahta keramet vardır denmiştir. Koskoca bir işadamı, benim gibi bir çulsuzun kızına talip olsun. Böyle bir şans herkese kısmet olmaz beyim.’
‘Yani çulsuz olduğunu kabul ediyorsun.’
‘Allah’ın bildiğini kuldan nasıl saklayayım beyim. Köyden geleli yirmi yıl olmuş. Mamak denen yerde bir gecekonduda otururuz. Beş kişi iki göz bir evde... Ona da ev denirse tabi. Üstelik kirada. Doğru dürüst iş de tutamam. Bulduğumuzu yeriz, bulamayınca borca yaşarız. Allahtan elimde şoförlük sanatı var da kıt kanaat geçinip gideriz. Böyle yüz yıl daha yaşasak bundan daha fazla olacağını sanmıyorum. Hal böyleyken böyle bir kısmet tepilir mi beyim?’
Timur duruşmanın başından beri bu anı bekliyordu sanki. Vakit kaybetmeden söz istedi. Mahkeme başkanı eliyle devam et işareti yaptıktan sonra söz aldı:
‘Sayın yargıç madem beş parası olmayan, hatta daha nezih bir semtte kira ödeyemeyecek durumda biri de Recep Kara neyine güvenerek kendisine yüz bin liradan az olmayan bir aracı gözü kapalı verebilmiş?’
‘Soru sana Abdullah Efendi. Yanıtla bakalım. Hem açlıktan ağzım kokuyor diyorsun, hem de böyle bir servete konuyorsun. Nasıl oluyor bu iş? Yoksa bu işin içinde kirli birtakım planlar mı var?’
Bu soruyu daha ilk andan itibaren bekliyordu. Vereceği yanıtı bili-yordu. Millet alışmıştı her hayırlı olayın arkasından bir şer kokusu almaya. Veremez miydi? Fakirdi fukaraydı ama işinin ustasıydı. Diğerlerinden neyi eksikti? Sanki Recep Karalar analarından işadamı olarak mı doğmuştu?
Elin ağzı torba değil ki büzesin. Ağzı olan konuşuyor işte. Ama Ab-dullah bütün bunların nedenini çok iyi biliyordu. Bilmekten çok daha öte inanıyordu. Basit bir olayı kaşıyıp bu kadar büyütenler de kendisini böyle tuzaklı sorularla ters köşeye düşürmek isteyenler de kıskançlıklarından, hasetliklerinden ve çekememezlikten yapıyorlardı bunu. Karşısındaki yargıç kılıklı haset de onlardan farklı değildi hani… Mektep medrese görmemişti ama kimse aptal yerine koyamazdı Abdullah’ı.
Eğer işine çomak sokmamış olsalardı Zeynep şimdi evinin kraliçesi olarak devam edecekti yaşamına. Okumak mı istiyordu işte o zaman okulun alasını okuyabilirdi. Bu olanaklara sahip olduktan sonra okula gitmek de neymiş, hocalar ayağına gelirdi. Bunları düşünürken bir an Feride öğretmenin Zeynep’in önünde diz çöküp ders verdiği hayali canlandı gözlerinin önünde.
Çevresine şöyle bir bakındı. İstisnasız bütün gözler nefret ile bakı-yordu kendisine. Bu neyin düşmanlığıydı? Ne var yani Abdullah başarılı olamaz mıydı mesleğinde? Şoförlüğüne laf edecek kimse çıkmamıştı bugüne kadar çok şükür. Zeynep’in aklına bunlar girmiş olmalıydı. Yoksa böyle bir kısmeti tepecek kadar salak değildi kızı aslında.
‘Beyim ne diyeyim. Hükmümüz verilmiş bir kere. Kötü babayız. İşsiz güçsüz biriyiz. Milletin gözünde yani… Kimse benim de elimde bir sanatın olduğunun farkına varmak istemiyor. Şansım yaver gitmedi bugüne kadar, hepsi bu. Recep Bey insan sarrafı olmuş bir kere. İlk görüşte anlamıştı bendeki cevheri. O kadar da mızmızlık ettiğim halde bugüne kadar beni kapı dışarı etmemişti. İstese ederdi. Mal onundu sonuçta… Etmediyse kim düşünmüştür nedenini?
‘Demek ki var bir bildiği. Benim bu işi çok iyi yaptığımı biliyor. Al-tımdaki araçla gezmediğim yer kalmadı beyim. Şeytan kulağına kurşun tek bir kazam yoktur. Malını aldığım gibi istediği zamanda ve yerde aynen teslim etmişimdir. Beyefendi de beni takdir etmiş ve bir nevi ödüllendir-miştir. Sonuçta bedavaya almadım. Yalnızca ödeme noktasında bazı kolaylıklar sağladı bana. Ama kimsenin kimseye sağlayamayacağı kolaylıklar. Belki bize göre çok gelebilir ama beyefendi için devede kulak bile değil…
‘Eğer arkamdan bu fitneleri uyduranlar kızımın da aklını çelmese-lerdi, şimdi mutlu bir yuvası olacaktı.’
‘Yani kızın aslında istiyordu öyle mi. Neye göre söylüyorsun bunu?’
‘Okulun son senesine başladığında ekim ayıydı galiba. Bir bahaneyle gösterdim kendisine damat adayını. ‘Beyefendinin oğlu, bekar biliyor musun?’ dedim. Sesini çıkarmadı. Sonra devam ettim: ‘Senden on beş yaş kadar büyük ama önemi yok. Karısı yeni vefat etmiş. Yani tam sana göre bir aday.’ Yine cevap alamadım. Sükut etmesi ikrardan olsa gerek diyerek üstelemedim. Sonuçta kız çocukları böyle konularda duygularını hemen söyleyemezler. Hele babalarının yanında, utanırlar.
