- 746 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
İSLÂM DÜŞÜNCESİ
Siyasal, toplumsal, ekonomik anlamda çok ciddi değişimlere şahit olduğumuz 20. Yüzyılda, Müslüman toplumlardaki düşünce adamları karşılaştıkları değişikliklere farklı değerlendirmelerle yaklaşmışlardır. İnsanın tahayyül, tasavvur ve taakkul melekelerinin ait olduğu toplumsal kodlar, tedris etmiş olduğu ilimler, çocukluğundan itibaren yüzleştiği politik, siyasal, toplumsal ve ekonomik anlamda çok ciddi değişimlere şahit olduğumuz ekonomi-politik düzlemden bağımsız değerlendirilemeyeceği dikkate alındığında şunlar söylenebilir:
Ele alınan her bir konu, evrensel bir din olan İslam çatısı altında buluşmakla birlikte farklı toplumsal, siyasal, düşünsel kodlardan beslenmekte dolayısıyla “Çağdaş İslam Düşüncesi” terkibine farklı katkılar sağlamaktadır.
“Çağdaş İslâm Düşüncesinde Aliya Izzetbegoviç” başlıklı makalelerinde Mahmut Hakkı Akın ve Faruk Karaarslan Bosna Hersek eski cumhurbaşkanı aynı zamanda çağdaş İslâm düşüncesine özgün katkılar sunmuş bir düşünür olarak Aliya Izzetbegoviç’i ele almaktadır. Begoviç bu çağda insanca ve Müslümanca yaşamanın imkânı üzerine çalışmalar yapmış ve somut öneriler ve çözümler üretmiştir. Böylece sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın önemli meselelerini fikirlerinin merkezine almaya çalışmıştır.
Ali Şeriati’nin “Siyasal Teorisi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme” başlıklı makalesinde Fatih Duman, düşünceleri İran’da 1979’da gerçekleşen siyasal değişim öncesi dönemde ve sonrasında İslâm dünyasında büyük etki yaratmış olan Ali Şeriati’nin düşünce dünyasını tartışmaya açmaktadır. Şeriati’nin insan, tarih ve topluma ilişkin kavrayışlarıyla yakından bağlantılı olan siyasal teoriye ilişkin argümanlarının teorik düzeyde tartışıldığı çalışmanın odak noktası Şeriati’nin nasıl bir siyasal sisteme çağrıda bulunduğunun ya da argümanlarının sonucu olan muhtemel siyasal çıktıların neler olduğu üzerindedir.
Sever Işık tarafından kaleme alınan “Akideden Devrime, Yenilgiden Zafere: Hasan Hanefi ve Geleneğin Yenilenmesi Projesi” başlıklı çalışma özellikle 1970’li ve 1980’li yıllarda ortaya koyduğu eserleriyle üne kavuşan Hasan Hanefi’nin düşünce dünyasına odaklanıyor. Hasan Hanefi, eleştirel bir yaklaşımla geleneğin içerisinden Arapların bugün ihtiyacı olan şeye, “yenilenmeye/modernliğe” bir “çıkış yolu” inşa etmeye çalışmaktadır. Zira Arap İslâm kimliğinin kimyasını koruyacak ve kitlelerin bilincinde yer edecek bir yenilenme projesi işe gelenekten başlamak zorundadır. Gelenek, krizin en büyün sebebi olmakla beraber çıkış için bir imkân sunma potansiyeline de sahiptir.
Cabiri ile ilgili bir çalışma Meryem Özdemir Kardaş tarafından kaleme alınmıştır. “İslam Düşüncesinde Epistemolojik Temelli Yeniden Yapılanma Muhammed Âbid El-Câbirî Örneği” başlıklı çalışmasında Cabiri’nin düşünce dünyasının temel kavramlarına odaklanmaktadır. Tüm akademik ve ilmî çalışmalarını felsefe sahasında ortaya koyan biri olan Câbirî için, İslâm düşüncesinin ve dünyasının canlanmasının yolu da felsefeden geçer. Problem, ancak felsefi düzlemde ele alınır ve hallolursa mevcut durumda bir değişikliğin ve canlanmanın önü de açılabilir. Bir başka ifadeyle, onun çıkış noktası teoloji, sosyoloji vs. değil felsefedir. O’na göre İslam dünyası için yapılması gereken bilgiye odaklanmak değil, bilgiyi üreten mekanizmaların ne olduğunu tanıyıp belirlemektir. Bu yapıldığında karşımıza bilgiyi/düşünceyi üreten üç temel yapı ortaya çıkmaktadır. Bunlar; beyan, burhan ve irfandır.
Kürşad Atalar tarafından incelenen Seyyid Kutup Çağdaş İslam Düşüncesinin en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Batılı ‘İslâm Uzmanları’ genellikle onu, ‘İslâmi Uyanışın ideologu’ ya da yirminci yüzyılda Müslüman Dünyası’ndaki en ‘etkili’ düşünce adamlarından biri olarak görürken, ‘İslamcı’ düşüncelere sahip Müslüman yazar ve aydınlar için o, saygın bir ‘âlim’ veya ‘mücahit’tir. Atalar çalışmasında Kutub’un düşüncesini beş ana başlık çerçevesinde ele almaktadır. Bunlar, ‘cahiliye’ kavramına getirdiği yeni yorum, Örnek Kur’an Nesli tanımı, ‘metod’ tartışmasındaki ‘İlahi Yöntem’ vurgusu, ‘bilimsel tefsir’e yönelik eleştirisi ve dil tartışmasındaki özgün tutumudur.
Muhammed Abduh akla çok önem vermektedir. O zamanın şartlarına göre aklı vahyin yerine çıkaracak kadar yüceltmektedir. (Muhammed Abduh, Risalettu’l-Tevhit) Felsefe, insanın gerçek yönünden sadece biriyle ilgilenebilir. İslâm dininin kılıç dini olduğunu dünyaya kılıç zoruyla yayıldığını Yahudi ve Hristiyanlar ileri sürmektedirler. Muhammed Abduh, Cihadı savunma olarak görmektedir.
Pakistanlı yazar Muhammed İkbal, İslâm düşüncesinin yeniden doğuşunu Batı metotlarına göre ayarlanmasını ister. Ona göre kelam ilmi; Aristo mantığına dayalı, metafizik olaylarla uğraşan bir ilim dalı ortaya çıkarmışlardır. Buna da kelam ilmi demişlerdir. İslâm Felsefesi efsanelerle dolu, Hıristiyan düşüncesinin ortaya çıkardığı bir felsefedir. İslâm felsefesi gerek Yahudi gerekse Hıristiyan metafiziğine dayalı bir felsefe artığıdır.
Hz Osman’dan sonra, İslâm felsefesinin doğuşuna Kur’an’ı Kerim ayetlerini yanlış anlayıp yorumlayanların da katkısı olmuştur. İslâm düşüncesinin metodu, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almaktır. Kaynağını Kur’an’dan almayan kültür artıklarıyla kesinlikle uğraşmamak gerekir. Tabiî ki bunu, din hususunda toplumun ihtiyaç duyduklarıyla karıştırmamak gerekir. İslâm felsefesini İslâm’la karıştırmamak gerekir.
Asıl mesele benliğin, Kur’an inmeye başladığı devirdeki duygu ve anlayışla yeniden algılanmasıdır. Kur’an’ın anlattıklarını anlamak, onun yalnızca sözlerini ve cümlelerini ezberlemek değildir. Dahası tefsirini okumak da değildir. Peygamber Efendimiz, insanların kalplerine İslâm’ı yerleştirince daima cihad yapmıştır. Mesela Hz. Muhammed, 622’de Medine’ye hicret ettiğinde Müslümanlar, Medine nüfusunun onda ikisini oluşturduğu halde Allah’ın izniyle müşriklerle korkmadan savaşılmıştır. Bu da İslâm’ın güçlenmesini ve yayılmasını kolaylaştırmıştır. Kâfirlerle savaşın amacı; sadece Allah’ın dini dünyaya yayarak, insanları kula kul olmaktan uzaklaştırarak ve insanları Allah’a gerçek bir kul olmasını sağlamaktır. Allah’ın en son elçisi bunu gerçekleştirmek için ömrü boyunca mücadele etmiştir. Hz. Muhammed, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Mekke’nin Fethi, Hayber’in Fethi, Tebük Seferi, Huneyn Gazvesi vb. savaşların bizzat başında bulunarak kâfirlerle savaşmıştır. Yüce Allah Kur’an’ı Kerim’de bunu açıklamıştır. “(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.” (Âl-i İmrân, 13.)
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zalimleri sevmez. Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor. Yoksa Allah, içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz? Gerçek şu ki, ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz; işte şimdi onu apaçık görmektesiniz.” (Âl-i İmrân, 139-143.)
“Allah birçok yerde, bu arada Huneyn Savaşı’nda gerçekten size yardım etmiştir. O gün sayıca çokluğunuza güvenmiştiniz, fakat bunun size hiçbir yararı olmamıştı; o yer, geniş olmasına rağmen size dar gelmiş, nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız. Bunun üzerine Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine kendi katından bir güven duygusu indirdi, bir de göremediğiniz askerler gönderdi ve böylece inkâr edenlerin cezasını verdi. İşte bu, inkârcıların hak ettiği karşılıktır. Artık bunun ardından Allah dilediğinin de tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Tevbe, 25-27.)
İslâm düşüncesi insanların enerjilerinin boşu boşuna harcanmasını engeller. Her yıldızın her gök cismimin bir yörüngesi vardır. Yörüngenin de takip ettiği bir yolu, bir ekseni vardır. Aynen bunun gibi insanoğlunun da değişmez bir ekseni vardır. İnsanoğlu da üzerinde bulunduğu ekseni takip etmelidir. Bu hayvanlar ve diğer bitkiler için de geçerlidir.
Hz. Âdem de bu tarafa düşünürsek, bu insan için çizilen eksenin etrafında döne durmaktadır. “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 9.)
Felsefi düşünceler insan menşeili olup, bu düşünce insanoğlunun varlıklarla ve varlıkların insanlarla ilişkisini açıklamaya çalışmasından doğmuştur. Felsefi düşünce, donuk zihni kalıpların bilgi sınırları içinde donup kalmıştır. İtikadi düşünce ise genel olarak insanoğlunun iç dünyasında doğan duygularla harekete geçen ve hayatın içine giren düşüncedir. İtikadi düşünce, insanla varlıklar arsında ve insanla varlıkları yaratan arasında canlı bir bağdır.
Rabbani özellikler taşıyan İslâm’ın en büyük özelliği insan bünyesinin bütün gereksinimlerine cevap vermesidir. “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.” (Rahmân, 33.)
“Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak eder. O, en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır.” (En’âm, 103.)
“Zekeriyyâ ise şöyle dedi: ‘Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çattığı, üstelik karım da kısır olduğu halde benim nasıl oğlum olabilir?’ Buyurdu ki: ‘İşte böyle; Allah dilediğini yapar.’ ‘Rabbim, dedi, bana bir alâmet göster.’ Şöyle buyurdu: ‘Senin için alâmet insanlara üç gün ancak işaretle konuşmandır. Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.’ Melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi. Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil.’ Bunlar sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kura çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar tartışırken de sen yanlarında değildin. Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ Mesîh’tir, dünyada da âhirette de itibarlı ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır. O hem beşikte iken hem de yetişkin halinde insanlarla konuşacak ve sâlih kişilerden olacak.’ Dedi ki: ‘Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?’ Allah buyurdu: ‘İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir işin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir.’” (Âl-i İmrân, 40-47.)
Bugünün medeniyetinde kişilerin dejenere olması nasıl engellenebilir? İnsan aklının oluşumunu sağlayan çevresi ve doğadır. İnsanların ilk dönemlerinde tarımla uğraşmaları gerekse teknikle uğraşmaları, aralarındaki bu derce ayrılığa ve uzaklığa rağmen, her ikisi de yeryüzündeki hilafet görevinin yerine getirilmesinin değişik şekilleridir. Darvin’in sunduğu tekâmül kavramı tesadüfi olma ihtimali olmayan bir proje olup çerçevesinde insanlara sunulmak için meydana getiriliyordu.
Fertlerin devlete karşı gelmesini körükleyen sabit bir değer ölçüsü ve değişmez bir prensibin kalmamasını sağlamaktır. Marksist devlette, toplumun başvuracağı değişmez bir hakkın ve herkesin düşüncesini benimseyeceği sabit bir kanunun kalmamasını sağlamaktır. İslâm toplumunda yaşayan Müslümana kendisiyle birlikte kendisini idare edenlerin de başvuracağı, muhakeme edileceği sabit ölçüler bulunduğunu bir teminat ölçüsü olarak hissettirir. Marksist devlette şehvetin hayvanlaştırıldığı hiçbir sınır tanımaksızın karşılığında devletin hâkimiyeti ve baskısı vardır.
Batı sistemin temelinde yatan derin ve gizli bir din düşmanlığı vardır. Bizim yapmakla yükümlü olduğumuz şey, eksik görüşümüze gaflet ve tembelliğimize bir çare bularak din karşısındaki tutumumuzu yeniden düzeltmektir.
Bizdeki ruhi yenilginin veya ümitsizliğin bir başka ismi olan bahane bulma fikrini terk etmek gerekir. Tam bir gayret ve şuurla Resûlüllah (sav)’ın sünneti ile amel etmek gerekir.
“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar.” (Tûr, 35-36.)
“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, insanlar ölüp yok olduktan sonra onları aynı şekilde yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter! Çünkü O, her şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yaratan, her şeyi hakkiyle bilendir. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “Ol!” der; o da hemen oluverir. Her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır. O Allah ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz! (Yâsin, 81-83.)
“Peki, gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren kim? Biz o suyla, sizin bir tek ağacını bile bitiremeyeceğiniz güzel güzel bahçeler, bağlar yetiştirmekteyiz. Allah’tan başka tanrı mı? Doğrusu onlar yoldan sapmış kimselerdir. Peki, yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan, vadilerinden nehirler akıtan, yerde sarsılmaz dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan kim? Allah’tan başka bir tanrı mı? Doğrusu onların çoğu gerçeği bilmiyorlar. Peki, darda kalan kendisine yalvardığı zaman imdadına yetişen, sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün yöneticileri yapan kim? Allah’tan başka bir tanrı mı? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz! Peki, karaların ve denizlerin karanlıkları içinde yol bulmanızı sağlayan kim? Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen kim? Allah’tan başka bir tanrı mı? Allah, onların ortak koştuklarından çok yücedir, münezzehtir. Peki, ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı (durmaksızın) tekrar eden kim? Size hem gökten hem yerden rızık veren kim? Allah’tan başka bir tanrı mı? De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız kesin delilinizi getirin bakalım!” (Neml, 60-64.)
