- 347 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YAZAMIYORUM İŞTE !
Yazamıyorum işte kaza kurşununa gelenleri,
Yazamıyorum işte çocuk gelinleri,
Yazamıyorum işte teknolojiye esir olmuş gençleri,
Yazamıyorum işte sokak ortasında katledilen kadınları,
Yazamıyorum işte sokakta kalan evsizleri,
Yazamıyorum işte tecavüzcüleri, tacizcileri, katilleri,
Yazamıyorum işte haksız adaleti, bu adalettekileri,
Yazamıyorum işte sokak hayvanlarına yapılan işkenceyi,
Yazamıyorum işte sahte aşkı, ucuz insanları ve kahpe hayatı…
Bir yazar olarak atıştığım tek şey yazılarım belki de, ozanlar bile atışacağı bir dost bulabiliyorken; ben şu hayatta, şu devirde artık dost diyebileceğim veya dostluktan da öte gidebileceğim kimseye inanmıyorum.
Öyle bir hayattayız ki! Aşık olsak aldatılıyor, sevsek hayal kırıklığına uğruyoruz. Ve bizim gibi insanlara neden bunlar yapılıyor diye iç geçiriyoruz, ne acı…
Kelebekler bile çift, karıncalar bile toplu geziyor, ormanlardaki ağaçlar bile halay çeker gibi omuz omuza… Rakının yanında bile balık varken bizim yanımızda neden kimse yok?
Kuşlar bile tek başlarına ötmüyorlar, en güzel çiçeklere serenat yapıyorlar.
Ya sokak hayvanlarına edilen zulüm? Bence hayvan sevmeyen insan evcil değildir. İnsanlar hep hayvanların vahşiliğinden bahseder, ama onları vahşileştirip bir vahşete yol açan yine insanlardır.
Aslında insanları evcilleştirmek gerek, bir köpek durduk yere havlamıyor. Bir kuş gıybet yapmıyor, bir kaplumbağa size ihanet etmiyor, bir tavşan kimseye tacizde bulunmuyor veya bir fil kimseyi öldürmüyor.
Yani evcil olmak için hayvanların bizi evcilleştirmesi gerekiyor.
Adalet yerine adaletsizlikten daha çok yakınır olmuşuz, ‘’Soğan olmuş 19 TL kabak Allah ne verdiyse’’ diye diye söylenen emekliler bile mezarda ucuz Pazar hayalleri kuruyorlar.
Çivisi çıkmış dünyayı cehenneme benzetip, gerçekte cehennemin bile onları bu zamlar kadar yakamayacağından oldukça eminler.
Tecavüzcü, tacizcilere ne demeli? Belki de burası onların yeri, adaletsiz bir dünyada atlarını koşturuyorlar rahatça. Ufacık çocuklara tecavüz ediyorlar, psikolojilerini bozuyorlar ve canlarına kıyıyorlar…
Sonra birkaç ay yatıp çıkıyorlar ve yine sapıkça fantezilerine başka kurbanlar arıyorlar. Bunlara ya idam ya hadım ama kimsenin ne kılıcı keskin nede yüreği cesur işte…
O yüzden yazamıyoruz ya!
Yazarsak bizim kalemimiz keskin dilimiz daha sivri ama herkes masum biz daha suçlu…
Ya evsizlere ne demeli? Siz hiç kuru ayazda veya kar fırtınasında sokakta kaldınız mı?
Siz hiç çorapsız yalınayak kaldırımlarda yürüdünüz mü? O soğuk taşlardaki desenleri yalınayaklarınızla hissettiniz mi?
Onlar sıcacık bir evin, sıcacık bir çorbanın ve sıcacık bir battaniyenin hayalini kurdular hep, durumu iyi olan insanlar ise bir fakiri doyurmak, giydirmek yerine barlarda diskolarda eğlenmelerine baktılar.