‘Aradan epey bir zaman geçtikten sonra yine bir bahaneyle büroya uğradık. Biz önceden anlaştığımız için Serkan da oradaydı. Hoşbeşten sonra ben beyefendiye bir emanet vereceğimi söyleyerek onları baş başa bıraktım. Dönüşte durgundu ama herhangi bir tepki göstermedi. Bir kere daha uğradık daha sonra. Bu sefer ayaküstü bir görüşme oldu. Hepsi bu beyim. İstemiyor olsaydı o zaman başlardı herhalde ağlayıp sızlamaya.’
‘Sayın yargıç’ diye söze girdi Timur. ‘Tanığın ifadesinin Zeynep’in savunmasıyla teyit edilmesi gerekmektedir. İzin verirseniz kendisine bu söylenenlerin doğru olup olmadığı sorulsun.’
‘Doğrudur. Ortada bir çelişki olduğu görünüyor. Ben de fark ettim. Zeynep dik başlı biri. Bunu sanırım kendisi de yadsımıyor. Hal böyleyken başına gelecekleri anlamayacak kadar cahil de olmadığına göre, babasının iddia ettiği gibi sessiz kalarak durumu başta kabullendi mi? Bunu kendi ifadesinden anlayacağız. Şimdi kalk bakalım kızım. Bize babanın söylediklerinin doğru olup olmadığını söyle ki biz de yorum yapabilelim olanlar hakkında.’
Zeynep’in canının sıkkın olduğu yüz ifadesinden belli oluyordu. Hani yargıç söz hakkı vermese konuşmayacaktı neredeyse. O derece işi oluruna bırakmıştı. Haksız da sayılmazdı. Bu aşamadan sonra yaşamına hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam edemezdi herhalde.
‘Sayın yargıç ne desem boş bu aşamadan sonra. Kim inanır ki bana? Madem siz istiyorsunuz açıklamaya çalışayım. Babamın dedikleri şeklen doğru sadece… Yani birkaç kez gittiğimiz doğrudur. Birincisinde benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Bir kız olarak benim tek başıma dışarı, alışverişe çıkmama izin verilmiyordu. Ve ayakkabıya ihtiyacım vardı acilen. Babamın bir bahane dediği alışverişti aslında. Yani bana öyle söylemişti. O arada ufak tefek alıveriş de yapmıştık. Sonra bir evrak vereceğini söyleyerek ofise çekti arabasını. Beni de peşinden sürükledi. Görücüye çıkarmak dedikleri bu olsa gerek. Kimseyle doğru dürüst konuşmadım. Yani denk gelmedi. Ben zaten asosyal biriyim. Kafamda her zaman ertesi günün konuları, ödevleri… Bazen önümden gelen geçeni bile göremem.
‘İkincisi doğrudan doğruya bir gidişti. Beni en nazik yerimden av-lamış, test kitabı almakla kandırmıştı. Parayı da ofiste patronundan yani merhumun babası Recep Kara’dan alacakmış. Mecburen önce oraya gittik. İnsanın birine ekonomik yönden bağımlı olması ne fena bir şey sayın yargıç. Bilmem hissetmeniz olanaklı mı? Benim o kitabı hatta ayakkabımı bile kendi başıma almam olanaklı değildi. Bizim eve para girmezdi ki. Girse bile bizim kata kadar inmezdi. Ne varsa babamdaydı. Az derse az bilirdik, yok derse yok bilirdik. Ekmeğimizi tuzumuzu bile yılışık mahalle bakkalına yazdırarak alırdık. Zaten borç taktığımız kim varsa bana sulanırdı yargıç bey. Çevremde ahlak abidesi, namus havarisi kim varsa bir yolunu bulup yılışıyordu. Ben alışmıştım çevremdeki ahlak ve namus abidesi geçinen erkek müsveddelerinin sulanıp sarkmalarına. Böyle bir babanın kızı olursanız peşinize takılanlara şaşmamanız gerek… Bir zaman sonra duyarsızlaşıyor, mücadele edemez hale geliyorsunuz. Belki bundandır Serkan’a karşı fevri davranmayışımın sebebi. Hem böyle bir şeyi dile getirmeye yeltenseniz, bu sefer de kuyruk salladığınıza hükmediliyordu. Yetim bir kız gibi borç taktığımız herkesin gözü bendeydi. Bunu ciddiye alarak yaşanır mı sayın yargıç? Dedim ya zamanla bu yüzden umursamaz olmuştum. Babamın dediği bu olabilir.
‘Ben bu Serkan denen adamın o kadar zenginlikle bana kadar dü-şeceğine doğrusu pek ihtimal vermemiştim. Böyleleri en fazlasından, affınıza sığınarak söylüyorum, oynaş ararlar kendilerine. Gencim, toyum ama bu kadarını bilmeyecek kadar cahil değilim efendim. Belki bunun etkisi olabilir. Sonuçta bizim kültürümüz, geleneğimiz, göreneğimiz onlara uymaz ki. Ben evet deseydim bile en fazla birkaç yıl sonra beni kapı dışarı edeceklerdi. Davul bile dengi dengine demişler. Ben uyum sağlasam bile daha doğru dürüst kaşık tutmasını bilmeyen anam babam alışabilecek miydi? Bizi yanlarında nasıl sürükleyeceklerdi bu durumda sayın yargıç? Bu işte bir alicengiz oyunu vardı ama kestiremiyordum. Ya babam beni satmaya niyetlenmişti ya da Serkan beni imam nikahlı bir oynaş olarak almak istiyordu. Sıkıldığında kapı dışarı etmek üzere… Her halikarda bu evlilik olamazdı, olmamalıydı. Yalnızca benim okuma isteğimden değil, denk olmadığı için de…
‘Kızım sen resmi olarak evli değil misin yani?’
‘Hayır sayın yargıç. Güya gözüne girersem ileride resmi nikahına alacağını buyurmuş beyefendi. İnanırsanız yani… Ama şu an için evliliğim imam nikahından ibarettir yargıç bey.’