“Onların, Allah’ın dışında taptıkları varlıklar hiçbir şey yaratamazlar, onların kendileri yaratılmıştır. Onlar canlı değil ölüdürler; insanların ne zaman diriltileceklerini bilmezler. Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu. Demek ki arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiyâ, 20-24.)
“Zekeriyyâ ise şöyle dedi: ‘Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çattığı, üstelik karım da kısır olduğu halde benim nasıl oğlum olabilir?’ Buyurdu ki: "İşte böyle; Allah dilediğini yapar." (Âl-i İmrân, 40.)
“Onu İsrâiloğulları’na elçi kılacak ve o şöyle diyecek: “Kuşkuya yer yok, işte size Rabbinizden bir mûcize ile geldim; size çamurdan kuş biçiminde bir şey yapar ona üflerim, Allah’ın izni ile derhal kuş oluverir; yine Allah’ın izniyle körü ve cüzzamlıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim; ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır.” (Âl-i İmrân, 49.)
Evrensel bir düşünme sistemi; “Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip, izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O çok yücedir, engin hikmet sahibidir.” (Şûrâ, 51.)
Külli iradenin çerçevesinde hareket eden insan, iradesinin bu külli irade ile olan ilgisini kendi düşünce kalıplarına göre değerlendirdiği sürece doğru bir düşünce yolu takip etmeyecektir. İnsan gerçek yapısını fıtri yeteneklerini hâki faaliyetlerini gören ve bilen engin ilahi iradenin sınırları içinde insanoğluna verilmiş olan özgürlüğün miktarını bilen Allah’ın ilmine bırakmıştır. İslâm’a göre bu dünya gerçekte imtihan ve çalışma dünyasıdır. Hesap ve mükâfat diyarı ise ahirettir.
Allah’ın düzenini kendi hayatına uygulayan ve insanlara uygulatmak için çalışan bir mümin karşı karşıya kaldığı kötülüklere ve elemlere karşı direnirken vicdanının derinliklerini huzur ve güven duygusu kaplar. Mümin ahirette ebedi karşılaşacağı ödülleri elde etmeden önce be elem ve ıstırapların karşısında içini bir huzur duygusu kaplar. Bu duygu, Allah’ın yaptığı eylemlerinden razı olacağı duygusundan doğar. Hiç kimse evrenin külli düzenini algılayacak bilgi potansiyeline sahip değildir.
Müslümanın izleyeceği yol, Allah’ın emrettiği ve yasakladığı konuları öğrenmeye çalışmaktır. Müslüman bu dünyaya imtihan edilmek için gönderilmiştir. “Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu. Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi. "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler. “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu. (Bakara, 30-33.)
Batılın gerek arkasında, gerek önünde asla buluşulamayacağı, arzu ve heveslerin mahkûmu olmayacağı ve etkisine kapılmayacağı tek kaynak vahiydir. İslâm, vahyi tek kaynak kabul ederken, aklı vahyin anlaşılmasında kullanmıştır.
“Yerde yürüyen hayvanlar kanatlarıyla uçan kuşlarda sizin gibi ümmettir. İnsan yediğine bir bakıp düşünsün! Biz bolca su indirdik. Sonra toprağı uygun şekilde yardık. Oradan ekinler bitirdik. Üzüm bağları, sebzeler; Zeytin ve hurma ağaçları; Gür ağaçlı bahçeler; Meyveler ve çayırlar; Sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için.” (Abese, 24-32.)
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız? Kavminden ileri gelen kâfirler, "Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz" dediler. "Ey kavmim!" dedi, "Ben akılsız değilim, ama âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben size iyi niyetle öğüt veren güvenilir biriyim." "Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.” (A’râf, 65-69.)
“Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar vardır. Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 20-21.)
Agusta Comte ve Fiche gibi pozitivist ekollerin liderleri doğayı ilahlaştırmışlardır. İnsan ileri geri adım atamayan otomat bir varlık haline getirilmektedir. Sadece kendine verilen emirleri alıp uygulayan bir makine durumuna düşürülmektedir. İslâm’ın dışındaki düşünce sistemleri tarzlarında ve hareketlerinde. Aristo ya göre ilah ezeli ve ebedidir. Mutlak kemal sıfatına sahiptir. Başı ve sonu yoktur. Hiçbir hareketi ve iradesi mevcut değildir. Hareket eylemi bir şeyi arzulamaktan doğduğuna göre onun hareket ve arzusu yoktur. Eflatun’un ilahı aklı yaratmaya kadirdir. Allah’ın iradesi ilmi ve takdiri olmadan hiçbir şey var olamaz. O iradesinde mutlak özgür ve bağımsızdır.
Bir millet kendini bozmadıkça Allah onarlın durumlarını değiştirmez. Onlar için Allahtan başak hami de bulunmaz. “İnkâr edenlere gelince onların sonu felâkettir, amellerini de Allah boşa çıkarmıştır. Bu onların, Allah’ın indirdiğinden nefret etmeleri sebebiyledir. Allah da onların yaptıklarını sonuçsuz kılmıştır. Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmediler mi? Allah onların köklerini kazıdı, bu kâfirleri de benzer sonuçlar beklemektedir. Bu, iman edenlerin yar ve yardımcılarının Allah olmasının, kâfirlerin ise böyle bir yardımcılarının bulunmamasının sonucudur. Şüphe yok ki Allah, iman edip din ve dünyaya yararlı işler yapanları, altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. İnkâr edenlere gelince onlar da nimetlerden yararlanır, tıpkı hayvanlar gibi yiyip içerler; ebedî kalacakları yer ise cehennemdir.” (Muhammed, 8-12)
“Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah müminlere karşı lütufkârdır.” O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz; peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sonra o kederin ardından Allah size bir güven, bir grubunuzu kendinden geçiren uyuklama hali verdi; bir grup da kendi canlarının derdine düşmüşler, Allah hakkında haksız yere Câhiliye düşüncelerine kapılarak, “Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki: "İşin tamamı Allah’a aittir." Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar: "Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i İmrân, 152-154.)
Müslüman, ilim anlayışının kendisine verdiği düşünce sayesinde bu dine şahitlik etme görevini yerine getirmekle yükümlü olduğunu bilir. İşte Müslüman bunu yapmadığı sürece vicdanı huzura kavuşamaz. İnsan ya doğrudan doğruya veya bütünüyle şehadet görevini yerine getirecek canıyla, başıyla; mal ve mülküyle bu yoldaki yükümlülüklere katlanacak ya da katlanılması mümkün olmayan azapla cezalandırılacaktır. “Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kub ve torunların Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine verilmiş bir kanıtı saklayandan daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 140.)
İmanı tasdik eden, apaçık somut bir halde görünen ve pratik hayatta verileri gözlenen göze ilişen pratik bir şehadettir. Başkalarını bu düzene davet ederken ve bu düzeni açıklarken, Müslüman şehadet görevini yerine getirir. Müslümanı bu davete ve açıklamaya yönelten pek çok neden vardır. Allah’ın huzurunda kurtuluşa ermek ve İslâm nimetinden dolayı şükrünü yerine getirmek için yapılması gereken şehadet görevidir. İnsanların hayrını arzulayıp başkalarının da hidayete ermesini istemek gerekir. Sapıklığa düşen insanların yanılgılarından doğan yükümlülüğün Müslümanın omzuna yüklenmiş olması duygusudur. Müslüman, şehadet görevini Allah’ın düzenini insanların hayatında gerçekleştirmek İslâm düşüncesinden doğan İslâm düzenini insanların hayatına uygulamak ve insan topluluğunun hayatını bu temel düzene göre ayarlamak için yerine getirir şehadeti.
Her şeyden önce insan, yeryüzünde halife seçilmek için yaratılmıştır. “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakdan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır. Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter. Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” (Hac, 5-7.)
“Eğer insanlar iyi olanı çarçabuk istedikleri gibi kötü olanı da Allah onlar için hemen gerçekleştirseydi derhal sonları gelirdi. Bize kavuşacaklarına inanmayanları, azgınlıkları içinde bocalayıp durmak üzere kendi hallerine bırakırız. İnsanın başına zararlı bir şey geldiğinde yan üstü yatarken veya otururken ya da ayakta iken hemen bize dua etmeye koyulur; onu zararlı durumundan kurtardığımızda ise -sanki başına gelen zararı gidermeye bizi çağırıp yalvarmamış gibi- inkârcılığa dönüp yoluna devam eder; haddi aşanlara işte bu şekilde yaptıkları güzel görünmektedir.” (Yûnus, 11-12.)
“Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka hüsrana uğramışlardır. Her birinize ölüm gelip, “Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam!” diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın. Allah, eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.” (Münâfikûn, 9-11.)
İslâm düşüncesinde Allah, insanın da doğanın da yaratıcısıdır. İnsan doğa kanunlarını algılar, prensiplerini araştırır, doğal kaynaklarını enerji stoklarını keşfeder. İslâm düşüncesinin insanın hiçbir isteğini baskı altında tutmadığını, ezmediğini eylemlerine engel olabilecek kapalı hiçbir nokta bırakmadığını, gücünün üzerinde zorluklara koşturmadığını, fıtratında ve yapısında yer etmemiş hiçbir konuda yormadığını görebiliriz.
İslâm düşüncesi; Allah, İslâm, evren ve hayat üzerindeki düşünceden doğar. İslâm düşüncesinde İnsan, bütün enerjisini yeryüzünün düzeni geliştirilmesi, tekâmül ettirilmesi için kullanır. İslâm düşüncesi, tevhit inancıyla yeryüzünde geçerli olan diğer itikadı ve felsefi düşünce sistemlerinden ayrılır.
İslâm; Allah’ın dinine teslim olmak, hayat hadiselerinde yalnız Allah’ın düzenine uymak ve her türlü işte Allah’ın emirlerini benimseyerek onun düzenine uymak, onun dinine tabi olmak, Allah’a kulluk etmek, gerek pratik hayat hadiselerinde gerekse ibadet duygularında yalnız Allah kulluk etmek demektir. Ulûhiyetin özellikleri de yalnız Allah’a övgüdür. Her kul bu özellikleri yalnız Allah’a özgü olduğunu kabul eder. “Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın! Allah onların halen bulunduğu yeri de emanet olarak konulacağı yeri de bilir; hepsi apaçık kitapta vardır. (Hûd, 6.)
“Göklerdekiler, yerdeki canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler. Onlar, yüceler yücesi bildikleri Rablerinden korkar, kendilerine buyurulanı yerine getirirler. (Nahl, 49-50.)
“Tanrınız bir tek Tanrı’dır; O’ndan başka tanrı yoktur; O rahmândır, rahîmdir. Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını işleten bir topluluk için elbette nice deliller vardır. İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka bazı varlıkları Allah’a denk tanrılar sayar da bunları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler. Keşke zalimler -azapla yüz yüze geldiklerinde anlayacakları gibi- şimdi de bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu anlasalardı! İşte o zaman, izlenenler, kendilerini izleyenlerden hızla uzaklaşmışlardır; artık azabı görmüşler, aralarındaki bağlar kopmuştur. İzleyenler şöyle derler: "Ne olurdu, bize ikinci bir fırsat verilseydi de, şimdi onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" Böylece Allah onlara yapıp ettiklerini kendileri için pişmanlık sebepleri olarak gösterir. Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir. Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan maddelerin helâl ve temiz olanlarından yiyin; şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o apaçık düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkinliği, Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi buyurur. Onlara, "Allah’ın indirdiğine uyun" denildiğinde, "Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız" dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa! İnkârcılara seslenenin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana haykıran çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer kendisine kulluk ediyorsanız. Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. Bakara, 163-173.)
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (Tevbe, 31.)
Hıristiyan olan adı boynunda bir haçla peygamberimizin yanına geldi bu ayeti Resûlüllah okuyunca, adam: “Ey Allah’ın Resûlü, onlar sahiplerine ve hahamlarına tapınmıyorlar ki” deyince Resûlüllah şöyle buyurdu: “Evet, onlar tapınmıyorlar ancak rahipleri hahamları kendilerine Allah’ın kendilerine haram kıldığı şeyleri helal, helal kıldığı şeyleri de haram diye sundular. Onlar da bunlar uydular. İşte onların tapınmaları da bu şekilde olur.
“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65.)
Bir kimse, hayatının herhangi bir meselesinde Allah’ın kanununu hakem tayin etmeyi reddederse Allah’ın ulûhiyetini reddediyor demektir.
“Murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanarak öldürülmüş hayvanlarla -henüz canı çıkmadan yetişip kestiklerinizin dışında- yırtıcıların yediği hayvanlar, dikili taşlar önünde (sunaklarda) boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla paylaşmanız size haram kılındı. Çünkü bunlar doğru yoldan sapmaktır. Bugün, kâfirler dininiz hakkında ümitlerini yitirmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim. Kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günah sınırına varmaksızın yiyebilir. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Mâide, 3.)
“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” (Zuhruf, 84.)
İkinci hayat tarzı ise Allah’ın ulûhiyetinin rububiyetini ve hâkimiyetinin reddedildiği hayat tarzıdır. “Arzularını tanrı yerine koyan, Allah’ın -bilgisine rağmen (sapmayı tercih ettiği için)- kendini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi bir tasavvur et! Allah’tan sonra onu kim yola getirecek? Düşünmüyor musunuz?” (Câsiye, 23.)
İslâm, ulûhiyet, rububiyet ve hâkimiyetin sadece Allaha mahsus olduğu hayat tarzıdır. Böylece Allah’tan başka ilah olmadığını şehadet edilmiş olunur. Salt bilgi için bilgi, İslâmi bir metot değildir. İslâm’da bilgi, hareket ve aksiyon içindir. İlim amel içindir, inanç da hayat içindir.
