- 750 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
'deus ex machina'
Şehrin Belediyesinin yaptığı en güzel hizmet üzerine oturmaya karar verdiğimde ikindi sonrasıydı. Olumsuz durumların üzerini örtüp, olumlu bir şeye odaklanmaya ihtiyacım vardı. Yine de bu çözüm değildi. Günlük burç falımı okuduğum nasıl da kendini belli ediyordu! Eğer bir problem varsa, o problem hakkında sonsuz bir bilgiye sahip olma merakım yüzünden midir bilmiyorum ama yorgundum. Düzeltilmesi gereken bir şey varsa bile, bunun için eylemim söz yitimleri sonrası iyice güçsüzleşmiş ve beni yalnız bırakmıştı. Gururumun kırıldığı, başarısızlığın korkusuyla defalarca tıkanıp, nefesimi bile kontrol etmekte zorlandığım günler geride kalabilirdi. Hiçbiri yenilgi değildi.
Kendimi nasıl da şımartıyorum! Bir elimde ambalajı açılmış çikolata dururken, bankta yanımda yarısı içilmiş bir pet şişe duruyordu. Romantik anlamda Meksika duvarlarından hallice bir betonun gölgesi sınır boyunca uzanıyordu. Açık sözlü olmanın insanları yıkıp döktüğü bir çağda, öfkemi kontrol etmeyi kaçarak buldum. Kaçtım, tüm defoları görmezden geldim. Kendime dahi bakamadığım günlerde aklıma gelen her şeyi söyleme arzumun beni kusursuz bir yabancıya çevirdiği son günlerimi mutlu bir avuntu olarak terk edemiyordum. Armoninin zevkten ıslık çaldıracağı günlerdi. Bütün duyguları aynı anda harman edilmiş halde buluyor ve akordun çoğu zaman es vermeye alıştırdığı gözlerimi kısıyordum. Ne deniz sonsuz bir maviliğe aitti, ne de duygularımın yumuşak bir diz üzerinde saatlerce hayal kurduğu dakikalar! Bedenim kaskatı kesilirken, terlediğimi hatırlamak kötü bir tecrübeydi. Sırtım ıslak bir atlete her çarpışında göğsümde ince bir sızı hissediyordum. Mutlaka renkliler içerisinde yıkanmış üç atletten biri olmalıydı. Aslında beyaz atletin daima beyaz kalmasını istiyorum ama üç tanesini bu konuda azletmiştim. Renkliler, o üç atleti her defasında makine kazanı içerisinde defalarca dövüyor, kendi benliklerine ait kiri akıtıyor ve onları asla masum kalamayacakları günlerden bugüne değin bir başkalaşım geçirmelerine sebep oluyorlardı. İlginç bir şekilde onları yeniden umursuyordum fakat bu sefer ıslak, ter toplayıcı mahiyetleri yüzünden asabım bozuluyordu. Hayatımda var olduklarına inandığım insanlarda böyle olmamışlar mıydı? Bir süreliğine nazımı bile çekenler olmuştu. Sonra hiçbir şeyimin çekilmez ve katlanılmaz olduğuna inancım artmıştı. İstemek, defalarca aynı şeyi arzulamaktan kaynaklanan bir duygu hatasıydı bu varlık kümesi içerisinde inleyişlerim.
İnleyişim gözlerimden uzak maviliklere doğru yayılıyordu. Dört farklı ses kendisi içerisinde armonisini bulurken, ruhumun bu armoniler diyarında hoş ve güzel bir sohbete diz çöküyordu.
Ena: Koyu, gergin hatlarıyla fazlasıyla ağırbaşlı bir imgelem sahip olduğu karanlığın rüzgârıyla yaklaşıyordu. En yakın olduğunu düşündüğün an, görüntüsü olmayan ani bir patlama sonrası sonsuz akışa kendisini bırakıyordu. Ey Lydia, bu eser senin ve arzuladığın tüm güzellikler seninle olsun! Çakmağın sesi parçalıyor, yırtıyor kırmızı bir gölgeyi. Bana ilkel duyguların üzerine giyindiğin çuhanla primitiflerin sultanı olarak geliyorsun. Yanında getirdiğin duyumsamalar; ‘bona fide’ nasıl olur da aynı köprüden bir daha geçmeye hazırlanıyorum?