Yargıç bu ayrıntıyı nasıl atladığına hayıflanıyordu iç dünyasında. Bir yandan kendine kızıyor, diğer yandan da Zeynep’in babasına. Ve bunu keskin bakışlarını Abdullah’ın üzerine yönelterek gizlemeye bile gerek görmüyordu. Tek sorunu içinde kopan fırtınaları yasa adamı kimliğiyle açıkça ifade edemiyor oluşuydu. Allahtan bazen Zeynep bazen de savunma avukatı demek isteyip de diyemediklerini dile getiriyorlardı. Onun için arayı fazla soğutmadan devam etmesine engel olmadı.
‘İş ciddiye binince Serkan ve ailesi hakkında biraz araştırma yaptım. Ciddiyet dediysem benden yana filan değil sayın yargıç. Kurtuluş umudumun kalmaması yüzündendi bu merakım. Merhumla babam kendi kendilerine gelin güvey olmuşlar zaten. Başıma geleceği tahmin etmek artık zor değildi. Ben de kaderimi görmek adına incelemeye başladım bu aileyi. Ne kadar güvenilir bilmem ama kulaktan duyma bilgilerime dayanarak pek tekin olmadıkları kanısına varmıştım. Şimdi avukat bey üzerime gelecek belki ama öyleydi söylentiler. Zaten helal yoldan zengin olmaya inanmıyorum. Miras yoluyla filan kazaen olunsa bile kurtlar sofrasında devamı gelmez harama sapmadan. Bu düşüncemin toplum inançlarına aykırı olduğunu biliyorum. Sermaye düşmanı olarak taşlanacağımı da… Ama ben böyleyim sayın yargıç. Değişemem. Doğrusu değişmek de istemiyorum. Ayrıca düşünce ve inançlarıyla beni bu kadere mahkum eden bir toplumun beni yargılamasını kabul de etmiyorum. Bu yüzden yargılayacaksanız beni, buyurun devlete boynum kıldan incedir, hiç durmayın. Yalnızca bu düşüncem bile şımarık bir istihzanın gölgelediği ablak suratlı bir adamla evlenmemi olanaksız kılmaktadır. Onun için bu işin olmayacağı daha ilk baştan belliydi. Ama gel de bunu babama anlat…’
Avukat bu sefer sesini çıkarmadı. Gerek görmemişti. Çünkü keskin bir suçlama yoktu. Üstelik Zeynep sanık ve çocuktu. Ayrıca duruşma salonundaki herkesin Zeynep’ten yana olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. Böyle bir ortamda gereksiz bir çıkış yapmak en çok da kendilerine zarar verebilirdi. Umarsız, olayı akışına bırakacaktı.
Mahkeme başkanı dikkat kesilmiş Zeynep’i dinliyordu. Zeynep de bunu kendisine verilmiş bir izin olarak algıladı ve devam etti kaldığı yerden:
‘Evet aklınca bir bahaneyle bizi baş başa bırakmıştı babam. Böylece tanışmak, konuşmak zorunda kalacaktık. Hatta onun kısır mantığıyla aramızda yakınlaşma olacaktı… Yakın bir gelecekte de görüşmeye… Sonrası malum… Ama öyle olmadı. Aramızda doğru dürüst bir konuşma bile geçmedi. Bu o kadar zor olmadı. Zaten asosyal biriyim. Özellikle de ilk tanıştığım kişilere kolay kolay açılamam. Hele böyle zenginliği suratındaki şımarık kızıllıktan anlaşılan ve küçük dağları ben yarattım havasıyla üst perdeden konuşan biriyle konuşmak midemi bulandırır yalnızca sayın yargıç. O gün aramızda benim cephemde yani, yalnızca ve yalnızca mide bulantısı vardı. Midesi bulanan biri gördüğü manzaraya ilgisini ne kadar yöneltebilirse, benim Serkan’a ilgim de o kadardı sayın yargıç. Yalnızca o kadar… Yani sözün kısası sayın yargıç, babam ya beni anlayamamıştı o gün ya da yanlış anlamak işine gelmişti. Bilemem artık gerisini…’
Evet doğruluğu tartışılsa da inandırıcı konuşuyordu. Belki davacı avukatları hariç hemen herkes böyle düşünüyordu. Yüzünde en ufak bir sahtelik gölgesi ya da ihanet perdesi görünmüyordu konuşurken. Ses tonu da gayet kendinden emin olduğunu ihtar ediyordu. Zaten kaybedecek bir şeyi de yoktu ki yalan söylesin. En çok bu durum yüzünden davacı taraf çıkmaza giriyordu.
‘Son uğrayışımızda ayaküstü bir görüşme oldu. Tahmin edeceğiniz gibi bu sefer de benim bir ilgim ve haberim yoktu yargıç bey. Aralık ayının sonlarına doğruydu sanırım. Benim için artık yavaş yavaş deniz bitiyor, kara görünüyordu. Yani hızla sınava yaklaşıyorduk ve ben girdiğim deneme sınavlarında çok yüksek puanlar alıyordum. Feride Hanım bilir. ‘Adı geçen Feride öğretmen, söylenenleri sakince başıyla tasdik etti.’ Okul müdüründen sınıf öğretmenime kadar bütün okul yanımdaydı. Ve ben çocuk aklımla sırtımı bundan sonra kimsenin yere getiremeyeceğini düşünüyordum. Onun için de o kadar somurtmadım o gün. Çok mutluydum çünkü. Öğretmenlerim garanti veriyorlardı neredeyse. Avukat olacaktım. Ağlayamazdım ya… Ama bu halimin Serkan ile en ufak bir ilgisi yoktu. Olamazdı da zaten. Evlenmek demek okula veda etmek demekti. Okula veda edeceksem, kendimi neden yorayım haftanın yedi günü? İstemeden yaptığımız bu görüşme benim açımdan elbette başıma örülmeye çalışılan çorabı, arkamdan çevrilen entrikaları kabul ettiğim anlamına gelmiyordu. Ondan sonra bir daha görüşme olmadı. Aylar sonra bunun aile büyükleri arasında söz kesildiği anlamına geldiğini anladım ama ne fayda… Marta kadar yine pek bir şey olmadı. Büyük ihtimal bazı sorunları vardı. Ya da belki benim okulumu bitirmemi düşündüler.’