Çeşitli alanlarda İslâmi araştırmaların önemi yoktur. Kütüphanelerin dini kitaplarla dolmasının beyinlerin bu kitaplarla doldurulmasının bir önemi yoktur. Bu asla İslâm değildir. Dini ilim hayatta uygulanan toplumda tatbik edilen, gerçek dünyada yaşanılan bir sistem olarak ortaya çıkan ilimdir. İslâm bu ilmin kaynağıdır. İslâm’ın tanıdığı ve Allah’ın beğendiği başka İslâm şekli yoktur. “Kârûn, Firavun ve Hâmân’ın âkıbeti de aynı oldu. Gerçekte Mûsâ onlara açık seçik deliller getirmişti; ama onlar yeryüzünde ululuk tasladılar. Oysa kaçıp kurtulmaya güçleri de yoktu. Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı.” (Ankebût Suresi, 39-40.)
İslâm ile cahiliye bir arada olmaz. İkisinin de yolu farklıdır. Bunların yolları, birbirine zıddıdır. Bunların ikisi ateşle baruta benzer. Yani İslâm’ın yanında cahiliye asla yaşayamaz. Çünkü ateşin yanında nasıl benzin duramıyorsa, İslâm’la cahiliyenin durumu da aynıdır. Pek farkı olmasa gerek. Evet, ateşle benzin gibi bir arada asla olamaz. Yolun herhangi bir noktasında cahiliye ile bir arya gelmenin ve düşünmenin manası başlangıçta cahiliyenin varlığını kabul etmek demektir. Hâlbuki o insanın ulûhiyet özelliklerini ifade ettiği batıl bir düşünceden kaynaklanmaktadır.
Bir Müslüman peygamberimizi örnek almak zorundadır. Peygamber Efendimiz, Mekkeli müşriklerle bir antlaşma yapmıştır. Bu antlaşma Hudeybiye antlaşmasıdır. Ama o İslâm’da hiçbir taviz vermeksizin o antlaşmayı yapmıştır. Nitekim Medineli Yahudi ve Medineli müşriklerde Medine’yi beraber düşmana karşı koruma konusunda anlaşmışlardır. Müslümanları tek Allah’a yönelten tek bir çatı altında yani kalimei Tevhid altında toplamak için mücadele etmek şarttır. İslâm’dan taviz vermemek şartıyla antlaşma yapılabilir. Müslümanları kula kulluktan kurtarıp bir olan Allah’a yönetmek için tebliğ yapmak şattır. “Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerin ve -Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için-Rablerine teslim olmuş zâhidlerin, bilginlerin, Yahudiler arasında kendisiyle hükmettikleri, içinde hidayet ve aydınlık bulunan Tevrat’ı elbette biz indirdik. Hepsi onun (hak olduğunun) şahitleri idi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun da âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide, 44.)
Olmayan bir şey icat edilemez. Her şey Allah’ın takdiriyle idare edilmektedir. İnsanların çağlara göre ihtiyaçlarını gideriyor anlamına gelmektedir. Yoksa olmayan bir takım bilgiler çıkardı denemez. Bir bilim adamı ileri sürdüğü fikirleri yarattı denemez. Çünkü onun yaptığı araştırmada var olan bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Önemli olan başlangıçta var olan o varlığı ortaya çıkaranın kim olduğudur. Mesela bir bitki konusunda araştırma yapan bilim adamı o bitkiyle ilgili gözlemleri o bitkide var olduğu için söylemiştir. Yoksa o bitkiyle ilgili hiç bir şey yaratıp ortaya koymamıştır. İnsanlar var olan bir şey konusunda insanlara bir sunuş yapmaktadırlar. Bu diğer bilim dalları için de böyledir. Ayni icat edilen bombalar, füzeler, robotlar ve diğer makinalı elektronik gereçler ve araçlar için de aynı şey geçerlidir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve Peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir. (Nisâ, 59.)
“Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, Sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır! Bu lütuf Allah’tandır; bilen olarak Allah yeter.” (Nisâ, 69-70.)
“Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır (Âl-i İmrân, 85.)
“Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerin ve -Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için- Rablerine teslim olmuş zâhidlerin, bilginlerin Yahudiler arasında kendisiyle hükmettikleri, içinde hidayet ve aydınlık bulunan Tevrat’ı elbette biz indirdik. Hepsi onun (hak olduğunun) şahitleri idi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun da âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide, 44.)
Eğer hayatları Allah’ın dışında birinin yaptığı bir program üzer gidiyorsa o da Allah’tan başkasının dini üzerindedir. Burada istek meselesi çok önemlidir. Eğer Allah’ın kanunu istemiyorsa o zaman diğeri yani Allah’tan başkasının dinindedir. “Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah’ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar? Nihaî hükümle ilgili söz (hesabın âhirete bırakılması) olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Ama o zalimler için can yakıcı bir azap var!” (Şûrâ, 21.) “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 33.)
Dünya hayatıyla gayb yani insanın doğmadan önce ve ölümünden sonraki hayatı asla birebirinden ayrılmaz. Evet, şu gündüz ve gece de birebirinden ayrılmaz bütündür. Dünya ahrette birebirinden ayrılmaz bir bütündür.
Hz Ali; “Din, akıl ile olsaydı mestlerin altını mesh etmek üstünü mesh etmekten daha üstün olurdu. “ “Gerecekten biz her şeyi bir kadere göre yaratmışızdır.” (Kamer, 4.)
“De ki: "Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin." "Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Ve dilediğine sayısız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân, 26-27.)
Bütün insanların yaşantısı bir kâinatın bir düzen içinde olması gibidir. İnsanların hayatlarındaki yaptıkları fiiliyatlar Allah’ın kanunları önünde bir feza âlemi gibi yüzüp gitmektedir. Herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir.
İnsan, Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarıyla birlikte yaşamakla emrolunmuştur. “Elif-lâm-mîm-râ. İşte kitabın âyetleri. Rabbinden sana indirilen, gerçeğin ta kendisidir; fakat insanların çoğu inanmaz. Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; âyetleri de açıklıyor ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız. Yeryüzünü enine boyuna uzatan, onda sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren, orada meyvelerin her birinden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O bürüyüp örtüyor. Düşünen insanlar için şüphesiz bütün bunlarda ibretler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu parçalar, üzüm bağları, ekinler; sürgünlük-çatallı ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır; hepsi bir tek su ile sulanır. Böyle iken üründe bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan insanlar için ibretler vardır. Eğer şaşacağın bir şey varsa o da onların, "Biz toprak olduğumuz zaman gerçekten yeniden mi yaratılacakmışız?" demeleridir. Onlar, Rablerini inkâr edenlerdir; onlar boyunlarında demir halkalar bulunanlardır; onlar cehennemliklerdir; orada ebedî kalacaklardır! Senden, iyilik yerine bir an önce kötülüğün gelmesini istiyorlar. Oysa onlardan önce nice benzerleri gelip geçmiştir. Şüphesiz Rabbin insanları zulümlerine rağmen bağışlayandır. Şüphesiz Rabbinin azabı da çok çetindir. İnkârcılar, "Ona Rabbinden bir mûcize indirilse ya!" diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın; her topluluğun da bir kılavuzu vardır. Allah her dişinin karnında neyi taşıdığını, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını bilir. O’nun katında her şey bir ölçüye bağlıdır. O, görüneni de görünmeyeni de bilir; O, büyüktür, yücedir. Sizden, sözü gizleyenle onu açıkça söyleyen, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen O’na göre eşittir. Kişinin önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu kayıt ve koruma altına alan takipçiler vardır. Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah herhangi bir toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onların Allah’tan başka yardımcıları da bulunmaz. Size korku ve ümit duyguları içinde şimşeği gösteren ve yağmur dolu bulutları meydana getiren o’dur. Gök gürültüsü Allah’ı överek tenzih eder; O’nun korkusundan dolayı melekler de buna katılır. Onlar, Allah hakkında tartışıp dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O’nun azabı pek şiddetlidir. Dua edilmeye lâyık olan O’dur. O’nun dışında el açıp dua ettikleri şeyler, onların hiçbir isteğini karşılayamazlar. Onlar ancak, ağzına gelsin diye iki avucunu suya doğru açıp yalvaran kimse gibidir. Hâlbuki bu yoldan su asla onun ağzına gelecek değildir. Kâfirlerin duası hep boşa gider. Göklerde ve yerde bulunan her şey ve bunların gölgeleri sabah akşam, isteseler de istemeseler de Allah’a secde ederler. "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" diye sor. "Allah’tır" diye de cevap verir; sonra de ki: "Öyle ise O’nu bırakıp da kendilerine bile fayda sağlayacak veya zararı savacak güce sahip olmayan koruyucu putlar mı edindiniz?", "Hiç körle gören bir olur mu yahut karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" diye de sor. "Yoksa Allah’ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu iki yaratma arasındaki benzerlikten dolayı mı şaşırdılar?" De ki: "Her şeyi yaratan Allah’tır. O birdir, karşı konulamaz güce sahiptir." (Ra’d, 1-16.)
“Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” (Sebe, 23.)
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik, bunu asla yapmayız. Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde olanlar hep O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet etme hususunda ne büyüklenirler ne de yorulurlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tenzih ederler. Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım tanrılar edindiler de ölüleri bunlar mı diriltecek? Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu. Demek ki arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir. Yoksa O’ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: “Haydi delilinizi getirin! İşte benimle beraber olanların söylediği, işte benden öncekilerin söylediği!" Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bunun için de inatla yüz çevirirler. Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, "Benden başka ilâh yoktur, şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım. Böyle iken (bazıları) “Rahmân evlât edindi" dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. Bilâkis o evlât dedikleri lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. O’nun sözünün önüne geçmezler, sadece O’nun emriyle hareket ederler. Allah onların önlerindekini de arkalarındakini de (bildiklerini de bilmediklerini de) bilir. Onlar Allah’ın razı olduklarından başkasına şefaat edemezler ve Allah korkusundan titrerler! Onlardan biri, “Tanrı O değil, benim!” diyecek olsa (ki demez), biz onu da cehennemle cezalandırırız. Zalimleri böyle cezalandırırız. İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? Yeryüzüne onları sarsmasın diye sağlam dağlar yerleştirdik; kolayca yollarını bulabilsinler diye orada vadiler, yollar açtık. Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün işaretlerine sırt çevirmektedirler. O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. Enbiyâ, 16-33.)
“Yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattık oraya sağlam dağlar yerleştirdik orada her şeyi bir ölçü içinde bitirdik.”(Hac, 19)ayet) “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.” (Hicr, 39-40.)
“Andolsun biz gökte yıldız kümeleri oluşturduk ve seyredenler için ona güzel bir görünüm verdik. (Hicr, 16.)
“Orada hiçbir yorgunlukla karşılaşmayacaklar. Oradan çıkarılmaları da söz konusu olmayacaktır.” (Hicr, 48.)
Allah (cc), bütün peygamberlerle tevhit inancını göndermiştir. Bu peygamberlerin vefatlarından sonra insanların aralarına cahiliye adetleri tekrar girmiştir. Bunun yanında bir takım maddeleri kendilerine ilah ediniyorlardı. Edindikleri bu ilahların kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırdıklarını zannediyorlardı. Bu durum bir başka peygamber gönderilinceye kadar devam ediyordu.
Müslümanların, Kur’an’ın metoduyla kendilerine yol çizerek bunu hayatlarına tatbik etmesi kaçınılmazdır. Ancak Kur’an’ın hükümleriyle irtibat halinde olması gerekir.
İslâmi düşünce üzerine bina edilen hakikatleri açıklama hususunda Kur’an’ın hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. Eksiksiz derecede bu açıklamayı yapacak derecede yeterlidir.
“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”(Araf, 19.)
“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler. (Araf, 34.)
“Doğrusu sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! (Araf, 10.)
“Ey Âdemoğulları! İçinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelir de (onları dinleyerek) kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Âyetlerimizi asılsız sayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Araf, 35-36.)
“Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, Rahmâna birer kul olarak gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit etmiştir. Bunların hepsi de kıyamet gününde Allah’ın huzuruna tek başına gelecektir. (Meryem, 93-95.)
Nuh (as) Allah’ı birlemenin kendisiyle evladı arsında tek bağ olduğunu bu bağ koptuğunda evladının aileden sayılmayacağını öğrendi. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de “inanlar kardeştir” burulmaktadır. Hz Nuh’un oğlu iman etmediği ve tevhidi kabul etmediği için aileden bir cüz sayılmamaktadır.
Allah’u Teâlâ her gönderdiği peygamberle dünya ile ahiret hayatını karşılaştırarak daima ahretin azabı hakkında insanları uyarmıştır. Yani korkutmuştur. Bunun yanında Salih amel isleyenlerin de en güzel nimetlerle mükâfatlandıracağını müjdelemiştir.
“Dediler ki: “Ey Nûh! Bizimle tartıştın ve tartışmayı uzattın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı getir.” Nuh dedi ki o azabı dilerse size ancak Allah getirir. Siz Allah’ı aciz bırakmazsınız.” (Hud, 32-33) sonra Nuh tufanı oluyor, Allah’ın azabı Allah’ın peygamberi ve onun öğütleriyle alay edenlerin üzerine şiddetlice gelmiştir.