Dio: Yıkılası Tümülüsler, bir kedinin kendisine yiyecek veren birisine hasretle koşuşunu andırır tüm zengin taşların! Tutkularımın mahvında bir flütün sonsuz akışkanlığı mevcut ve ölçüsünü kaybetmiş bir seramik işleme üzerinde kırık parmağıyla ‘dile benden ne dilersen’ diyen nakışlı bir sis bulutu görüntüyü darmadağın ediyor. Her şey Frigya düşünde sersemleşirken, koca kıçlı Kibele ellerini açıyor ‘gel’ diyerek.
Tria: Fibulalarla bağlıyız birbirimize. Cui bono? Sersem, ıslak ve sarkmış göğüsleriyle Kibele’nin aşık olduğu bir gençlik mahvında dargınlığın en belirgin hatta üzerinde ilerlemekteyiz. Her şey bu sayfanın arkasında duran gerçeğin nefesini yüzünde hissetmenin talebinde sarhoşken, çarp ellerini sonsuz akışın talihine. İonya’nın tüm baldırı çıplakları buraya doluşun! Parlak bacaklarınıza sızan Güneş dans etmenizi bekliyor.
Tessera: Kır taşları! Al, bul, cevapla, darılma, engelleme; yanıldığının zahmeti değildir gözlerinde ateşle yürüyen varlık! Sevgi kollarındaki terlere sarılıp seni daha da güçlü kılarken, hayretin mucizesinde atların kişneme seslerinde tüm kuvvetinle kurumuş kanlar mabedi miğferini çıkar ve gövdene vur en büyük topuzu! Dor upuzun bir hikâyenin derisi kayıplarla paklanan bir savaşın sesidir. - Dixi.
Mabedimin yıkılan taşlarına ağlayacak halde değildim. Birkaç saklanması gereken eylemimi ortaya çıkarmada mahir dünün, berrak sular arasında nasıl da kirli kaldığına şaşırmam mı gerekiyordu? Ziyafetin biteceğini umduğum an, her uzvundan ayrı bir renk çıktığına şahit olabileceğim bir kadın ‘çakmağınızı alabilir miyim’ diye karşıma dikildi. İçimde gizli saklı ne varsa, başka türlüsü olabilir şüphesini bir kenara atamayacağımı fark ettiğim her dakika bu rahatsızlığı yaşamaya devam edeceğim. Hiçbir ilacı kabul etmediğimi söylemiyorum, çünkü hiçbir tedavi yaklaşmıyor, yanaşmıyor yıkık mabedimin çölü andıran bahçesine. ‘Ya, ben sizi tanıyorum sanırım’. Kadın aslında olduğu yerde duruyordu fakat renk çıkarmakla mahir uzuvları hareket etmediği halde onu kıpırdamakla meşgul görüyordum. Siluetinin canlı hatlarında yorgun bakışlarını ayırt ettiğimde ‘nereden’ diye sordum. ‘Evet, tabi ya, hatırladınız mı beni? Siz bir ara şarkı söylüyordunuz. Duymuştum sizi. Ne güzel sesiniz var demiştim. Hatırladınız mı beni?’ Yüzünde en ufak makyaj izi olmamasına rağmen bu kadın neden bana bu kadar renkli gelmeye devam ediyordu ki? ‘Pardon’ dedim, ‘cidden hatırlayamadım. Yardımcı olabilir misiniz?’ Hayır, hatırlamıştım. Evet, hatırlamıştım ve kim olduğunu da biliyordum. ‘Ben tiyatrodayım demiştim. Hatta oyunuma bekliyorum da demiştim. Sanırım dört yıl geçti üzerinden. Ne çok olmuş! Sahi neden hiç gelmediniz?’ Yutkunurken acı bir su tüm bedenimi ele geçiriyordu. Beni çağıran var dünlerden ve gidememişlik eklenmiş bir de yanına, mutlu musun şimdi? Bağırma diyorum, lütfen bağırma. Yaylı bir sazdan inceden, kalına doğru minör bir dâhil edilişin sancısıyla beraberim. ‘Oturmaz mıydınız’ dedim, ‘çikolatamı paylaşmak istiyorum. Biraz konuşuruz.’