‘Tamam kızım anladık anlayacağımızı biz. Oturabilirsin yerine.’
Sonra babasına döndü:
‘Şimdi Abdullah Efendi, ilmi irfanı seven bir baba olarak üniversite sınavı zamanında kızını neden bir odaya kilitledin, biraz da ondan bahset bize.’
Beklediği zor sorulardan biri de buydu. Yine de seviniyordu, bir an önce başından savacağı için. Devlet gücü olmasa tenezzül bile etmezdi cevap vermeye. Yargıcın bu sorular yüzünden taraf tuttuğuna inanmaya başlamıştı artık. Bakışlarından nefret fışkırıyordu. Her zaman olduğu gibi kendini haklı görüyordu. Cahillere has dejenere bir özgüvenle çevresini Kaf Dağından seyrediyor, gördüğü manzara karşısında söyleniyordu: ’Koca koca cüppeleri giymişler ama adam olamamış gavatlar!’ Elinde olsa hepsini bir kaşık suda boğardı. Ne yaptıysa kızının iyiliği için yapmıştı. Ama herifler tın tın… Anlayacak kafa yok ki… Özellikle başkan… Yargıç olmuş ama adam olamamış. Halden de anlamıyordu. Kendi tuzu kuruydu tabi. Arkasını devlete dayamış, her ay devlet hayratından oluk oluk akıyor. Ben de böyle olsam kızımı neye erkenden kocaya vereyim? Çok geçmeden kendini topladı:
‘Ortada öyle bir şey yok beyim. Yani evet odasına kilitlediğim doğ-rudur ama sınava gitmesin diye değil.’
‘Ne diye olursa olsun efendi ertesi güne kadar çıkamamış odasından. Hayvana bile yapılmaz bu eziyet… Sınava girmesini engellemişsin üstelik. Daha ne olsun?’
Ben ertesi güne kadar olsun demedimdi beyim. Ben gelene kadar çıkmayacak dedimdi.’
Başkan Zeynep’e döndü tekrar:
‘Ben hanginize inanacağım kızım? Bak baban ne diyor? Ertesi güne kadar kilitli kalsın demedim diyor.’
‘Doğru olabilir sayın yargıç. Yani anneme söylemiş olabilir. Ben duymuş değilim.’
‘Aaa o zaman sorun ne? Neden bir gün kapalı kaldın odada?’
‘Babam ertesi akşam geldi eve sayın yargıç.’
‘Buna ne diyeceksin efendi? Ertesi akşam gelmişsin. Madem bir ceza veriyorsun, neden başında durmuyorsun? Ya bir hafta gelmeseydin ne olacaktı?’
‘Ben serbest meslek yapıyorum beyim. Şantiyede iş vardı. Malzeme taşınacakmış. İşe gittim. Büyük bir işmiş. Ertesi günün akşamına kadar çalıştım. Gelemedim. Zeynep’i de unuttum. Baştan dedim beyim, ben o kadar akıllı değilim. Eh yaşlılık da var…’
‘Senin aklına deneceği biliyorum ama bu koltukta ve bu ortamda söylenmez. Peki anahtarı yanında mı götürdün?’
‘Yok haşa beyim götürmedim. Kızın hastalanacağı filan tutar. Gü-nahını almayayım sonra. Anasına verdimdi.’
Bu sefer anasına döndü:
‘Kalk bakalım hanım. Ne diyor beyin duydun mu? Anahtar sen-deymiş.’
‘Doğrudur yargıç beyim, bendeydi.’
‘Ne demeye açmadın o zaman bir gün boyunca? Sen nasıl anasın? Bu kızın bir ihtiyacı olur, belki de korkar diye düşünmedin mi? Bütün gece ağlayıp sızlamasına gönlün nasıl el verdi?’
‘Yokluğun ve korkunun gözü kör olsun yargıç beyim.’
Demeye kalmadı gözünden inci iriliğinde damlalar yuvarlanmaya başladı. Pişman olduğu her halinden belli oluyordu. Ama nedense salondaki kimsede acıma hissi uyandırmaya yetmiyordu bu sağanak yağış. Zar zor toparlayabildi kendini. Yargıcın hışmına maruz kalmamak için kör topal devam etti:
‘Bizim ne okumuşluğumuz var ne görgümüz beyim. Ev kedisi ya da saksı çiçeği gibi kendi başımıza yaşayamayız. Gem vurulmuş bir kere bize. Semerimiz arşı alada Hak Teala tarafından takılmış. Sonra da dizginimiz baba ve kocamızın elinde verilmiş. Kaderimiz kırık kalemle yazılmış yani... Zamanla alışmışız bu muameleye. Hep böyle sanmışız. Özgürlük boğar olmuş bizi. Ayakta bile duramayız tek başına. Yanımızda mutlaka bir erkek olacak. Baba, abi ya da koca… Karşı gelsek bile sokağa atılınca kim bakar bize beyim? Koca devlet bile bu kadar kadınla baş edemez. Baba evine desen gidilmez. Babamız bizi sevse cahil bırakmazdı, küçük yaştan beri horlamaz, evlendikten sonra arkamızda dururdu. Sokağa atıldıktan sonra hele kimse durmaz arkamızda beyim. Orta malı oluruz maazallah… Bizim değil kadınlığımız, insanlığımız bile tartışılır beyim.