“Gerçek şu ki biz Nûh’u kavmine elçi olarak gönderdik; şöyle dedi: "Allah’tan başkasına tapmayın!" diye size gönderilmiş açık bir uyarıcıyım. Doğrusu ben, başınıza gelecek can yakıcı bir günün azabından korkuyorum" dedi. Kavminin ileri gelen inkârcıları, "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü ayak takımımızdan başkasının uyduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de kabul etmiyoruz, bilâkis sizin yalancı olduğunuz kanaatini taşıyoruz" dediler. Nûh şöyle dedi: "Ey kavmim! Bir de şöyle düşünün: Ya benim, Rabbimden gelmiş açık bir delilim varsa ve O kendi katından bana rahmet vermiş de siz bunu anlamamışsanız! Siz, rahmeti istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayabilir miyiz? Ey kavmim! Buna karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ecrim sadece Allah’a aittir. (Siz istiyorsunuz diye) ben iman edenleri kovacak değilim; onlar (imanları sayesinde) Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi bilgisizliğe gömülmüş bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Onları kovarsam, beni Allah’a karşı kim koruyabilir? Düşünmüyor musunuz? Size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem, melek olduğumu da söylemiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara şeyler vermeyecektir’ diyemem. Onların içlerinde olan şeyi Allah daha iyi bilir. Bunları yaparsam gerçekten zalimlerden olurum!" Dediler ki: "Ey Nûh! Gerçekten bizimle tartıştın ve bize karşı çok mücadele ettin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı başımıza getir!" Nûh dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Siz (O’nu) âciz bırakamazsınız. Eğer Allah sizi azgınlığınızın içinde bırakmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz Yoksa "Bunu o kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam sorumluluğu bana aittir. Fakat benim sizin işlediğiniz günahtan sorumluluğum yoktur." Nûh’a vahyolundu ki: "Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başkası artık inanmayacak. Sakın onların yaptıklarına üzülme! Bizim gözetimimiz altında ve öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap, haktan sapanlar için bana başvuruda bulunma! Onlar boğulacaklar!" Nûh gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Bizimle alay ediyorsanız edin bakalım! Ama bilin ki sizin alay ettiğiniz gibi (günü gelecek) biz de sizinle öyle alay edeceğiz! Rezil edecek bir cezaya kimin çarptırılacağını, sürekli azabın kimin başına geleceğini yakında göreceksiniz!" Nihayet emrimiz geldi ve sular coşup yükseldi. Nûh’a dedik ki: "Her türden (hayvan) birer çift ile -daha önce haklarında hüküm verilmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye bindir!" Zaten onunla birlikte pek azı iman etmişti. Nûh, "Haydi gemiye binin! Yüzerken de dururken de Allah’ın adını anın. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir" dedi. Derken gemi onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürmeye başladı. Nûh, uzak duran oğluna, "Haydi yavrum gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerle beraber olma!" diye seslendi. Oğlu, "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" diye cevap verdi. Nûh dedi ki: "Bugün Allah’ın hükmünden ancak O’nun esirgedikleri kurtulacaktır" derken aralarına dalga giriverdi, böylece o da boğulanlardan oldu. (Sonra) "Ey toprak suyunu yut! Ey gök sen de tut! " denildi. Su çekildi; hüküm yerini buldu; gemi Cûdî’nin üzerine oturdu; "Zalimlerin topunun canı cehenneme!" denildi. Nûh Rabbine şöyle seslendi: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen hâkimlerin en âdilisin" dedi. Allah buyurdu ki: "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi olmayan bir iştir. Sakın hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum."Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben, senden hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyi istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, kaybedenlerden olurum!" Denildi ki: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan gruplar üzerine bizden selâm ve bereketlerle gemiden in! İleride, bir süre faydalandıracağımız, sonra tarafımızdan can yakıcı bir azapla cezalandırılacak topluluklar da olacaktır.” (Hud, 25-48.)
Hud Aleyhisselam da tevhit inancını yerleştirmek için gelmiştir. Ad kavminin kıssası bunu apaçık göstermektedir. “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur; siz sadece uydurmaktasınız. Ey kavmim! Bunun karşılığında ben sizden bir ücret istemiyorum; benim hizmetimin karşılığı ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin ki üzerinize bolca yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah’tan yüz çevirmeyin!” Dediler ki: “Ey Hûd! Bize açık bir mûcize getirmedin; biz senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz; biz sana iman edecek de değiliz. ‘Tanrılarımızdan biri senin aklını almış!’ demekten başka söyleyeceğimiz söz yok!” Hûd dedi ki: "Ben Allah’ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuklarınızdan uzağım. Haydi, hepiniz bana tuzak kurun, bana aman vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü her canlının kontrolü O’nun elindedir. Şüphesiz Rabbimin yolu dosdoğru yoldur. Eğer sırt çevirirseniz bilin ki size ulaştırmakla görevli olduğum şeyi size bildirdim. Rabbim yerinize başka bir kavmi getirebilir. Siz O’na hiçbir engel çıkaramazsınız. Şüphesiz Rabbim her şeyi gözetendir." Emrimiz gelince, Hûd’u ve onunla beraber iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık, böylece onları ağır bir azaptan da kurtardık. İşte Âd! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler; O’nun peygamberlerine âsi oldular ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lânete uğradılar. Evet, Âd rabbini inkâr etti. Hûd’un kavmi Âd’ın canı cehenneme!” (Hud, 50-60.)
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hale getirme görevi verdi. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, duâları kabul eder." Dediler ki: "Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde kendisine ümit bağlanan biriydin. Şimdi babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi engellemeye mi kalkışıyorsun? Doğrusu bizi davet ettiğin konuda ciddi bir şüphe içindeyiz." Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! Bir de şöyle düşünün: Ya ben Rabbimden verilmiş apaçık bir delile dayanıyorsam ve O bana kendinden bir lütufta bulunmuşsa! Bu durum karşısında O’na âsi olursam beni Allah’a karşı kim korur? (Bu teklifinizle) siz benim ancak zararımı arttırmış olursunuz. Ey kavmim! İşte size mûcize olarak Allah’ın gönderdiği deve. Onu bırakın Allah’ın mülkünde otlasın. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi, yaklaşan bir azap yakalar." Fakat Semûd kavmi, o deveyi hunharca öldürdü. Sâlih de, “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın!” dedi. Bu, asla yalan olamayacak bir tehdit idi. Emrimiz gelince Sâlih’i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak, helâk olmaktan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin kuvvetlidir, üstündür. Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı. İşte böyle, Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. Vay Semûd’un haline!” (Hud, 61-68.)
Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi maddî bakımdan iyi bir durumda görüyorum; ama doğrusu hakkınızda kuşatıcı bir azap gününden de korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü, tartıyı adaletle tam yapın; insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde bozgunculuk yaparak başkalarına zarar vermeyin. Eğer müminseniz Allah’ın bıraktığı (meşrû) kazanç sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim." Kavmi ise, "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana ibadetin (dinin) mi emrediyor? Oysa sen uyumlu ve akıllı birisin!" dediler. Şuayb de şöyle dedi: "Ey kavmim! Bir de şöyle düşünün: Ya benim, Rabbimden açık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir nasip vermişse! Size yasakladığımı kendim yapmak niyetinde değilim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam Allah’ın yardımına bağlıdır. Yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum. Ey kavmim! Sakın bana karşı muhalefetiniz sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Sâlih kavminin başlarına gelenlerin benzeri bir musibetin başınıza gelmesine sebep olacak günahlar işlemeye sürüklemesin! Lût kavmi zaten sizden uzak değildir. Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin. Muhakkak ki Rabbimin merhameti ve sevgisi boldur" dedi. Medyenliler, "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, ayrıca aramızda seni zayıf görüyoruz! Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Bizim karşımızda sen güçlü biri değilsin" dediler. Şuayb da, "Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah’tan daha mı hatırlı ki O’nu arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yaptıklarınızı kuşatmıştır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kimin başına aşağılayıcı bir azap geleceğini ve (böylece) yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim" dedi. Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; haksızlık edenleri de korkunç bir gürültü yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı! İşte böyle, Semûd’un yıkıldığı gibi Medyen’de yıkılıp gitti! (Hud, 84-95.)
“Onlara İbrâhim’in öyküsünü de anlat. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" diye sormuştu. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler. İbrâhim, "Peki ama" dedi, "Yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?" "Hayır, ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk" dediler. İbrâhim dedi ki: "İyi de sizin ve önceki atalarınızın neye taptığınızı hiç düşündünüz mü? İyi bilin ki âlemlerin Rabbi dışında taptıklarınız benim düşmanımdır; O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren ve içirendir. Hastalandığım zaman bana şifa verendir. Canımı alacak olan, sonra beni yeniden diriltecek olandır. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum yine O’dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Arkadan gelecekler içinde iyilikle anılmayı bana nasip eyle! Beni, naîm cennetine girenlerden eyle! Babamı da bağışla; kuşkusuz o doğru yoldan sapanlardan oldu. İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme!" (Şuara, 69-89.)
Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i bazı sözlerle sınayıp da İbrâhim onları eksiksiz yerine getirince, "Ben seni insanlara önder yapacağım" buyurmuştu. İbrâhim, "soyumdan da" deyince Rabbi, "Vaadim zalimleri kapsamaz" buyurdu. O zaman biz beyti insanların gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri yaptık. Siz de İbrâhim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin. İbrâhim ve İsmâil’e de, “Tavaf edecekler için, ibadete kapanacaklar, rükû ve secde edecekler için evimi temiz tutun” diye tâlimat verdik. İbrâhim, "Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır" diye dua etmişti. Allah buyurdu ki: "İnkâr edene de az bir süre dünya nimetleri veririm, ama sonunda onu cehennemin azabına sürerim. O ne kötü bir sondur! İbrâhim İsmâil’le birlikte beytin temellerini yükseltiyordu: “Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et. Şüphesiz tövbeleri kabul eden, merhameti bol olan yalnız sensin. Soyumuz içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi çıkar Rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi.” Kendine câhilce kötülük edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini reddeder? Oysa biz, gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü Rabbi ona, "Bana teslim ol" buyurmuş; o da, "Âlemlerin rabbine teslim oldum" demişti. İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” Yoksa Ya‘kub son nefesini verirken siz orada mıydınız? O sırada Ya‘kub oğullarına, “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” demiş; onlar da “Senin, ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın ilâhı olan tek Tanrı’ya kulluk edeceğiz; biz sadece O’na teslim olduk” demişlerdi. (Bakara, 124-133.)
Yûsuf, "Rabbim! Zindan bana bunların benden istediklerinden daha iyidir. Eğer onların bana kurdukları tuzağı boşa çıkarmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum!" dedi. Rabbi onun duâsını kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, pek iyi bilendir. Sonunda -kesin delilleri görmelerine rağmen- onu bir zamana kadar zindana atmak (yetkililerce) gerekli ve uygun görüldü. Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, "Ben rüyada şarap yaptığımı gördüm" dedi. Diğeri de, "Ben de başımın üstünde bir ekmek taşıdığımı gördüm. Kuşlar ondan yiyordu. Bunun yorumunu bize bildir. Kuşkusuz biz seni bu işleri iyi bilen biri olarak görüyoruz" dedi. Yûsuf şöyle cevap verdi: "Size erzak olarak verilen yemek gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği bir bilgidir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan, aynı zamanda kendileri âhireti de inkâr etmekte olan bir kavmin dininden uzaklaşıp geldim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılara mı, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah’a mı (inanıp bağlanmak) daha iyi? Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu sorduğunuz iki rüya (bu şekilde) kesinleşmiştir.” (Yusuf, 33-40.)
Mûsâ, katımızdan verilmiş hakikati getirdiğinde, "Onunla birlikte olan inanmış kişilerin oğullarını öldürün, kızlarını diri bırakın!" dediler. Oysa inkârcıların tuzağı hep boşa çıkmıştır. Firavun, "Bırakın beni de şu Mûsâ’yı öldüreyim! Tanrısına yalvarsın bakalım (kurtulabilecek mi?)! Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut ülkede huzursuzluk çıkarmasından kaygı duyuyorum" dedi. Mûsâ ise, “Hesap gününe inanmayan her kibirli kişinin şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığındım!" dedi. Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir mümin kişi şöyle dedi: "Adamı, ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için öldürecek misiniz? Oysa o size Rabbinizden âyetler getirmiştir. Eğer yalancı biriyse yalanı kendi zararınadır; ama eğer doğru söylüyorsa size bildirip uyardığı şeyin bir kısmı başınıza gelecektir. Hiç kuşku yok ki Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz. Ey benim kavmim! Bugün ülkede hâkimiyeti elinde bulunduran bir toplum olarak hükümranlık sizindir. Ama eğer Allah’ın cezası başımıza gelirse O’na karşı bize kim yardım edebilir?” Firavun ise, “Ben sadece kendi bilip gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum” dedi. İnanan kişi de şöyle dedi: “Ey kavmim! Doğrusu vaktiyle (peygamberlerine karşı) gruplar oluşturmuş eski toplulukların yaşadıkları felâketlerin benzerinin sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Nûh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonrakilerin durumu gibi. Allah asla kulları için zulmü istemez. Ey kavmim! Sizin hakkınızda, insanların çığrışacağı günden korkuyorum. Öyle bir gün ki, arkanızı dönüp kaçarsınız ama sizi Allah’tan kurtaracak hiçbir güç bulamazsınız! Allah kimi şaşırtırsa artık onu doğru yola yönlendirebilecek bir güç yoktur. Daha önce Yûsuf da size açık kanıtlar getirmişti; ama onun size getirdikleri hakkında da hep kuşku içinde oldunuz. Nihayet o vefat edince ‘Artık Allah ondan sonra kesinlikle hiçbir elçi göndermeyecek’ dediniz. Aşırılığa sapmış, kuşkulara boğulmuş kişiyi Allah işte böyle şaşırtır. Onlar, kendilerine ulaşmış kesin bir kanıt olmadan Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler. Bu tutum, gerek Allah yanında gerekse inananlar yanında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, kendini beğenmiş her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." Firavun, "Ey Hâmân!" dedi, "Bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Mûsâ’nın ilâhını görebilirim! Doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum." İşte böylece, yaptığı çirkin iş Firavun’a güzel göründü ve doğru yolu bulması engellendi. Firavun’un tuzağı hüsrandan başka bir sonuç doğurmadı. Mümin kişi sözlerine şöyle devam etti: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim. Ey kavmim! Bu dünya hayatı bir sürelik yararlanmadan ibarettir; âhirete gelince, ebedîlik yurdu işte orasıdır. Kim bir kötülük yapmışsa sadece o kötülüğünün miktarınca ceza görecektir; kim de -erkek olsun kadın olsun- inanmış bir kişi olarak dünya ve âhirete yararlı iş yapmışsa işte böyleleri de cennete girecekler, orada kendilerine hesapsız nimetler verilecektir." "Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz! Siz bana Allah’ı inkâr etmem, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım şeyleri O’na ortak koşmam için çağrıda bulunuyorsunuz; ben ise sizi izzet sahibi, çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum. Gerçek şu ki, siz beni, bu dünyada da öteki dünyada da çağrılmaya değer olmayan bir şeye davet ediyorsunuz. Kuşku yok ki dönüşümüz Allah’adır ve hakikat çizgisinden sapanlar, işte onlar cehennemliktir. Size söylediklerimi yakında hatırlayıp anlayacaksınız. Ben durumumu Allah’a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarını çok iyi görmektedir. Nihayet Allah, onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu; Firavun ailesini ise şiddetli bir azap kuşatıp yok etti. Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir. Kıyamet koptuğunda, "Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın!" denilecektir. (Mümin, 25-46.)