Otururken gözlerimi denizin maviliklerinden, üzerindeki mavi eteğe kaydırmıştım. Mor kumaş parçaları mavi eteğine sonradan eklenmiş gibi duruyordu. ‘E, aynı yerde mi çalışıyorsunuz hala? Ben bayadır sahilin şu kısmından öteye gitmedim.’ Eliyle bir sınır çiziyordu. ‘Neden’ diye sormamı bekliyordu. Çikolatamın yarısı duruyordu. Uzattım. Onunda elinde pet şişe vardı. Bu şehirde ne kadar çok pet şişe var! ‘A, teşekkür ederim. Evet, garip gelebilir size ama çok sevdiğim bir arkadaşımı üç sene önce şu ilerideki adı lazım değil kafenin önünde kalp krizinden kaybettim. Daha otuz dokuz yaşındaydı. İnanabiliyor musunuz, o kadar genç biri kalp krizinden gidiyor. Hala onu çok özlüyorum. O kafeden öteye doğru artık adımımı atamıyorum. Evi de az ötede Liman sitesindeydi. Garip ama gidemiyorum. İnsan çok sevdiği birini kaybedince dünyadaki çoğu güzellikleri yitirdiğini anlıyor. Yirmili yaşların başında âşık olduğum erkeklerden ayrıldığımda, dünyanın başıma yıkıldığını düşünüyor, günlerce evden çıkamıyordum. Bu yüzden kendimle tamamen yalnız yaşayacağım diye büyük bir iddiaya bile girişmiştim. Komik tabi, böyle bir şeyin gerçek olamayacağını hayat insana öğretiyor. Of, çok konuşuyorum değil mi? Yanınıza oturttuğunuz için umarım pişman olmadınız.’
Kolundaki bronz bileziklerin tıngırdayışı hoştu. Gülümsedim. ‘Asla böyle bir şey düşünmeyin. Şu an nasılsınız?’ Tekrar bilezikleri tıngırdatıp, kolunu dizinin üzerine koyduktan sonra ‘nasıl mıyım, nasıl bir soru bu oysa ‘nasılsın’ sorusu. Ne hissettiğimi aslında söylemek istiyorum bunun nasıl olacağını bile tam olarak kestiremiyorum. Sonra herkes gibi ‘iyi ya, sen nasılsın’ diye soruyorum. Böyle olmuyor mu?’ Yine güldüm. Gülmem gerekliliği bir kenara, varlığının hayat fışkırtan tüm deliklerine hoşnut kaldığımı itiraf edebilirdim.
‘İyiyim, ya siz nasılsınız?’
‘Ben de iyiyim, sağ olun. Ya siz daha nasılsınız?’
‘O, iyi olmam mı? Sizi gördüm daha da iyi oldum. Siz daha daha nasılsınız?’
‘Ha ha, nasıl olacağımızı bırakalım da başkaları mı yanıtlasa?’
‘Kim mesela?’
‘Kimse!’
‘Kimse nasıl olduğumuzu söylemeyecekse, nasıl olduğumuzu söylemenin ne gibi zorunluluğu olabilir ki?’
‘Neden olsun ki? Elemtere fiş kem gözlere şiş, ne güzeliz ya değil mi?’
‘Hala tiyatroda mısınız?’
‘Olmamam mı gerekiyordu? Siz isterseniz olmayabilirim. Nasıl olsa siz hiç orada olmadınız!’
‘Bu biraz inciticiydi. Bir açıklama sunamam, sebepler ortaya sunup ‘şundan dolayı gelemedim’ diyemem ama merak ettiğimi ve hatta orada bekleyişimin bile beni memnun kılacağına dair yemin edebilirdim. Küstahça fakat gerçek!’
‘İyi bir oyuncu olurdu sizden. Yüzünüzde bu kumaşın olduğunu söyleyen daha önce oldu mu?’
Yolun bu kısmı fevkalade ağırdı. Gözlerinin derinliklerinde yüzümü bulabileceğimi sanmıyordum. ‘Az önce’ dedim, ‘dört ayrı Yunan armonisi üzerine düşünüyordum. Siz çıkıp geldiniz. İyi ki geldiniz! İyi ki hala şu sigarayı içiyorsunuz!’ Bu sefer o gülüyordu. Bazı insanların müstehzi gülüşleri vardır. Gülüşleri ardına saklanan yılmış bir geçmişin el izleri, geveze çağırışları onların yüzlerine ayrı bir güzellik sunar. Onun yüzünde de bu güzelliği görüyordum. Onun elleriyle havada çizdiği sınırdan geride duran bu bankta oturup denize bakarken düşüncelere dalmasaydım, sigara içmeseydim belki de hiç karşılaşmayabilirdik! Önceden teşekkür ettiği çikolatadan ilk ısırığını yeni alıyordu. Sonra pet şişe içerisinde duyan suyun tamamını içip, ‘bir sigara daha içebilirim, sonra kalkmalıyım’ dedi. Her konudan, darılma gücenme olmadan konuşulabilecek bir insandı. Yanımdan ayrılmadan önce telefon numaralarımızı birbirimize verip, üç gün sonra sergileyecekleri oyun için benden söz almıştı. Önümüzdeki Cuma günü sergileyecekleri oyunu nasıl da merak etmiştim! O giderken bir süre arkasından baktım. Yanımda otururken kısa kollu beyaz gömleğinin altına giydiği askılı kırmızı bluzunun bana anımsattıklarıyla meşguldüm. Kızgın çöl kumunu adımlayan ayakları olduğunu düşünmüş, asla kibirli sayılamayacak, gururlu ve enerji dolu yanına sonsuz döngüsüyle bir gülümseyiş bırakmıştım.