‘Evet ben gelmeden bu kapı açılmayacak dedi ama gelmedi o gece. Tanrıdan korktuğumuz kadar, devletten çekindiğimiz kadar erkeğimizden de korkarız biz beyim. Hatta daha fazla… ‘
İlginçtir bu söz üzerine kimse içinden ya da açıkça estağfurullah dememişti. Demedikleri, demek istemedikleri halde diyemedikleri yüzünden içlerini kaplayan korku dalgaları salonda ölüm sessizliği estirirken Merve her şeyden habersiz kaldığı yerden devam ediyordu:
‘Sen istesen de anlayamazsın bizi. Tanrı’dan bile bazen fazladır korkumuz. Tanrı uzun vadede verir cezamızı. Devlet uzun vadede verir. Ama erkeklerimiz öyle mi? Gözümüzün üstüne sumsuğu hem de anında indirdi mi feleğimiz şaşar beyim. Kocamızın mahkemesi yoktur beyim. Cezamızı anında verir. İtiraz hakkımız da yoktur. Daha nasıl anlatayım beyim, bilmem ki… Gayrı sen devletsin, varsa bir kusurumuz boynumuz kıldan incedir.’
Salih mahkeme başkanı olduğunu unutmuş, acımakla kızmak ara-sında gidip geliyordu. Çok geçmeden kendini toparladı. Onun hakkında ne hissedeceğini son celsede düşünecekti. Şimdilik ifadesini yeterli görüp oturmasını istedi. Küçük bir ayrıntı kalmıştı aydınlanması gereken. Onu da öğrendikten sonra öğretmenin ifadesine geçebilirdi:
‘Abdullah Efendi, düğün günü kızını dövdü mü? İyi hatırla bakalım. Karanlık bir nokta kalmasın.’
Karanlık nokta kalacak bir şey yoktu. Daha kaç gün geçmişti ki üze-rinden? Elbette dakikasına kadar hatırlıyordu o günü.
‘Doğrusunu söylemek gerekirse düğün gününü cenaze evine çevirdiği için çok kızmıştım Zeynep’e. İçimden adamakıllı dövmek geçmedi desem yalan olur. Ama dövmedim beyim. Sadece bir ara kimsenin görmediği bir yeri denk getirip iki tokat attım. Ama öyle yaralayacak şekilde değil. Kesinlikle değil…’
Bu son söz Recai’nin pek hoşuna gitmemişti. ‘Zil zurna sarhoştu dürzü, anımsamaz tabi. Madem her şeyi anımsıyorsun, sarhoş olduğunu da anımsa. Ne demeye bu kadar emin konuşup merhumu zan altına sokuyorsun?’ Sonra ‘Yok bu böyle olmayacak. Yargıcı da uyarmak gerek.’ diyerek yağa kalktı:
‘Sayın yargıç, Abdullah Efendi o gün sarhoş olup olmadığı hakkında herhangi bir beyanda bulunmadı. Düğün fotoğraflarına bakılırsa sarhoş olmuş. Dolayısıyla olayları tam olarak anımsayamamakta… Bunu da dikkatlerinize sunmak istiyorum.’
Yargıç elindeki dosyayı bir süre karıştırdı. İçinde fotoğraflar da vardı. Dikkatli bir şekilde birkaçını inceledi. Evet biraz sarhoş gibi görünüyordu. Dosyayı yanındaki yargıç arkadaşlarına verdi incelemeleri için. Onlar hızlı bir biçimde göz atarken başkan tanığa seslendi:
‘Abdullah Efendi o gün sarhoş olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafla-rından öyle anlaşılıyor. Senin söyleyeceğin bir şey var mı bu konu hakkında?’
Abdullah zaten ayaktaydı. Henüz yerine geçmemişti. Bu yüzden yanıtı geciktirmedi:
‘ Yoktur beyim, ama kendimi bilmeyecek kadar değil…’
Saatine baktı. Neredeyse bir saat olmuştu. Herkes gibi kendisi de sıkılmıştı. Ara verip vermemeyi düşündü. Kısa bir muhasebeden sonra ara vermeden öğretmeni dinleyip bitirmenin daha akıllıca olduğunda karar kıldı:
‘Tamam Abdullah Efendi, yerine geçebilirsin.’
Sonra son tanığı tanıtmaya başladı:
‘Fatih’ten olma Nuriye’den doğma, Balıkesir nüfusuna kayıtlı, An-kara’da ikamet eden, otuz iki yaşında, rehber öğretmen. Gel bakalım öğretmen hanım. Sen şimdi bana Zeynep’in okul hayatı hakkında özet mahiyetinde birkaç cümle söyle bakalım.’
Söyleyecek o kadar çok şey vardı ki. Feride ağır hareketlerle omuz hizasındaki sarı saçlarını ensesinde toplarken, bir yandan da aklından geçenleri toparlamaya çalışıyordu. Evet söylenecek çok şey vardı. Ama kısa olması gerekiyordu. Özet derecesinde kısa…
‘Konu Zeynep olunca sayın yargıç söyleyecek çok şey var demektir. İnanın sayın yargıç o, sanık yerine yakışmıyor ve bu durumu hak etmiyor. Çünkü Zeynep üç yıl boyunca her dönem sınıf birincisi, mezuniyetinde de okul ikincisi olan bir öğrencimizdir. Deneme sınavlarında il çapında hep ilk yüzde yer alarak okulumuzu onurlandıran bir öğrencimizdir. Davranışları da akademik başarısıyla eşdeğer bir öğrencimiz. Verilen her görevi yapan, haddini bilen, terbiyeli, ahlaklı biri. Başka ne diyebilirim bilmiyorum efendim…
‘Böyle bir insanın cinayet işlemesi akıl alır gibi değil. Bir rehber öğretmen olarak bana sorarsanız ağır tahrik olmadığı müddetçe Zeynep’in birini değil öldürmek, ona zarar vermesi bile mümkün değil. Mutlaka onu çileden çıkaran ve itidalini kaybetmesine yol açan, bu yaşında altından kalkamayacağı bir travma yaşamış olmalı. Kısaca Zeynep hakkında söyleyebileceklerim bu kadar sayın yargıç.’
Gereği Düşünüldü!