Hani Rabbin Mûsâ’ya, şöyle seslenmişti: "O zalimler topluluğuna, Firavun’un kavmine git. Onlar (zulümden) hâlâ sakınmayacaklar mı?" Mûsâ, "Rabbim! Doğrusu beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum; Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor; onun için bu elçilik görevini Hârûn’a yükle. Ayrıca ben onlar nezdinde suçluyum; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum" dedi. Allah, "Hayır, asla böyle olmayacak!" buyurdu. "Haydi, ikiniz de mûcizelerimizle gidin. Şüphesiz biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz." Firavun’a gidin ve deyin ki: "Gerçekten biz, İsrâiloğulları’nı bizimle beraber göndermen için âlemlerin Rabbinin elçisiyiz." (Makamına vardıklarında Mûsâ’ya) Firavun şöyle dedi: "Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin!" Mûsâ, "Ben" dedi, "O işi, (sonunun ölüme varacağını) bilmeden yaptım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana doğru karar vermeyi öğretti ve beni peygamberlerden biri yaptı. O nimet diye başıma kaktığın şeye gelince o da İsrâiloğulları’nı kendine kul köle etmenden ibarettir." Firavun, "Âlemlerin Rabbi de kimdir?" diye sordu. Mûsâ, "Eğer gerçeğe inanmaya yatkınlığınız varsa bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir" diye cevap verdi. Firavun yanında bulunanlara, "Ne dediğini duydunuz değil mi?" dedi. Mûsâ, "O, sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir" dedi. Firavun, "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka aklını yitirmiş" dedi. Mûsâ devamla şunu söyledi: "Şayet aklınızı kullanırsanız anlarsınız ki O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında bulunanların Rabbidir." Firavun, "Benden başkasını tanrı edinirsen, yemin ederim ki seni zindanlarda süründürürüm!" dedi. Mûsâ, "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" diye sordu. Firavun, "Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Mûsâ asâsını atıverdi; bir de ne görsünler, asâ düpedüz bir yılan oluvermiş! Sonra elini çıkardı; o da bakanlara beyaz ışık saçan bir şey oluvermiş! Firavun, adamlarına şöyle dedi: "Doğrusu bu, çok bilgili bir sihirbaz! Yaptığı sihirle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Buna karşı ne buyurursunuz?" Dediler ki: "Onu ve kardeşini bir süre alıkoy ve sihirbaz toplamak üzere şehirlere (adamlar) gönder; Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler." Böylece sihirbazlar belli bir günün ilân edilmiş vaktinde bir araya getirildi. Halka, "Siz de toplantıya gelmiyor musunuz?" denildi. "Sihirbazlar üstün gelirlerse -ki ümidimiz budur- herhalde onların yolundan gideriz." Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a, "Eğer üstün gelen biz olursak herhalde bize bir ödül vardır, değil mi?" dediler. Firavun, "Evet", dedi; "O takdirde gerçekten has adamlarımdan olacaksınız." Mûsâ sihirbazlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi. Bunun üzerine iplerini, değneklerini yere attılar ve dediler ki: "Firavun’un üstün gücü adına, elbette üstün gelen biz olacağız." Sonra Mûsâ da değneğini yere attı; bir de ne görsünler, onların düzmece nesnelerini yutuveriyor! Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. "Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine iman ettik" dediler. Firavun dedi ki: "Benim size izin vermemi beklemeden ona iman ediyorsunuz, öyle mi? Anlaşılan o, size sihri öğreten üstadınızmış! Ama şimdi göreceksiniz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!" "Zararı yok" dediler, "Nasıl olsa biz Rabbimize dönüyoruz. İlk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz." Mûsâ’ya, "Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz" diye vahyettik. Firavun da asker toplamak üzere şehirlere adamlar gönderdi. (Adamlarına) "Bunlar, sayıları az, önemsiz bir topluluk; Fakat bize karşı nefretle doludurlar. Biz de kuşkusuz tedbirli, tek vücut bir topluluğuz" (dedi). Daha sonra onları (Firavun ve topluluğunu) bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve değerli bir konumdan mahrum ettik. İşte böyle; Bu nimetleri onların yerine İsrâiloğulları’na verdik. (Olaya gelince) Arkadan Firavun ve adamları gün doğarken onlara yetiştiler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları, "İşte yakalandık!" dediler. Mûsâ, "Hayır! Eminim ki Rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir" dedi. Bunun üzerine Mûsâ’ya, "Asân ile denize vur!" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her parça koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de oraya getirdik. Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardıktan sonra ötekilerini suda boğduk. Şüphesiz bunda inandırıcı işaretler vardır; ama çokları imana gelmiş değildir. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak güçlüdür, engin merhamet sahibidir.” (Şuara, 10-68.)
Melekler demişti ki: "Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ Mesîh’tir, dünyada da âhirette de itibarlı ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır. O hem beşikte iken hem de yetişkin halinde insanlarla konuşacak ve sâlih kişilerden olacak." Dedi ki: "Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" Allah buyurdu: "İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir işin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir." Ona yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. Onu İsrâiloğulları’na elçi kılacak ve o şöyle diyecek: "Kuşkuya yer yok, işte size Rabbinizden bir mûcize ile geldim; size çamurdan kuş biçiminde bir şey yapar ona üflerim, Allah’ın izni ile derhal kuş oluverir; yine Allah’ın izniyle körü ve cüzzamlıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim; ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınmış olanların bir kısmının sizin için helâl olduğunu bildireyim diye gönderildim ve size Rabbimden bir mûcize getirdim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Kuşkusuz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin, işte doğru olan yol budur." Îsâ onlardaki inkârcılığı sezince, "Allah’a giden yolda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" diye sordu. Havâriler, "Allah’ın yardımcıları biziz; Allah’a inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız." (Havâriler devamla:) "Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber’e tâbi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz" dediler. (Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Evet, Allah en iyi tuzak bozucudur. Allah buyurmuştu ki: "Ey Îsâ! Ben seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni o inkârcılardan arındıracağım ve sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte, ayrılığa düşüp durduğunuz hususlarda aranızda hükmü o zaman ben vereceğim." "İnkâr edenleri dünyada da âhirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım; onların hiç yardımcıları da olmayacak." İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah zalimleri sevmez. İşte bu sana okuduğumuz apaçık delillerdir, hikmet dolu sözlerdir. Allah nezdinde Îsâ’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan var etti; sonra ona "ol" dedi ve oluverdi.” (Âli İmran, 45-59.)
Şayet o inkârcılara, "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?" diye soracak olsan, hiç tereddütsüz "Allah’tır" derler. O halde haktan nasıl yüz çevirirler? Kullarından rızkı dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü veren Allah’tır. Allah her şeyi hakkıyla bilir. Yine onlara, "Göklerden su indirip de onunla ölü toprağa hayat veren kimdir?" diye sorsan, hiç tereddütsüz "Allah’tır" derler. De ki: "Hamd Allah’a mahsustur; ama onların çoğu akıllarını kullanmazlar." (Ankebut, 61-63.)
De ki: "Biliyorsanız söyleyin, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?" "Allah’a" diyecekler. "O halde düşünmez misiniz?" de. "Peki yedi göğün Rabbi, yüce arşın Rabbi kimdir?" diye sor. "Bunlar Allah’ın" diyecekler. "O halde Allah’a saygınız yok mu?" de. "Biliyorsanız söyleyin, bütünüyle varlığın yönetimi elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir?" de. "Yönetim Allah’ın" diyecekler. "O zaman nasıl olup da böyle büyülenmiş gibi davranıyorsunuz?" de. Doğrusu biz onlara hakkı bildirdik, onlar ise kesinlikle yalancıdırlar.” (Müminin, 84-89.)
İslâm’ın gelmesiyle karşı koyduğu putperest Arap cahiliyeti Allah’ı asla inkâr etmiyordu. Allahın yaratıcı ve rızık verenin Allah olduğunu tek kuvvet sahibinin o olduğunu himayesine girilecek yegâne gücün Allah olduğunu Allah karşı hiç kimsenin himayesinin geçerli olmayacağını inkâr etmiyorlardı. Hz. Peygamber (sav) de onları Allah’ın varlığına iman etmeye çağırmadı. Aksine onarlı Allah’ı birlemeye yani tevhit inancına çağırdı. Onları sadece Allah’ı gerçek Rab ve ilah olduğuna çağırdı. Onları yalnız Allah’a kulluk ve ibadete çağırdı. Onları sadece Allah’ın kanunları önünde muhakemeye, yalnızca Allah’a boyun eğmeye ve kulluk etmeye çağırdı.
Görmezler mi ki kendi kudretimizin eserlerinden olmak üzere onlar için sahip oldukları nice hayvanlar yarattık. Bunları kendilerine boyun eğdirdik ki bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler. Bunlarda kendileri için içecekler ve başkaca yararlar da vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Onlar yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka tanrılar edindiler. Hâlbuki o sözde tanrılar kendilerine yardım edemezler, aksine kendileri onların hizmetindeki askerlerdir. Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette biliyoruz. (Yasin, 71-75.)
“Onlar kendilerine bir itibar ve güç vesilesi olsun diye Allah’tan başka tanrılar edindiler. Hayır, hayır! O putlar onların ibadetini tanımayacaklar ve kendilerine hasım olacaklar. (Meryem, 81-82.)
“Çevrenizdeki nice şehirleri helâk ettik, belki dönerler diye uyarıcı işaretler de vermiştik. Allah’tan başka, O’na yaklaştırsın diye edindikleri tanrılar kendilerine yardım etselerdi ya! Aksine onları bırakıp kayboldular. Bunlar kendi düzmecelerinden ve sürdüre geldikleri asılsız iddialardan ibarettir. (Ahkaf, 27-28.)
“İşte sana anlatmakta olduğumuz eski beldelerin haberleri! Kiminin izleri hâlâ ayakta, kimi de biçilip yere serilmiş. Onlara biz zulmetmedik; onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin hükmü geldiğinde Allah’ı bırakıp da taptıkları tanrıları onlara hiçbir şey sağlamadı; ziyanlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. (Hud, 100-101.)
“Yahudiler "Üzeyir Allah’ın oğludur" dediler, Hristiyanlar da "Mesîh (Îsâ) Allah’ın oğludur" dediler. Bunlar, daha önceki inkârcıların söylediklerine benzer biçimde ağızlarından çıkan sözlerdir. Allah onları kahretsin! (Gerçeklerden) nasıl da yüz çeviriyorlar! Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i Rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır. İsterler ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlamayı istiyor. Bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye Resulünü, doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen O’dur; müşrikler hoşlanmasalar da!” (Tevbe, 30-33.)
“Yahudiler "Allah’ın eli bağlanmış!" dediler. Asıl kendi elleri bağlanmıştır ve söyledikleri yüzünden lânetlenmişlerdir. Aksine O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini tutuşturmuşlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çaba harcarlar; Allah ise bozguncuları sevmez. Şayet Ehl-i kitap iman edip günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı, kuşkusuz biz de kötülüklerini yüzlerine vurmaz ve onları nimeti bol cennetlere koyardık. Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından onlara indirileni doğru dürüst uygulamış olsalardı göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden yararlanırlardı. İçlerinde aşırılığa kaçmayan bir zümre var; çoklarının yaptıkları işler ise pek kötüdür. Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez. De ki: "Ey Ehl-i kitap! Siz Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) doğru dürüst uygulamadıkça tuttuğunuz yol yol değildir." Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır. Kâfirler topluluğu yüzünden üzülme. İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlar, (bunlardan) Allah’a ve âhiret gününe inanıp dünyaya ve âhirete yararlı işler yapanlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir. Andolsun biz İsrâiloğulları’ndan kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, bir kısmına yalancı dediler, bir kısmını da öldürdüler. Başlarına bir felâketin gelmeyeceğini sanıp kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tövbelerini kabul buyurdu. Sonra içlerinden birçoğu yine görmezden ve duymazdan geldiler. Allah onların yaptıklarını görmektedir. "Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir" diyenler, hiç şüphesiz hakikati inkâr etmişlerdir. Oysa Mesîh, "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin" demişti. Bilinmeli ki her kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cennet yüzü göstermeyecek ve onun varacağı yer cehennem olacaktır. Zâlimlerin yardımcıları da olmayacaktır. Andolsun ki "Allah üç unsurdan biridir" diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Tanrı’nın dışında hiçbir ilâh yoktur. Şayet bu dediklerinden vazgeçmezlerse, böylece kâfir olanları elem verici bir azaba çarptırılacaklardır.” (Maide, 64-73.)
“Ehl-i Kitap’tan Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün yasakladığını yasak saymayan ve hak dine uymayan kimselerle, yenilmiş olarak ve kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 29.)
“Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır. De ki: "Asıl doğru yol ancak Allah’ın yoludur." Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır.” (Bakara, 120.)
Yermük savaşından sonra ehli kitap ve müşrikler hala günümüze kadar İslâm’la savaşmaktadırlar. Taki onu yok etmek için Müslümanların buna göre uyanık olması gerekmektedir. “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Maide, 51.)
“Yoksa onlar kendilerine Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "O şefaatçiler hiçbir şeye güç yetiremez, hiçbir şeyi kavrayamaz olsalar da mı?" De ki: "Şefaat etme yetkisi bütünüyle Allah’a aittir; göklerin ve yerin hükümranlığı O’nun elindedir; sonunda kaçınılmaz olarak dönüp O’na varacaksınız." Ne zaman tek başına Allah’ın ismi zikredilse âhirete inanmayanların kalplerindeki nefret yüzlerine vurur; ama Allah’ın dışındakiler (putlar) anıldığında hemen sevinçten yüzlerinin parladığını görürsün. De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, duyular ötesini ve duyular âlemini bilen Allah’ım! İhtilâfa düştükleri konularda kulların arasında hükmü sen vereceksin." (Zümer, 43-46.)