Şampanya patlatıp, dansözlere para saçarken belki de bir çöp konteynerinin kenarında açlıktan veya soğuktan ölen insanları umursamadılar bile…
Ve merhametlerini, vicdanlarını bir kenara kaldıran kadınlarımız…
Yalnızlığı seçen, korkudan evlerinden çıkamayan her an ölüm tehdidi alan zavallı kadınlarımız? Melek kanatlarını bir köşeye bırakıp şeytan olmak için direnen kadınlarımız…
Hiçbir şeye güveni, inancı kalmayan hayatlarına kimseyi alamayan ve sokak ortasında darp edilen, suçlanan ve ayin edilircesine kurban edilen kadınlarımız.
Gençlere ve akıllı telefonlarına ne demeli?
‘’ Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde akıllı telefonu olan gençler varmış, telefonları o kadar akıllıymış ki? Bütün gençlerin beyinlerini ele geçirmiş ve onları kendi egemenliğine kurban etmiş. Ve en acısı da beyinleri hipnoz olan gençler bir daha o hipnozdan çıkamamışlar. Buna anne babaları bile engel olamamışlar, akla akıl katan kitaplar, bilgiler, ve kelimeler yetersiz ve anlamsız kalmış.’’
Doksanlarda kalan tertemiz düzeni ve saf hayalleri beyin yiyen zombilere yani akıllı telefonlara teslim ettik.
Gün gelecek bir masal kitabı okurken dalıp gitmeyi, sobanın üzerindeki kestanelerin pişmesini beklerken ki sabrı, aşkı kokulu mektuplara yazmayı, kaybettiğimiz saygıyı, anlayışı, fedakârlığı, haysiyeti ve şerefi daha çok arayacağız.
Kahkahaları, hoş sohbetleri, oynadığımız oyunları bile daha çok arayacağız. Akıllı telefondaki akılsız olan her şey gerçek beyinleri mutsuzluğa, sahte beyinleri ise mutluluğa itiyor işte.
Yediğin yemekleri, kazandığın paraları, yeni aldığın elbisenin dekoltesini ve tavuk kıçına benzeyen büzüşmüş dudakların ne anlamı var ki?
İnsanlığa ne kazandırıyor ki?
Geçenlerde bir yarışma programında büyük ödülü kazanan çocuk sayesinde İstiklal Marşımızı ezberleyen bir toplum olduğumuzu gördük, yalan mı?
Oysa şu akıllı dediğimiz akılsız telefonları bıraksak aklımız tekrar çalışmaya başlayacak, ama neden bırakalım ki?
Sanalda günde on tane hatun düşürüyorum diyen gençlere yazık olur sonra…
Ya çocuk gelinlere ne demeli; Ellerinde oyuncak bebeklerini, sırtlarında okul çantalarını taşımaları gerekirken, kendi doğurdukları bebeklerine anne ve kendilerinden yaşça büyük adamlara esir olmak zorunda kalıyorlar.
O gelinliğin içinde boncuk boncuk gözyaşı dökerken, aileleri aldıkları başlık parasının sevinciyle halay çekiyor, takılan takıları nasıl alsak planları yapıyorlar.
O çocuğun aklı hala evinde bıraktığı bebeğinde iken, iğrenç ötesi sapıkların fantezilerine kurban oluyorlar.
Şehir magandaları da ayrı bir dert, ağalık mı paşalık mı? Bir tabancaya mermi koyup kafasına göre sıkmak! Rus ruleti oynar gibi insanların hayatıyla oynamak.
Ve giden canlar, kumarda kaybedilen hayatlar.
Giden canlar deyince aklıma gelen şehitler ve analar, geride kalan gelinlik kızlar…
Tabutlara serilmesin, göklerde dalgalansın şanlı bayraklar.
Nereye gider bu toplum, bu insanlık ve bu kareli dünya, her karesinde gözyaşı ile dolu bir filmin direnişi aslında…
SERAP KAYA