Gereği düşünüldü demek en kolay tarafıydı davanın. Düşünülse ne olacaktı? Bugüne kadar düşünülmüştü de ne olmuştu? Yüce Türk Milleti adına deyip kararı açıklamak… Kuru yasa kitaplarının insafına göre… Alt tarafı birkaç cümleden ibaretti. Bir suçun üzerini kapamak ve temyiz yolu açık olmak üzere deyip duruşmayı sonlandırmak… Sonuçta hukuk herkes için ve herkese göreydi. Adaletten üstün bir mekanizma yoktu. Öyle rivayet ediliyordu yüzyıllardan beri… Mahkemede bir karar verildi mi, her şey bitmiş demekti. İtirazı olan varsa bile ancak bir üst mahkemeye başvurabilirdi. Defter dürülür, perde kapanırdı.
Acaba duruşma sonunda doğru bir karar verilebilecek miydi? Doğru neydi? Yanlış ne? Madem hep doğruların peşinde koşuyorlardı yasa adamları olarak o zaman suç oranları neden düşeceğine tam tersine korkutucu bir artış gösteriyor, insanlar gittikçe polis gücüyle bile durdurulamaz duruma geliyordu. Kapılara kilitler, odalara kameralar yerleştirilmesi doğrunun haykırıldığı toplumlarda çok sık görülen bir korkunun dışa yansımasıydı. Demek ki ya doğru denen şey doğru değildi ya da doğru diğer değer yargıları gibi çıkarlara alet edilmişti. Sana göre bana göre doğrular uydurularak amacından saptırılmıştı.
Başına ne gelirse gelsin, belki nefsi müdafaa hariç olmak üzere, kimseye devlet adına öldürme hak ve yetkisi vermeyen yasaya göre bu kızın ağır bir ceza alması en doğrusuydu. Ama ya bunun toplum içinde yaratacağı etkiler ne olacaktı? Gözardı mı edilecekti? Kendisine kişilik hakkı tanımayan töreler tarafından aslında kendisini öldürmekle ikinci sınıf bir insan olmak arasında tercihe zorlanan on dokuz yaşındaki bir kızın kendini aşarak özgürlüğe aşermenin yarattığı bir psikolojik kriz anında üçüncü tercihi uygulaması görünene göre yanlıştı.
Eğer yargıç kurulu savcının iddialarını aynen kabul ederse bu kızın müebbede kadar yolu vardı. Bu ceza bundan sonra kızların okuldan alınmasına ya da intihar etmesine neden olan bir hatayı tekrar yapmasına kapı aralamayacak mıydı? Ve bu furya içinde ileride kendi kuşaklarından gelecek kişilerin zarar görmesi olasılığı da vardı. İşte yasa adamlarını mesleklerinden soğutan bu çelişkiden çoğu zaman kurtulamamaları ve zaman zaman nedenini bilemedikleri bir sızının zemheri ayazı gibi vicdanlarını acıtmasıydı.
Karar aşamasına gelince savcı son mütalaasını okuyacak, gerekirse mahkeme başkanı duruşma hakkında bildiği olan ya da yargılama sürecine katkıda bulunacağını sandığı biri olup olmadığını son defa soracak, ardından üç yargıcın son bir durum değerlendirmesinden sonra mahkeme başkanı yasa hükümlerine dayanarak kararını açıklayacaktı. Bir savcı, üç yargıç ve bir de yasa kitabı…
Dışarıdan bakınca sarı sırmalı, kımızı dik yakalı, önü iliksiz kara cüppesiyle son derece heybetli duran ve görende saygıyla karışık korku uyandıran yargıçların en zayıf anları karar öncesi birkaç dakikadır dense yanlış saptanmış olmazdı. Yıllarca okuyup defalarca mahkeme sürecinde görev alan hukuk adamları gece başlarını huzur içinde yastığa koyabilmek, sabi çocuklarının ve ahir ömürlerini yaşayan ana babalarının yüzlerine gönül rahatlığıyla bakabilmek ve toplum içinde alnı açık gezebilmek için olabildiğince doğru karar almak zorunda olduklarının bilinciyle karar arifesinde dokuz doğuruyorlardı. Şimdi olduğu gibi…
Yargıçlar bir ceza takdir ederken elbette yalnızca yasaya dayan-mazlar, yasanın çiziği sınırlar içinde vicdanlarına da başvururlar. Geleneklere, göreneklere, inanç ve törelere bakarlar en isabetli kararı almak için. İnce eleyip sık dokurlar yani. Öyle de olması gerekir. Aksi takdirde kamu vicdanı yara alır, vatandaşın adalete olan güveni azalır.
Şimdi olan bundan başka bir şey değildi. Biraz sonra karar aşamasına gelmeden önce yani, kara kara düşüncelere dalmıştı savcı ve yargıçlar. Kitaba yani yasaya göre yapmaları gereken belliydi belki ama onlar adaletin tecellisi adına mahkeme süreci boyunca duyduklarına, gördüklerine dayanarak en ufak bir ayrıntıyı atlamadan vereceklerdi kararlarını.
Sorunun bir de insani boyutu vardı. Bu insanların duruşma salonundan çıktıktan sonra diğer insanlardan bir farkları kalmıyordu. Etten kemikten varlıklardı. Gülen, ağlayan, seven, sevilen herhangi bir insan işte… Diğerleri gibi bir ana babanın ürünüydüler ve kendileri de anne ya da baba olmuşlardı. Yüzlerine bakmak zorunda oldukları ana baba ve çocuklarının yanında bir de eşleri vardı. Yaşadıkları çevrede akrabaları, komşuları ve arkadaşları vardı.
Yasa kimseye kendi cezasını verme hakkı tanımıyordu. Bu kız, yani Zeynep cezaların en büyüğünü vermişti kendi elleriyle. Bilerek ve tasarlayarak değil. Bir cinnet anında... Bu durum elbette cezasında belli bir oranda indirime sebep olacaktı. Ama yine de ceza almaktan kurtulamayacaktı.