“Rüzgârları gönderip bulutları harekete geçiren Allah’tır. Böylece onu ölü bir bölgeye sevk eder, ölümünden sonra yeryüzüne onunla hayat veririz. İşte öldükten sonra dirilme de böyle olacaktır. Kim izzet isterse bilmeli ki izzet tamamıyla Allah’a aittir. Güzel sözler O’na yükselir; rızâsına uygun iş ve davranışları da O yüceltir. Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur. Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra da sizi birbirinize eş kıldı. O’nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalır ne doğurur. Bir canlının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uygun olarak gerçekleşir. Kuşkusuz bunlar Allah için kolaydır. Şu iki çeşit su kütlesi birbirine eşit olmaz; birisi tatlıdır, susuzluğu giderir ve içimi güzeldir, ötekisi ise tuzlu ve acıdır. İkisinden de taze et yersiniz ve takınacağınız süs eşyaları çıkarırsınız. Gemilerin denizi yararak gittiklerini görürsün ki bu da O’nun lütfuna nâil olmanız ve O’na şükretmeniz içindir. Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. O güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır; her biri belirlenmiş bir vadeye kadar kendi yolunu izler. İşte Rabbiniz Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka yalvarıp durduklarınız ise bir çekirdek zarına bile hâkim olamazlar. Onlara yalvarsanız duânızı işitmezler, işitseler bile size karşılık veremezler. Kıyamet günü de onları (Allah’a) ortak koşmanızı kabullenmezler. Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi bilgi veremez. (Fatır, 9-14)
“O halde yaratanla yaratamayan bir olur mu? Siz düşünmez misiniz? Allah’ın nimetini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Allah gerçekten bağışlayıcıdır, merhametlidir. Allah, gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilir. Onların, Allah’ın dışında taptıkları varlıklar hiçbir şey yaratamazlar, onların kendileri yaratılmıştır. Onlar canlı değil ölüdürler; insanların ne zaman diriltileceklerini bilmezler. Sizin tanrınız bir tek tanrıdır. Âhirete inanmayanlara gelince, işte onların kalpleri inkârcıdır; onlar ululuk taslayan küstahlardır. Hiç kuşku yok ki Allah onların saklı tuttuklarını da açığa vurduklarını da bilmektedir. O, ululuk taslayanları sevmez. (Nahl, 17-23.)
“O gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: "Bunlar mıydı size tapmakta olanlar?" Melekler şöyle cevap verecekler: "Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velîmiz onlar değil sensin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı." Sebe, 40-41.)
“Allah "Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?" buyurduğu zaman o şu cevabı verir: "Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim şüphesiz sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlileri tam olarak bilen yalnız sensin." "Ben onlara ancak senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum sürece onların yaptıklarına tanık idim. Fakat sen beni vefat ettirdikten sonra onların halini bilip gören sadece sensin. Sen her şeye şahitsin.” (Maide, 116-117.)
Yahudiler ve Hristiyanlar veyahut Müşrikler kendi menfaatlerini sürdürebilmek için din hususunda şahısların İslâm dinini seçmelerinde asla müsamaha göstermezler. Bunlara göre din, dünya ve devlet işlerinde veya devlet işlerinin yönetiminde sadece devletin çıkarlarını koruyan, sistemlerini ayakta tutan, en büyük destektir. Yerine göre dinden yararlanmayıp zaman zaman onu dışlamak, yani dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Yahudiler ve Hristiyanlar böyle yapmışlardır. Hz Üzeyir, Hz. İsa Allah’ın oğludur diyerek, Allah ortak koşmaktan kendilerini alamamışlardır.
İslâm dinine gelince iş çok değişiyordu. Haksızlıklara ve diktalara asla ve asla göz yumulmuyordu. İslâm’ın getirdiği prensipler aynı zamanda devlet yönetimiydi. Allah’ın yeryüzünde halifelik görevini yapan insanlara Allah’ın göndermiş olduğu kitapla hükmederek âlemlerim Rabbi olan tek Allah’a, tevhide yönlendirilmesi isteniyordu İslâm dininde. Onlar İslâm’ı bundan sevmiyorlardı. Bu sebeple her zaman Allah’ın dinine yardım edenlerle savaş halindeydiler. Bütün bu haller karşısında biz Müslümanlar hâlâ neden uyuyoruz? Onlar şeytanın orduları olarak İslâm dinine düşmanlık görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlarken, biz hâlâ neden uyuyoruz? Ahiret hayatını unutup yoksa dünya malına mı aldanıyoruz? Tek varılacak yer Rabbimizin huzuru değil mi? O gün tartımız hafif gelirse, halimizin ne olacağının hesabını yapıyor muyuz acaba?
Müslüman, İslâm düşüncesinin ışığı altında Kur’an’ı bir metotla İslâm’ı tebliğ yapılmalıdır. Müslüman çeşitli komplolara aldanarak dünya hayatını, ahiret hayatına tercih etmemelidir. Kalplerdeki kıvılcımları ateşlendirmek ve o kıvılcımları etrafa taşımak her Müslümanın görevi olmalıdır. Hristiyanlar Yermük savaşından beri kendileri hakkında; ister Avrupa Birliğinde, ister Birleşmiş Milletlerde, ister Uluslararası örgütlerde kısaca nerede olursa olsun kendilerinden taviz vermeksizin İslâm’dan ve Müslümanlardan dinlerini, inançlarını, ahlâklarını, güzelliklerini, topraklarını ve zenginliklerini koparabilmek için çalışıp didinmektedirler.
Bir yanda haçlı savaşlarıyla sıcak savaşlarını sürdürürken, diğer taraftan İslâm ülkelerinin içlerine ajanlar göndererek onları birbirlerinden ayırmanın hesaplarını yapmaktadırlar. Bir bütünü tam olarak yutamayacaklarını biliyorlar. İslâm ile bir bütünü asla yutamazlar. Bundan dolayı İslâmi cemaatler arasına tefrikayı sokarak, aralarındaki İslâmi bağlarını koparıyorlardı acımasızca. Müslüman Müslümanla uğraşırken, kâfirler pervanelerini zulüm ve işkenceye döndürüyorlardı. Gayri İslâmi devletler, bilhassa İslâm ülkelerinin başındakilerini elde etmenin yollarını arıyorlardı. Ve hedeflerinde de başarıya ulaşıyorlardı. Çünkü Müslüman Müslümanla uğraşıyordu. İslâm ülkelerinin başına askeri darbe ve dikta ile kukla yöneticiler geliyordu iş başına. Evet, ileri gelen Müslüman liderler ve hocalar tek tek acımasızca aylarca işkence altında süründürülüyordu. İmanı zayıf insanları İslâm’dan geri döndürmeye ya da İslâm aleyhine çalıştırılmaları isteniyordu. Böylece durum daha da vahimleşiyordu. Müslümanı işkence ile yıldırmak onlar için yetiyordu. Biz imanımızı güçlendirip aramızdaki bağları sımsıkı tutarsak, o zaman zafere ermemiz çok daha yakın olacaktır. Aramızdaki cemaatlerin hatalarını örtersek ve birbirimize sahip çıkarsak işte o zaman zafer daha da yaklaşacaktır. Çünkü Allah, inanlara daima yardım eder. Allah, dinine yardım edenlere mutlaka yardım edecektir.
Yahudiler ve Hristiyanlar bununla da yetinmiyorlardı. Ülkesini yönlendiren kamuoyuna el atmadan rahat uyuyamazlardı. Onun için basın yayın organlarını ve onların hürriyetlerini para ile satın almanın ve onları kendi askerlerini yapmanın yollarını arıyorlardı. Çünkü bunlar, İslâm ülkelerinde daima nöbette duracaktı. Kim namaz kılıyor, kim oruç tutuyor, kim hacca gidiyor, kim zekât veriyor, kim sadaka veriyor, kim sohbet ediyor, kısaca kim İslam’ı yaşıyor ve İslam’ın lehine çalışıyorsa bunlar tespit edilmeli ve bu hareketleri ne pahasına olursa olsun engellenmeliydi. Bu kimseler, kim Allah’ın dinin yaymak için uğraşı veriyorsa hemen irtica geldi yaygarası koparıyorlar. Tekrar dikta yönetim olan askeri darbeye zemin hazırlıyorlardı. Bu darbe yapılmadan da rahat etmiyorlardı. İslam’ı yok etmek için tabiî ki senaryolar senaryo üstüne yazılıyordu. Kitle iletişim araçları ellerinde olduğu için askeri darbe yapılması için görevlerini fazlasıyla yerine getiriyorlardı. İmanı zayıf olan Müslümanları, can damarlarından vurmak onların birinci şartıdır. Televizyon ve gazetelerde kendi reklâmlarını yaparak ve ahlâksız filmleri izlettirerek Müslümanları dinden uzaklaştırırken, adeta onların beyinlerini yıkıyorlardı. Evet, kitle iletişim araçları, yönetimde birinci derecede en önemli organ grevini yapıyordu.
Yahudiler ve Hristiyanlar bunlarla da yetinmeyeceklerdi. Ayeti Kerime’de: “Siz onların dinine girmedikçe onlar sizleri kabul etmezler.” (Bakara, 120.) Onlar bunu gerçekleştirmek için çalışıyorlardı. İslâm’ı bırakmamızı ve bizim kendi dinlerine yönelmemizi istiyorlardı.
Evet, insanları makineleştirerek, robotlaştırarak ve belirli emeller peşinde koşuşturarak kendi gemilerini yüzdüreceklerdi Müslümanların denizlerinde. Bu emellerini gerçekleştirebilmek için çeşitli komplo hareketlerine girişip, bir taraftan tavuğu verirken diğer taraftan kazı almanın hesaplarını yapıyorlardı.
Müslümanlar arsında çıkardıkları ihtilaf ve tefrikalar bunların en büyüğüydü. Oysa İslâm cihanşümuldür. Ayeti kerimede “Muhakkak ki inanalar kardeştir.” (Hucurât, 10.) buyrulmaktadır. Renk ve cinsiyet bakımından sadece iman edenler, Allah katında kardeş oluyorlardı. Bir kimse peygamber olsa, onun oğlu da Allah’a inanmasa, oğlunun biri iman etse, diğeri iman etmese kardeş olamıyorlardı İslâm inancına göre. Kur’an böyle açıklıyor. İslâm olmayanın kalbi daima şeytanladır. Şeytan da apaçık Müslümanın düşmanıdır. O halde İslâm kardeşiysek aramızdaki tefrika bağlarını buz gibi eritmemiz gerekir. Küflenmiş zincirleri çatır çatır kırmamız gerekir. İslâm düşüncesini kafamıza yerleştirmemiz gerekir.
İslâm düşmanları, teslimiyetçilik fikrini sokarak Müslümanların kardeşliklerine adeta kilit vuruyorlardı. Bir mesele oldu mu kendi ırklarının lehini düşünerek, diğer kardeşine tuzak kurmaktan kendini alamıyordu. Tabi ki bütün bunlar, kalbine imanın tam yerleşmemesinden kaynaklanıyordu. Oysa Peygamberimiz, Veda Hutbesine şöyle buyuruyordu: “Ne Acem’in Arap’a, ne de Arap’ın Acem’e üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak Allaha takva iledir.” İslâm’ın ruhu bu sözler altında yatıyordu. Benim; Türk, Arap, Rum, Ermeni, Fransız, İngiliz Japon, Rus vb. olmam bir şey değiştirmiyordu. Mesele imanla başlıyordu. Bir beldede nerede olursa olsun çeşitli maddeleri ve ruhları kendine ilah edinirsen İslâm safı dışına çıkmış olursun. Bozguncular, yeryüzünü fesada verirken, dindar odluklarını da hiç ağızlarından burkamazlar.
Müslümanları tek bir vücut altında tutacak ümmetçilik fikrini Müslümanlardan kaldırarak, bunun yerine ırkçılık ve kavmiyetçilik gibi sapık ideolojilerle insanları birbirlerine karşı hırçınlaştırıyordu. Biz Kur’an’ı bir metotla, İslâm ışığı altında sırat’ı müstekime gelerek ölümden sonraki yaşamımızı düşünmeliyiz. Ve bunu düşünmeye mecburuz. Hayatımızın işlek safhasında Rabbimize boyun eğmeye mecburuz. Müslüman olarak, Allah’ın kitabına ve peygamberinin sünnetine uyarak korkusuzca yaşamaya mecburuz. Çeşitli İslâm dışı hurafeleri, sapık örf ve adetleri yani gayri İslâm’ı fikirleri İslâm’a sokmamaya mecburuz. Evet, bütün bu durumlarda Rabbimizden yardım istiyoruz. Yardım istenilecek tek varlık da O’dur.
“İnsanlara dokunan bir zarardan sonra bir rahmet tattırdığımızda bir de bakarsın ki onlar, bize ait işaretler üzerinde hileye sapmışlardır. De ki: "Hileye karşı Allah’ın tedbiri daha çabuktur." Şüphesiz elçilerimiz sizin hile ve düzenlerinizi kaydediyorlar. Karada ve denizde yol alıp ilerlemenizi sağlayan O’dur. Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgârla gemiler onları kaydırıp götürdüğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzerlerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar, kuşatıldıklarını zannederler, (işte bu durumda) "Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan vallahi sana şükredenlerden olacağız" diye- din ve ibadeti yalnız O’na özgü kılarak-Allah’a duâ ederler. (Allah) onları kurtardığında bir de görürsün ki bulundukları yerde hak hukuk tanımazlar! Ey İnsanlar! Haksızlığınız ancak sizin zararınızadır. Dünya hayatının geçici menfaati... Sonra gelişiniz bizedir, geldiğinizde size yaptıklarınızın ne olduğunu bildireceğiz.” (Yunus, 21-23.)
“Derken İsrâiloğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: "Elhak inandım ki, İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim. "Şimdi mi? Hâlbuki daha önce hep baş kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın. İşte bugün senin cesedini kurtaracağız ki, senden sonra gelenler için bir ibret olsun! İnsanların pek çoğu gösterdiğimiz delillerin bilincinde değildirler. Andolsun biz İsrâiloğulları’nı seçkin bir yere yerleştirdik ve onları güzel nimetlerle rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar da ayrılığa düşmediler. Ayrılığa düştükleri konularda Rabbin kıyamet günü aralarında hükmünü elbette verecektir.” (Yunus, 90-91)
“İbrâhim, babası Âzer’e, "Putları tanrılar mı sayıyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapkınlık içinde görüyorum" demişti. Aynı şekilde biz İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk ki kesin inananlardan olsun. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. "Rabbim budur" dedi. Yıldız batınca da "Batanları sevmem" dedi. Ayı doğarken görünce, "Rabbim budur" dedi. O da batınca, "Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış kimselerden olurum" dedi. Güneşi doğarken görünce, "Rabbim budur; zira bu daha büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben, sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." "Ben, O’nun birliğine inanarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: "Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O’na ortak koştuklarınızdan korkmam. Ancak Rabbimin (beni korkutacak) bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz?" Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilmektedir. (Enam, 74-83.)
“Allah "Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?" buyurduğu zaman o şu cevabı verir: "Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim şüphesiz sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlileri tam olarak bilen yalnız sensin." "Ben onlara ancak senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum sürece onların yaptıklarına tanık idim. Fakat sen beni vefat ettirdikten sonra onların halini bilip gören sadece sensin. Sen her şeye şahitsin. Şayet onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, hiç kuşku yok sen hem izzet hem hikmet sahibisin." Allah şöyle buyurur: "Bugün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlar için, ebedî kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan hoşnuttur, onlar da O’nun rızâsını kazanmaktan ötürü mutludurlar. İşte büyük kurtuluş budur. Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin hükümranlığı Allah’a aittir. O her şeye kādirdir." (Maide,116-120.)
Onların Allah katında şefaatlerini geri çevrilmeyeceği inancında idiler. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu mahsul ve hayvanlardan bir kısmını Allah’a yaklaşmak için ayırıyorlardı. Bunun yanına bir payda ortak koştukları ilahlar ayırıyorlardı. Sonra da bu kurbanlarının içinde ortak koştukları ilahlarına insanları da kurban olarak takdim ediyorlardı. Abdulmuttalip’in kendini koruyacak oğullarının sayısı onu bulunca birini putlara kurban etme kıssası Araplar arasında meşhurdur. Yine kız çocuklarını cahiliye adetlerine göre diri diri toprağa gömüyorlardı. Araplar cahiliye döneminde ölmüş hayvanlar yiyorlardı. Yeryüzünde mülkiyet kimindir? İnsan yaşamında hâkimiyet kimindir? Rububiyyetin, mülkiyetin, hâkimiyetin ve ulûhiyetin yalnızca Allah mahsus olduğudur. Şuayp Aleyhisselamın kavmi tıpkı bu günkü gibi insanların söylediği şu sözü söylüyordu. Dine ne oluyor da toplum işlerine karışıyor, din niçin insanların sosyal ve ekonomik işlerine karışıyordu. Din, inanç, ibadet ve ahiret hayatıyla ilgili olması gerekirken ne diye siyaset ve dünya hayatına burnunu sokuyordu?
“Allah’ın kendisine verdiği iktidara dayanarak İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya giren kimseyi görmedin mi? İbrâhim "Rabbim hayat veren ve öldürendir" deyince o, "Hayat veren ve öldüren benim" dedi. İbrâhim "Allah güneşi doğudan getirmektedir, hadi sen de onu batıdan getir" dedi. Bunun üzerine inkârcı ne diyeceğini bilemedi. Allah zalimler topluluğuna rehberlik etmez.” (Bakara, 258)
Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğlu olduğuna, Hristiyanlar ise İsa Mesih’in Allah’ın oğlu olduğuna inanıp onu ilah olarak Rab edinmişlerdir. İkinci nokta âlimler ve rahipleri Rabler edinmişlerdir. “Yahudiler "Üzeyir Allah’ın oğludur" dediler, Hristiyanlar da "Mesîh (Îsâ) Allah’ın oğludur" dediler. Bunlar, daha önceki inkârcıların söylediklerine benzer biçimde ağızlarından çıkan sözlerdir. Allah onları kahretsin! (Gerçeklerden) nasıl da yüz çeviriyorlar! Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i Rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır. İsterler ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlamayı istiyor. (Tevbe, 30-32.)
İslâm’da tesadüf diye bir şey yoktur. Her şeyin meydana geleceği Allah’u Teâlâ’nın yazdığı bir kader vardır. “O memleket halkı azabımızın uyurken onlara gelemeyeceğinde emin midirler?” Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler? Veya o ülke halkının güpegündüz eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceği konusunda güvenceleri mi vardı? Allah’ın ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın azabından emin olamaz. (Araf, 97-99.)
“Büyük izzet, derin hikmet sahibi olan Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahiy gönderiyor. Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. O çok yücedir, çok uludur. Gökler (haşyetten) neredeyse üstlerinden çatlayacak. Melekler de Rablerinin yüceliğini hamd ile dile getiriyorlar ve yerdekilerin bağışlanmasını diliyorlar. İyi bilin ki bağışlama ve merhameti sınırsız olan ancak Allah’tır. Kendisinden başkasını dost ve koruyucu bilenleri Allah sürekli gözetlemektedir. Senin onlarla ilgili bir sorumluluğun yok. İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an indirdik. Onların bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemde olacaktır. Allah dileseydi onları elbette (aynı inançta) tek bir ümmet yapardı, fakat O kimi dilerse onu rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise ne bir velisi (arka çıkanı) ne de bir yardımcısı olacaktır. Onlar Allah’tan başka velîler edindiler öyle mi? Hâlbuki asıl dost ve koruyucu Allah’tır. Ölüleri de O diriltecektir ve O’nun gücü her şeye yeter. Ayrılığa düştüğünüz bütün konularda (doğru) hüküm Allah’a aittir. İşte o Allah benim Rabbimdir; yalnız O’na güvenip dayanmışımdır ve daima O’na yönelirim. Gökleri ve yeri yaratan O’dur. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu şekilde çoğalmanızı sağlamaktadır. O’na benzer hiçbir şey yoktur. O her şeyi işitir, her şeyi görür. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Rızkı dilediğine bol, dilediğine de ölçülü verir. Çünkü O her şeyi bilmektedir. O, Nûh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız, o konuda ayrılığa düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi. Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir. Onlar (peygamberlerin muhatapları), özellikle kendilerine dine dair bilgi geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden bölünüp parçalandılar. Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içine düşmüşlerdir. İşte bunun için sen çağrına devam et ve emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyle de: "Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Sizinle bizim aramızda tartışmaya gerek yok. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O’nadır." O’nun çağrısı (birçok insan tarafından) kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışmaya kalkışanların delilleri Rableri katında geçersizdir. Üzerlerine gazap çökmüştür ve onlar için çetin bir azap vardır. Hak ve hakikat içerikli kitabı ve o sayede ölçü ve dengeyi gönderen Allah’tır. Nereden bileceksin, kıyamet vakti belki de çok yakın! Ona inanmayanlar onun çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise gerçek olduğunu bilerek ondan kaygılanmaktalar. Şu iyi bilinmeli ki, kıyameti tartışma konusu yapanlar derin bir sapkınlık içindedirler. Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızık verir. Güçlü ve üstün olan da O’dur. Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz. Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah’ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar? Nihaî hükümle ilgili söz (hesabın âhirete bırakılması) olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi. Ama o zalimler için can yakıcı bir azap var!” (Şura, 3-21.)
Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, "Bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlara)" dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar! Bunun gibi, ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi iyi bir şey gibi gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse onları uydurduklarıyla baş başa bırak! Onlar, saçma düşüncelerine göre dediler ki: "Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinler olup onları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Şunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır." Bir kısım hayvanlar da vardır ki, (böyle istiyor diye) Allah’a iftira ederek (keserken) üzerlerine O’nun ismini anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır. Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, eşlerimize ise yasaklanmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi ona ortaktır." Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O, hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah adına yalan söyleyerek (kadınlara) yasaklayanlar muhakkak ki ziyana uğramışlardır; bunlar yoldan sapmışlardır, doğruyu bulacak durumda değillerdir. Çardaklı ve çardaksız bağları, değişik ürünleriyle hurmaları, ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen biçimlerde zeytin ve narları meydana getiren O’dur. Her biri ürün verdiğinde ürününden yiyin; hasat günü de hakkını verin; fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. Hayvanlardan yük taşıyanları ve tüyünden sergi yapılanları da (yaratan O’dur). Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin; şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. Koyundan iki, keçiden iki olmak üzere sekiz eş ... De ki: "O, bunlardan iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerindeki yavrularını mı haram kıldı? Eğer doğruysanız bana bilerek söyleyin." Ve deveden iki, sığırdan iki... De ki: "O, bunlardan iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerindeki yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah’ın size böyle buyurduğuna şahit mi oldunuz?" Bilgisizce insanları saptırmak için Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi kimdir! Allah o zalimler topluluğunu asla doğru yola iletmez. De ki: "Bana vahyedilende, murdar et (meyte) veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimse için yasaklanmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak şartıyla, kim (yasaklananlardan) yemek zorunda kalırsa, bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." Yahudilere mahsus olmak üzere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun ise iç yağlarını onlara haram kıldık. Taşkınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru sözlüyüz. Eğer seni yalanlarlarsa de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; bununla birlikte O’nun suçlu topluluğa vereceği ceza da geri çevrilemez." Putperestler diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram saymazdık." Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: "Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi mi var? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece temelsiz bir tahminde bulunuyorsunuz." De ki: "Kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi." De ki: "Allah şunu yasak etti diye şahitlik edecek tanıklarınızı getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla birlikte (bu yalana) şahitlik etme; âyetlerimizi yalan sayanların ve âhiret gününe inanmayanların arzularına uyma. Onlar Rablerine başkalarını eş tutuyorlar. De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; biz, sizin de onların da rızkını veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın. İşte bunları Allah size emretti; umulur ki düşünüp anlarsınız. Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına, onun iyiliğine olmadıkça el sürmeyin. Ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız hakkında bile olsa, adaletli olun. Allah’a verdiğiniz sözü eksiksiz yerine getirin. İşte düşünüp öğüt alasınız diye Allah size bunları emretti. Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun; (başka) yollara sapmayın; sonra onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte günahtan korunmanız için Allah bunları size emretti. (Enam, 136-153.)
Allah iman edenlerin başvuracakları esasları belirlemiştir. Bunlar heva ve heves değildir. İnsanlık aklı değildir. Milliyetçilik, ırkçılık, insanlık veyahut ekonomik yahut da sosyal veya cahili sistemlerle insanların tasavvur edebileceği buna benzer kavramlardan hiçbiri değildir. O esas, Allah ve peygamberidir.
Bir bedevi Resûlüllah’ın verdiği hükmü beğenmeyip Hz. Ömer’e geldiğinde Hz. Ömer biraz beklemesini söylemiş ve evine girip kılıcını alarak onun boynunu vurmak istemiş ne var ki adam kaçarak canını zor kurtarmıştır. Hz. Ömer onu öldürmek istemiştir. Çünkü bu adamı mürtet kabul etmiştir. “Tevrat’ta İsrâiloğulları’na, "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş... Ve yaralamalara da birbirine kısas vardır. Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur. Ve her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir" diye yazdık. Ardından o peygamberlerin yolu üzere, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici olarak Meryem oğlu Îsâ’yı gönderdik. Ona da içinde hidayet ve nur bulunan, kendinden önce gelmiş olan Tevrat’ı tasdik edici, takvâ sahipleri için bir yol gösterici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik. İncil’e tâbi olanlar da Allah’ın onda indirdiği hükümlerle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıkların kendileridir. (Resulüm!) Sana da kendisinden önceki kitapları tasdik edici ve onları koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen bu gerçeği bırakıp da onların isteklerine uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Allah size hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma, Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamaları için onlardan sakın (diye onu indirdik). Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah, (öyle istedikleri, bunu hak ettikleri için) onların bazı günahları sebebiyle başlarına bir belâ getirmek istiyordur. İnsanların birçoğu gerçekten Allah’ın yolundan çıkmışlardır. Yoksa Câhiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” (Maide, 45-50.)
“Senden önce de hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar? Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiya, 34-35.)
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız; artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu getirir ortaya koyarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 47.)
Hz. İbrahim üç kere yalan söylediğine dair rivayetler. “(Onlar gidince) İbrâhim putları paramparça etti, belki ona başvururlar diye büyük putu bıraktı. (Dönüp dunumu gören) putperestler, "Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir" dediler. Bazıları, "İbrâhim denen bir gencin bunları diline doladığını işitmiştik" deyince, "O halde, onu hemen insanların önüne getirin, belki birileri şahitlik eder" dediler. İbrâhim getirilince, "Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?" diye sordular. İbrâhim, "Hayır" dedi, "Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara sorun!" (Enbiya,58-63.)
“Babasına ve halkına, "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti; "Allah’tan başka birtakım düzmece tanrılar mı edinmek istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?" Sonra yıldızlara şöyle bir baktı; "Ben rahatsızım" dedi. Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrâhim gizlice tanrılarının yanına vardı; "Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?" dedi; "Neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?" Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye başladı. (Saffat, 85-93.)
Üçüncüsü kitabı mukaddeste geçer; karısını kardeşi olarak tanıttığı şeklinde geçer. Karain meselesi Necm suresinde geçmektedir. Erken uyanan erken tekbir alır.
“Dâvûd’u ve Süleyman’ı da an. Bir zamanlar, (zarar görmüş) bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir topluluğun koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz de onların hükmüne tanık idik. Süleyman’ın dava konusunu iyi anlamasını sağladık. Her birine de hükmetme yeteneği ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvûd’un buyruğu altına soktuk. Bunları yapan bizdik.” (Enbiya, 78-79.) Bir peygamber olduğu halde, burada Hz. Davut fetvasında isabet etmemiştir.
“Şüphe yok ki siz ve Allah’tan başka taptığınız tanrılar cehennem yakıtısınız, hepiniz oraya gideceksiniz. Onlar tanrı olsalardı cehenneme gitmezlerdi. Oysa hepsi orada ebedî kalacaklardır. Orada onlara sızlanıp inlemek düşer. Onlar orada başka bir şey işitmezler.” (Enbiya, 98-100.)
“Bu durumda her kim mümin olarak dünya ve âhiret için yararlı işler yaparsa çabası asla inkâr edilmez, biz onu yazmaktayız. Helâk ettiğimiz bir belde için artık dönüş imkânsızdır; onlar geri dönemeyeceklerdir. Nihayet Ye’cûc ve Me’cûc (sedleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman.” (Enbiya, 94-96.)