Biraz sonra dava hakkında son mütalaasını yaparken bütün bunları göz önünde bulundurarak yasanın öngördüğü cezaların yanında indirimlerin de tümünü istemek zorunda hissediyordu kendisini. Tek korkusu yargıçlardan birinin ya da tamamının basın ve medyada gördüğü, duyduğu cinsten kötü örneklerden olması yönündeydi. Çocuk tecavüzcülerine kravat taktı diye ya da tecavüz ettiği kız akli melekesini kullanamadığı için itiraz etmedi diye ceza indirimi uygulayan vicdani çürümüşlerden olmadıklarını düşünüyordu. Şu ana kadar aralarında yaşanan sözlü sözsüz iletişim bunun böyle olduğu yönünde içine su serpiyordu ama son ana kadar içini bir kurdun kemirmesine de engel olamıyordu.
Sanıkla maktul arasında kırgınlık bulunduğu tanık ve sanık ifadelerinden anlaşılmaktaydı. Sanığın ifadesine göre maktul gelin arabasında olduğu gibi gerdek gecesinde de her karşılaştığında sanığa hakaret etmiş ve insana yakışmayan sözel ve fiili şiddet uygulamıştı. Bu durumun herkesçe görülebilen anları tanık ifadeleriyle sabitti. Bazıları kamera kayıtları ve fotoğraf karelerine de yansımıştı.
Maktulün insan tahammülünü aşan davranışları sırasında kendini kaybeden sanık, masa üzerindeki kalın cam sürahiyi alarak zevk yorgunluğuyla yatmakta olan maktule vurmaya başlamıştır. Sanık bu durumun ne kadar devam ettiği ve maktulün ölüp ölmediğini bilmeyecek durumdadır. İçine düştüğü cinnet hali tıbbi raporla sabittir. Uzun zaman süren olayların etkisi altında ve öldürülenin haksız davranışlarının oluşturduğu gazap ve şiddetli emelin etkisiyle maktulü öldürdüğü anlaşıldığından, hakkında ağır tahrik hükümleri uygulanmasını istemek üzere toplantı odasına geçti.
Ayça hanım her şeyden önce bu davada görev almış olmaktan son derece memnundu. Bir kadın olarak kader mahkumu hemcinsinin hakkını aç kurtlara yedirmeyecekti. Hal ve hareketlerinden anladığı kadarıyla diğer yargıçlar da Zeynep’e karşı her türlü vicdani sorumluluğu yerine getirecek kişilere benzemekle birlikte, yine de hiç biri bir kadın kadar ince ve nazik düşünemezdi.
Yargıç hanım bambaşka bir alemdeydi. Düşündüğü, düşünebildiği tek şey ne kadar şanslı bir kadın olduğuydu. Haksız da sayılmazdı. Bu yüzden ana babasına kendisine böyle bir şans verdiği için ne kadar şükretse azdı. Ne yapsa haklarını ödeyemeyeceğini düşünüyordu. Bu noktada Tanrı’ya kesinlikle bir pay çıkarmıyordu. Ayça Hanım’ın mesleği gereği tanık olduğu vakalardan hareketle Tanrı’nın masum ve mazlum kızlarla pek ilgilenmediğini düşünüyordu.
Bu düşüncesinde de öyle böyle değil, epey ısrarcıydı. Hani onun penceresinden bakıldığında haksız da sayılmazdı. Ne vakalara tanık olmuştu bu meslekte, aklına gelince midesi bulanıyor, tüyleri diken diken oluyordu. Genç kızlara, oğlan çocuklarına tecavüzler, işkenceler, eziyetler... Yalnızca bir yargıç olarak tanık olduğu vakalarla tüm dünyayı kıyaslamaya kalktığında küçük dilini yutayazıyordu. Bir insan olarak bu vahşete tahammül edemezken insanlara doğruluk ve adaletten bahseden Tanrı’nın kılını bile kıpırdatmamasını aklı almıyordu bir türlü.
Bu nasıl bir adaletsizlikti? Bu adaletsiz kader senaryosunda hakkında biraz sonra karar vermek zorunda oldukları on dokuz yaşındaki kızın suçu neydi? Böyle tembel ve sosyolojik evrimini tamamlayamamış kişiliksiz bir baba ile kimlik yetmezliği ve kişilik ezikliği arasında insanlıkla ilgisi hiçbir zaman olmamış bir annenin değil de kendisi gibi geniş ufuklu, açık görüşlü, modern ve demokrat bir ana babanın kızı olsaydı, yine sanık sandalyesinde olur muydu? Hiç sanmıyordu. Eğer öyle olsa hiç düşünmeden bir insana hakkı ve haddi olmadan zarar vermiş, hatta zararların en büyüğünü vererek ölümüne sebep olmuş bu kız için yaşı ne olursa olsun idama karar verebilirdi. Hem de hiç düşünmeden kırardı kalemini.
İnsanlar meslekleri ne olursa olsun önce insan, sonra toplumun bir parçası olarak hareket etmeliydi. Yargıçlar, savcılar da öyle. Karar verirken vicdanı sızlatacak, toplumu incitecek ve insan onurunu yerin dibine batıracak sonuçlara ulaşmaktan kaçınmalıydı. Yasa ne derse desin. Sonuçta yasalar her şeyi göremiyordu. Yine yazılı birer kağıt topluluğundan ibaret olan yasa kitapları duygu ve mantıktan yoksundular. Eğer yalnızca yasadan hareket edilecekse, insan olmanın dava sürecinde hiçbir önemi yoksa davaları bilgisayarlar vasıtasıyla da sonuçlandırmak olasıydı. Bir bilgisayar bu mahkemenin sonunda karar verecek olsa Zeynep’e en az yirmi yıl ceza biçerdi.
Yasa, madem üzerine bu kadar geldiler neden yetkililere haber vermedin de çığırından çıkıncaya kadar bekledin diyebilir. Evet şeklen bu da doğru. Zeynep’in güvenlik güçlerine ve savcılığa şikayette bulunması gerekiyordu. Babasının kendisini rızası hilafına istemediği biriyle evlendirmek istediğini, kendisinin yalnızca okumayı düşündüğünü belirterek devletten yardım istemeliydi. Diyelim ki istedi. Daha önce bunun örneklerine defalarca rastlamışlardı… İstese ne değişecekti? Bugüne kadar isteyenlerin arkasında durabilmiş miydi aynı yasa?