“Andolsun zikirden sonra Zebûr’da da, "Yeryüzü iyi kullarıma kalacaktır" diye yazmıştık. İşte bunda, Allah’a kulluk eden topluluk için yeterli açıklama vardır. Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya, 105-107) ayetlerinde Müslümanları arza varis olduğuna dair müjde vardır.
“Rahmân olan Allah arşa istivâ etmiştir. Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O’nundur. Sen sözü açığa vursan da (gizlesen de), O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; en güzel isimler O’na aittir.” (Taha, 5-8.)
Kasas suresindeki Hz. Musa ilgili kıssa; “Şüphe yok ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” (Taha, 14.) Taha suresinde “Beni anmak için namaz kıl” bazıları bunu “Namaz kıl ki seni hatırlayayım” anlamına geldiğini söylerler.
“Eğer bir kimse, namaz kılmayı unutursa hatırladığında namazını kılmalıdır. Çünkü bunun için başka bir kefaret toktur. ( Buhari, Müslim, Ahmed)
Yine bu konuda Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadis daha vardır. Peygambere; “Eğer namaz vaktinde uyursak ne yapayım?” diye sorulduğunda sevgili peygamberimiz: “Uyuyana bir günah yoktur.” Bir kimsenin uyanıkken namazını terk etmesi günahtır. Bunun için bir kimse namaz kılmayı unutursa veya uyuyakalırsa namazını hatırladığında ya da uyandığında kılar.” Cevabını vermiştir. ( Tirmizi, Nesei, Ebu Davud)
"Onun vaktini herkesten gizlemiş olsam da, her bir kişinin yapıp ettiğinin karşılığını görmesi için kıyamet mutlaka gelecektir." "Ona inanmayan ve kendi tutkularının peşinden gidenler sakın seni ona inanmaktan alıkoymasın, sonra sen de helâk olursun! (Taha, 15-16.)
Mûsâ "Rabbim!" dedi, "Kalbime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. (Taha, 25-28.)
Burada Hz. Musa’nın (as) dilini sürçmesi, kekeme olmasını Firavunun köz denemesinden olduğunu söylüyor. Bu talmutta geçmektedir. Allah peygamberini sonradan açmıştır.
Bir de şu anlaşılabilir. Musa as. Yanlışlıkla mısırda bir adam öldürmüştü Rabbine karşı o kimseden çekindiği için yardım istemiş olabilir. Ama dilini ilk zamanlarda iyi bir beliğ olmadığını kendisine bildiriyordu. “İkiniz beraber Firavun’a gidin, çünkü o sınırı çok aştı. Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyin, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer." "Ey Rabbimiz!" dediler, "Doğrusu onun bize karşı ileri gitmesinden veya daha da azmasından endişe ediyoruz." Allah buyurdu: "Korkmayın, bilin ki ben sizinle beraberim; işitirim, görürüm. (Taha, 43-46.)
Bir insanı doğru yola getirmenin iki yolu vardır. Bir onu tartışma veya öğüt ile ikna etmek, ikincisi onu sapıklığın sonucu ile uyarmaktır.
“Sonra onların ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun ve yakın çevresine gönderdik; onlar ise mûcizeleri inkâr ettiler; ama gör işte fesatçıların sonu ne oldu! Mûsâ dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." "Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları’nı benimle birlikte serbest bırak." Firavun şöyle dedi: "Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım. "Bunun üzerine Mûsâ asâsını yere attı. Bir de baktılar ki apaçık bir yılan! Ve elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne görsünler, o da seyredenlerin gözleri önünde bembeyaz oluvermiş! (Araf, 103-108.)
“Hani rabbin Mûsâ’ya, şöyle seslenmişti: "O zalimler topluluğuna, Firavun’un kavmine git. Onlar (zulümden) hâlâ sakınmayacaklar mı?" Mûsâ, "Rabbim! Doğrusu beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum; Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor; onun için bu elçilik görevini Hârûn’a yükle. Ayrıca ben onlar nezdinde suçluyum; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum" dedi. (Şuara, 10-13.)
“Mûsâ, "Bu seninle benim aramdadır; bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana haksızlık yok! Söylediklerimize Allah şahittir" diye cevap verdi. Mûsâ bu süreyi doldurup ailesiyle birlikte yolda giderken Tûr tarafında bir ateş gördü; ailesine, "Siz bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir parça ateş getiririm" dedi. Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafından, (oradaki) ağaç yönünden kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’ım. Asânı yere bırak!" Mûsâ asâyı yılan gibi kıvrılır görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Mûsâ! Beri gel, korkma, çünkü sen güvendesin. Şimdi elini koynuna sok; bir hastalık yüzünden olmaksızın bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açılıp savrulan kollarını normal konuma getir (sakin ol). İşte bu ikisi Firavun ve adamlarına karşı göstereceğin, Rabbin tarafından iki kesin delildir. Onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır." Kardeşim Hârûn benden daha açık ve düzgün konuşur. Onu da beni onaylayan bir yardımcı olarak yanımda gönder. Zira beni yalancılıkla itham etmelerinden endişe ediyorum." Allah buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki, bu sayede size erişemeyecekler, mûcizelerimizle siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." Mûsâ onlara apaçık mûcizelerimizle gelince, "Bu, olsa olsa düzmece bir sihirdir. Geçmişte atalarımız zamanında böyle bir şeyin olduğunu da duymadık" dediler. Mûsâ dedi ki: "Kendi katından kimin hidayet getirdiğini ve bu ülkede sonunda kimin kalacağını en iyi bilen Rabbimdir. Muhakkak ki zalimler kurtulamaz. Firavun, "Ey seçkinler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi, benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Mûsâ’nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum" dedi. Firavun ve askerleri, bize döndürülmeyecekleri kanaatine kapılarak yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Biz de onu ve askerlerini alıp denizin içinde bıraktık. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu!” (Kasas, 28-40.)
“Sana Mûsâ’nın haberi geldi mi? Rabbi ona kutsal vadi Tuvâ’da şöyle seslenmişti: "Firavun’a git! O hakikaten azdı." De ki: "Arınmayı ve seni Rabbinin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O’na saygılı davranırsın." Ve Mûsâ ona en büyük mûcizeyi gösterdi. O ise hemen yalanladı ve karşı çıktı. Sonra mücadele etmek üzere sırt çevirdi. Derhal adamlarını toplayıp seslendi: "Ben sizin en yüce Rabbinizim!" dedi. Allah da ona ibretlik dünya ve âhiret cezası verdi. Elbette bunda Allah’a itaatsizlikten korkanların alacağı büyük bir ders vardır!” (Naziat, 15-26.)
Firavunun Allah’ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği sabittir. “Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir mümin kişi şöyle dedi: "Adamı, ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için öldürecek misiniz? Oysa o size rabbinizden âyetler getirmiştir. Eğer yalancı biriyse yalanı kendi zararınadır; ama eğer doğru söylüyorsa size bildirip uyardığı şeyin bir kısmı başınıza gelecektir. Hiç kuşku yok ki Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz. Ey benim kavmim! Bugün ülkede hâkimiyeti elinde bulunduran bir toplum olarak hükümranlık sizindir. Ama eğer Allah’ın cezası başımıza gelirse O’na karşı bize kim yardım edebilir?" Firavun ise, "Ben sadece kendi bilip gördüğümü size gösteriyorum ve sizi yalnızca doğru yola yönlendiriyorum" dedi. İnanan kişi de şöyle dedi: "Ey kavmim! Doğrusu vaktiyle (peygamberlerine karşı) gruplar oluşturmuş eski toplulukların yaşadıkları felâketlerin benzerinin sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Nûh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonrakilerin durumu gibi. Allah asla kulları için zulmü istemez. Ey kavmim! Sizin hakkınızda, insanların çığrışacağı günden korkuyorum. Öyle bir gün ki, arkanızı dönüp kaçarsınız ama sizi Allah’tan kurtaracak hiçbir güç bulamazsınız! Allah kimi şaşırtırsa artık onu doğru yola yönlendirebilecek bir güç yoktur. Daha önce Yûsuf da size açık kanıtlar getirmişti; ama onun size getirdikleri hakkında da hep kuşku içinde oldunuz. Nihayet o vefat edince ‘Artık Allah ondan sonra kesinlikle hiçbir elçi göndermeyecek’ dediniz. Aşırılığa sapmış, kuşkulara boğulmuş kişiyi Allah işte böyle şaşırtır. Onlar, kendilerine ulaşmış kesin bir kanıt olmadan Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler. Bu tutum, gerek Allah yanında gerekse inananlar yanında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, kendini beğenmiş her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." (Mümin, 28-35.)
“Firavun kavmine seslenerek şöyle dedi: "Ey milletim! Mısır’ın mülkiyeti benim değil mi? Şu ırmaklar ayaklarımın altında akmıyor mu? Bunları görmüyor musunuz? Ayrıca ben bu değersiz, neredeyse söylediğini anlatmaktan âciz adamdan daha iyi değil miyim? (O bir peygamber ise) kendisine altın bilezikler indirilse yahut dizi dizi melekler onunla birlikte gelseler ya!" (Zuhruf, 51-53.) ayetleri dikkatlice okunduğunda onun Allah’ı ve melekleri inkâr etmediği açıkça anlaşılır. Firavunun reddettiği husus Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasi hükümranlığına müdahale etmesiydi.
“Onlara Kur’an okunduğu zaman, "Ona iman ettik, şüphesiz o Rabbimizden gelmiş gerçeğin kendisidir. Esasen biz bundan önce de Rabbimize boyun eğmiştik" derler.” (Kasas, 53.)
Konferansta, açıkoturumda veya bir başka yerdeki programda karşımızdaki insanlar; Ya bizim durumumuz, ne demek yani biz kâfir miyiz? Şeklindeki sorularının cevabı, Allah’ın kitabında tek tek açıklamıştır. Biz bir kimseye kâfirlik veya münafıklık sıfatını veremeyiz. Bundan başka lafızlar vermeye benim gücüm yetmez. Allah’ın kâfir dediğine sen de Kâfir diyebilirsin. Münafık, Müşrik, Fasık, putperest dediği kimselere sen de diyebilirsin.
“O der ki: "Ey Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki daha önce gören biriydim." Allah buyurur: "İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!" Haktan sapan ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır. Kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları hâlâ yola getirmedi mi? Oysa onların yurtlarında dolaşıp duruyorlar! Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkaracağı dersler vardır. Eğer Rabbin tarafından daha önce söylenmiş bir söz ve belirlenmiş bir vade olmasaydı, hemen yakalarına yapışılırdı. Sen onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgüyle tesbih et; yine gecenin bazı vakitlerinde ve gündüzün iki ucunda da tesbih et ki hoşnutluğa erişesin. Sakın kendilerini sınamak için onların bir kesimini yararlandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz dikme! Rabbinin sana verdiği nimetler daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Taha, 125-131.)
10.10.2019
Yozgat
YORUMLAR
Islam`in düsünce sistemi kendi kaynaklarina dayandigi kadar degerlidir.Ve Allah indince gecerlidir.Cagin gidisatina sartlarina, beseri sistemlerin yaldizli yasantisina ayak uydurmaya calisan düsüncelerin hicbiri islam düsüncesi degildir.Yaklasik bir asirdir Müslümanlarin en büyük eksigi düsüncesizlik degil, bassizliktir.Halifesizliktir imamsizliktir....Bu yüzdendir ki, islam düsünürlerin bircogu emperyalistlerin oryantalist cakallarin etkisi altina kalmislardir.Selam ve duaile
İslamı değiştirmek şeriatı değiştirmektir. Şeriat biterse islam biter zaten...
Yenilenme değil yeni bir yapılanma gerek en çok kendi coğrafyayasına zarar veren din dünyayadaki etkisini de sürdüreceltir.
Bugün düşünen insanlık islamiyetin zayıflıklarını ve kötümserliklerini kavramıştır.
islam bu yüzden gider ayak daha fazla katılaşmışmaya başlamıştır.
El kaide, el nüsra,ışıd ve benzeri örgütler islamın korku salarak nasıl da güçlü göründüğünün resmidir.
Birde şu var ikiz kulelere saldırmada" ,
"israilin işi yok kafa keserler "israilin işi",
yok orası bombalanıri burası bombalanır. "israilin işi"... hırsız suçlu diyelim "bağcı"nın hiç mi suçu yok? .
İDRİS ÇETİN
İslam kötü değil insanlar kötüdür
İnsanların kötülüklerini İslama yıkmak aptallıktır
Gülce Şeren
Yorumumu çürütmediniz sağolun. Bu dünya islamiyetin ekseninde kurulmamış. müslüman olmayanlar sizin içiin"aptal" oluyor hdemek ki.. lütfen yazdıklarınızı bir kez daha okuyun. hakaret ederseniz cezasını çekersiniz..
İDRİS ÇETİN
El kaide işidgibi örgütleri kurduran kurduran ABD depimi
Amerikan ırakda öldürdüğü insan sayısı 10 milyon cibarında
İslam hakkında kulaktan dolma veya gazate televizyon İnternet haberleriyle yetşnerek bu konuda yanlış yorumlarda bulunmak ir araştırmacoya yakışmaz. Kuranı kerimi diyanetin meal ve tefsiri den okuyunuz ayrıca hadis oarakkda buhari ve Müslim okuyunuz.
Dünyanın söürü düzenini bir araştırın ezen ve ezilenler kimler. Neden her yerde Müslümanları kanı akıyor akıtılıyor. Bunların sebebini İslama yıkmanın yanlış olduğunu söylüyorum. Y
Yıllarca yurdumuzda terörü besleyip binlerce insanın şehit olması da mı islâm'ın suçu
Keşke Peygamber imizin hayatını ve Kuranı kerimi meali ve tefsiri olarak okusanız iyi olurdu.
Özetle insanların yanlışını islâm'ın yanlışı gibi görmek yablıştır
İnsanların yanlış hareketlerini İslama yıkmak yanlıştır.
İnsanların yapmış olduğu yanlışlar yüzünden İslam dinini küçük görmek yanlıştır.
Uzun yazarak başınızı ağrıttım hakkınızı helel ediniz
Hakkı yazan kaleminiz daim olsun inşallah Allaha emanet olunuz