Devlet elbette elinden gelen her önlemi alırdı. Ama henüz işlen-memiş, hatta tasarlanmamış yani yasa diliyle kuvveden fiile geçmemiş bir suçu mutlak surette önlemek olası değildi.
Evet çok şanslıydı Ayça. Elbette bunun tersi de olabilirdi. Bilinçsiz ve insanlıktan nasibini almamış bir anne babanın yanında dünyaya gelmiş olabilirdi. Çevresinde belki şimdi de olduğu gibi bedeninden yararlanmak isteyen aç köpekler olabilirdi. Ama o zaman bunlara karşı koyacak maddi ve manevi gücü olmayacaktı. Aynı Zeynep’te olduğu gibi… Şimdi Zeynep için takdir edeceği ceza aslında hiç suçu olmadığı halde ve seçme hakkı verilmeyen bir senaryoyu yaşamak zorunda bırakılan bir genç kıza yani kendisine istemeden düştüğü bir hatadan dolayı verilecekti. Zeynep bunu hak etmiyordu, tıpkı onun yerinde kendisi olsa hak etmeyeceği gibi.
Osman Bey diğerlerine göre daha agresif bir tabiata sahip olması sebebiyle isyanların son perdesini oynuyordu iç dünyasında. Bu öyle bir çıkmazdı ki, bir yargıç olarak vicdanının sesine uyarak masum olduğu yönünde karar aldığı takdirde çevresinde kendini adamdan sanan ne kadar hastalıklı ruh varsa üzerine geleceğini sanıyordu. Hatta biliyordu.
Özellikle basın ve medyanın demokrasi ve insan hakları bahanesiyle geçmişte hukuk adamlarının nasıl üzerine geldiklerini en iyi bilenlerdendi. İnsan mı değillerdi, akli dengeleri mi bozuktu ya da daha fenası mesleki onurlarını mı satmışlardı birkaç kuruşluk dünyalık uğruna anlamak olası değildi. Nasıl oluyorsa basın ve medya birçok olayda ağız birliği etmiş gibi suçlunun, zalimin yanında yer alıyordu.
Bu seferki biraz farklıydı. Suçlu şikayetçi olmuş, mazlum sanık sandalyesinde oturuyordu. Üstelik suçlu büyük bir ekonomik servetin sahibiydi. Her zaman olduğu gibi ne yapıp edip olayın üzerini kendileri lehine kapamanın yolunu bulacaklardı. Bu güne kadar hep böyle olagelmişti. Bu durumda fakir fukaranın gözünde büyüttüğü bir yasa adamı olarak çoğu zaman eli kolu bağlanıyordu. Osman’ı delirten de bundan başka bir şey değildi.
Ne yazık ki sermaye tarih boyunca yönetim erkini ve son yüz yılda da teknolojik gelişmeye paralel olarak ortaya çıkan basın ve medyayı ele geçirmişti. Sonuçta halkı aydınlatmak yalanı arkasına saklanan basın ve medyanın altın yumurtlaması için sermayeye ihtiyaç vardı. Yönetim erkinin de basın ve medya gücüne… Politikacıların da her ikisine… Tam bir Bermuda Şeytan Üçgeni… İnsanın yaratılışı gereği çıkarı için yapamayacağı fırıldaklığın olmadığı gerçeği de hesaba katılınca sadece diğerlerine göre biraz daha bağımsız birer devlet memuru olan yargıç ve savcıların işinin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek kalmıyordu.
Yok olmaz, olamazdı. Böyle bir hataya alet olamazdı. Ne yapıp edip hafifletici nedenlere dayanarak bu kızın mümkünse en az ceza ile kurtulması için elinden geleni esirgemeyecekti. En güzeli hiç ceza almamasıydı. Hatta Osman’a kalsa, alnından bile öperdi. Paranın şımarttığı bir pisliğe gereken dersi verdi diye. Açıkçası Zeynep konusunda içi biraz rahattı. O kadar çok hafifletici neden vardı ki, bu noktada ne kendisi ne de diğer yargıçların zorlanacağını sanmıyordu.
Mahkemedeki iyi hali örneğin... Duruşmaların başından sonuna kadar edep ve nezaketini bozmadan durması yetmez miydi? Tecavüzcüler için işletilen bu bahane pekala Zeynep’in yararına da kullanılabilirdi. İlk defa suç işlemesi, sicilinin süt kadar temiz olması, yaşının çocuk denecek kadar küçük olması ve cinayet gecesinde, değil genç ve deneyimsiz bir kızın değme babayiğidin bile altından kalkamayacağı maddi manevi zulüm ve işkencelere maruz kalması gün gibi ortadaydı. Yetmez miydi? Eğer bütün yargıçlar olaya empatik bakarak vicdani kanılarını da hesaba katarlarsa bu kız çok ceza yemeden kurtulabilirdi. Olan ceza da paraya çevrilebilir, kamu hizmeti olarak uygulanabilir ya da şartlı tahliye ile salıverilebilirdi.
Ama bu karar her durum ve koşulda üç yargıcın ortak kararı olarak çıkmalıydı. Biçimsel olarak elbette öyle çıkıyordu. Karar ne olursa olsun davacı taraf kabul etmeyecek ve temyize taşıyacaktı. Bütün suçlular gibi onlar da hatalarını kabule yanaşmıyorlardı. Davacı ensesi kalın biriydi. Şerrini bilmeyen yoktu memlekette. Onun için kimse tek başına elini taşın altına koymaya yanaşmazdı. Dik yakalı koca cüppeleriyle heybetli görüntülerine bakıp aldanmamalı. Onlar da sonuçta devletin eline bakan insanlardı. Ayrıcalıklı da olsa devlet memuruydular yani…
Bu koşullarda siz olsanız nasıl düşünürdünüz gereğini?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.