Cuma günü akşam sekiz gibi tiyatro önünde durmuş, son sigaralarımı içiyordum. Sabah Suna’dan mesaj gelmişti:’ Hatırlatmak istedim. Akşam 20.15. Umarım gelirsin.’ ‘Umarım gelirsin’ kulaklarımın içinde tatlı bir nefes gibi yankılanıyordu. Bu küçük temenni ağır hasarlı bir makinenin tamiri için kâfi olmasa da, bir süreliğine daha insan pazarında yaşayabilmesi adına lütuftu. İnsanlar geliyorlar, gidiyorlar, kavuşuyorlar, ayrılıyorlar, seviyorlar, konuşuyorlar, susuyorlar, ağlıyorlar, beraber ağlıyorlar, hatta birbirlerinin gözlerini siliyorlar, kapanmayacaklarını bildikleri yaraları bile konuşuyorlar; insanlar durmadan bu döngüyü devam ettiriyorlar. Bir tiranın parmaklarıyla çizilmiş hayali mahpusları bile konuşacak biri olmadığım için mi böyle cezalandırılmış ve yalnızlığa mahkûm edilmiştim? Hayır, lütfen yanlış anlama Tanrım! En çokta seni konuşmayı, hakkında saatlerce kafa yormayı seviyorum. Buna bile engeller var eden bir çağın çöplüğünde mühletimi mi beklemeliyim? Yolu bildiğim halde yine de bu yoldan sakınmamı hangi bahanelerle anlatabilirim? Suna bir işaret miydi? Zamlardan dolayı kendisinin bile beli bükülmüş sigaranın sayesinde karşılaştığım Suna, cezamın kaldırıldığını mı söyleyecekti? İçeri girdim. Parrhesiastes yazılı hafif tuzlu biletimi cebime koydum. Salonun tüm ışıkları açıktı. Koyu kırmızı perdeyi selamlayıp, yerime geçtim.
Parrhesiastes’in ne manaya geldiğini bilmiyordum. Telefonu elime aldım. Salon dolmaya başlıyordu. ‘Açık sözlü, cesaretiyle özgür konuşan’ manasını öğrendikten sonra telefonu tamamen kapattım. Beş perdelik oyun boyunca ‘keşke not alabileceğim imkânım olsaydı’ diye düşünüyordum. Antik Yunan hakkında pek çok okuma yapsam da, aklım her defasında okuduklarımı bana unutturmaya niyetli olduğundan hafızamda bir şey kalmıyordu. Suna’ya sormak istediğim pek çok detay vardı. Tiyatro binasının önünde iki saat önce olduğu gibi sigara ağzımda bekliyordum. Suna’nın ne zaman dışarı çıkacağına dair en ufak tahminim yoktu. Tiyatroya sık gelen biri olsaydım bu gibi önemli detayları biliyor olurdum. Yine de bunun için kaygılanmamalıydım. Sadece on beş dakika beklemiş, üç sigara içmiş ve yorgundum. Suna arkadaşlarıyla beraber kapıdan dışarı çıkıyordu. Oyun boyunca yer yer oturmuş olsa da, çok hareket etmesine rağmen yine de enerjik gözüküyordu. Vakit geceye yaklaşırken, karanlık aldatıcı oluyordu ama Suna’nın hala enerji dolu olduğu konusunda emindim. Beni gördü. Görmesi için zaten merdivenlerin bitiminde duruyordum. ‘Merhaba Sokrates Hanım’ dedim. Gülüyordu. Dizine kadar uzanan siyah bir elbise vardı. Düğüne giden orta yaşta bir kadına hiç benzemiyordu. Sahi, bu tür elbiseleri genç kızlarda düğüne giderken giyiyor. Bazılarının üzerinde fenada durmuyor hani ama çoğu kahreden bir keder yumağı gibi etrafta dolaşıyor. Kimisi de ‘siyah kiloyu göstermez’ yalanına uyup giymiyorlar mı? Ah bilseler nasıl kötü olduklarını! Aman canım, benimkisi de iş mi! Ben çok kibar bir adamım sanki! Kendi kendimi eğlendirmekle meşguldüm. Suna’nın keskin parfüm kokusunun yanı sıra, losyon ve sabunlarla karışmış yüzünün kokusu yüzüme sinmişti. Yanaklarımdan öptükten sonra ‘gelmişsin’ dedi. ‘Kim çağırdı da gitmedim? Çağırmadılar gitmedim. Görme dediler, görmedim. Duyma dediler, duymadım. Sevme dediler… Hayır, sevdim ama yeltenmedim. Kırdım şu ağrıyan dizlerimi! Kanattım kollarımı, bileklerimi. Sen ‘gelirsin’ dedin, ‘gel’ dedin, ‘geldim.’ İçimden geçenleri demek için hiçte müsait bir ortam yoktu. ‘Arkadaşlarla Passion’a gideceğiz, sen de gelir misin’ diye sordu. ‘Ecce homo’ deyip beni arkadaşlarına tanıttığında küçük şarap evinden içeri girmiştik. Masanın etrafında altı kişi oturuyorduk. Sonradan tek tek tanıştığım dört kişide birbirinden tatlı insanlardı. Jale oyunun yazarıydı. Ali Kemal, Şevval ve Serdal tiyatro oyuncularıydı. Her biri Parrhesiastes’u oynamayıp, bilakis yaşamışlardı. Fakat yine de neden Parrhesiastes olarak Sokrates’i Suna oynamıştı diye merak ediyordum. Sormaya utanıyordum. Kallikles’i oynayan Serdal elindeki şarap dolu toprak kadehi kaldırıp ‘felsefenin ve yaşamın fazlası zarardır dostlar, şerefe’ derken, Serdal’da dâhil her birimize o an keder çöreklenmiş, susmuştuk. Ali Kemal bir süre çıt sesi çıkmayan masaya can getiriyordu:’ Ne diyor arkadaşlar Hayyam; bir kerpicim de olsa, satar yine şarap içerim. İçelim arkadaşlar, dünya cehennemine içelim, Sokrates’e, Kallikles’e, armağanların en güzeli Pandora’ya, onun ak göğüslerine içelim.’ Şevval, Ali Kemal’e dönüp ‘elbisenin ipi gevşek, yoksa hiç gözükür mü’ diyerek şuh bir kahkaha atarken, Suna’ya bakıyordum. Aynı anda bana bakması hoşuma gitmişti.
Serdal ‘arkadaşlar’ dedi, ‘ne olacak şu ülkenin hali?’ Şarabından bir yudum aldıktan sonra devam etti:’ Ne güzel yazmışsın Jale, bu bilmem kaçıncı söyleyişim sana ama inan içim hep rahatsız. Parrhesiastes meselesini Antik Yunan’da eril egemenliği iğneleyerek güzelce oynadık. Fakat Sokrates’inde asıl belirttiği türden parrhesiayı çağın belalarına karşı kullanamadıktan sonra biz bunun oyunu oynamışız, hatta şehir şehir dolaşıp bunu göstermişiz ne ki! Ne faydası dokunuyor insanlık namına? Size soruyorum, siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?’ Jale’nin kısa siyah saçları parlıyordu. Toprak kadehini masaya bırakıp uzun işaret parmağını havaya kaldırıp ‘ama’ dedi, ‘dediklerinde yanlış hiçbir şey yok. Yalnız karanlığa karşı yakılacak mumlar çeşit çeşittir. Bizim elimizden gelen, yetimiz dâhilinde ortaya sunduğumuz ister buna kritik de, ister devrim de, istersen de ne dersen de daha fazlası değil. Seni çok iyi anlıyorum Serdal ancak bu kadarız! Fazlasını yapabilecek bir agora var da, biz mi orada değiliz? Kaygılarını, üzüntünü anlıyorum ancak elimizden başka bir şey gelmez. Ayrı ayrı hapishane köşelerinde çürüsek, kim bizim için üzülecek? Eleştiriyi sanat yoluyla yaptığımız zaman aslında unutulmayacak bir iş ortaya koymuş oluyoruz.’ Serdal tatmin olmuşa benzemiyordu. ‘Ya ya’ dedi, ‘bu dediklerine keşke –hayır, yanlışsın diyebilseydim. Maalesef haklısın Jale!’ Serdal toprak kadehine şarap doldururken bana dönüp ‘ya sen arkadaş, sence biz yanlış yolda mıyız? Üç maymundan öteye gidemeyen, fularlı eşekler miyiz?’ Suna’ya baktım. Yorgun gözlerini meraklı yüzü okşuyordu. Masadaki sessizliği şarap yudumlayışları bölüyordu. ‘Ben’ dedim, ‘bu masada sanat ve sanatın değeri, etkisi üzerine konuşacak son insanım. Fakat fikrimi merak ediyorsanız, yalnız size şunu söyleyebilirim ki arkadaşlar, yaptığınız işin her anına, hareketine ve emeğine hayranım. Platon ‘sevginizi belli edin’ der. Ben sizi, her birinizi, sanatınızı seviyorum. Ve yine Platon’un ‘bilginin elde edilmesi, bizi iyiliğe götürür’ dediği gibi, siz bilgiyi yaşayarak o sahnede gösteren insanlarsınız. İyiliğe götüren her yol güzel değil midir? Burada size küstahlık edecek değilim ama asla bu mücadeleden, bu emeğinizden vazgeçmeyin. Siz canlı sevgi kulelerisiniz. Sahnedeyken kendinizi canlı seyredebilme imkânınız olsaydı, inanın ne dediğimi daha iyi anlardınız. Kameraya alınan kayıttan bahsetmiyorum, şu canlı gözlerle diyorum… Umarım yanlış bir şey söylememişimdir. Şarap, ah dokunuyor!’
Masada ben hariç herkesin yüzü gülüyordu. Söylediklerimden memnun olduklarını görmek güzel bir duyguydu. Suna masaya dayadığı kolunun üzerinden havaya çiçek gibi açılan eliyle çenesini destekliyordu. Mey demindeydi. Vakit ilerledikçe muhabbet havadan sudandı ancak güzeldi. Passion önünde altımızda tatlı bir salınmayla ayrılmak üzereyken ayakta son muhabbetimizi yapıyorduk. Serdal, Jale, Ali Kemal, Şevval… Her biri güzel insanlardı. Şevval sarmaşık gibi Ali Kemal’e sarılmıştı. Jale karşıya geçecekti. Serdal ‘ben de son minibüse yetişeyim arkadaşlar’ dedikten sonra Suna’yla yalnız kalmıştık. ‘Yürüyelim mi biraz’ dedi. Ağır adımlarla ara sokaklardan yürüyorduk. İkimize de konuşmak zahmetli geliyordu. ‘Of’ sesini duydum. ‘Ne oldu’ diye Suna’ya baktığımda ‘ayakkabı, parmağımda yara var, acıtıyor’ dedi. Yürürken kollarımız birbirine çarpıyor, sürtünüyor ve bu beni mutlu ediyordu. Yine ‘of’ dediğinde bir şey demeden Suna’ya baktım. Önüne bakıyordu. ‘Çok yoruldum, şarapta biraz başımı…’ dedikten sonra yere yıkılacağını sanıp kolundan tuttum. Diğer elimle omzundan kavrayıp ‘iyi misin, yürüyebilir misin’ diye sordum. Gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir an anlamadım. ‘Beni eve bırakabilir misin’ dedikten sonra ‘seni de yoruyorum’ diye ekledi. Halimden memnundum. Çok ağır adımlar atıyorduk ama ilerliyorduk. İlk seferde olmasa da, ikinci sefer başını omzuma tamamen yaslayıp bir daha kaldırmadı.
Sırayla apartmanların önünden geçiyorduk. Dairesi hangi apartmandaydı bilmiyordum ama sokağa girmeden ‘burası’ demişti. Ağır adımlarımız onun bir anda durmasıyla sonlanmıştı. Başımı apartmana çevirip baktığımda ‘menekşe apartmanı’ yazıyordu. ‘İyisin değil mi’ diye sordum. Yüzünde belirgin bir kırmızılık şaraptan ve yorgunluğundandı. ‘Gel’ dedi. Başta gerçekten ne dediğini anlamamıştım. Duraksadım. ‘Anlamadım’ dedim. ‘Lütfen’ dedikten sonra çantasına elini attı. Anahtarlığı bulup çıkardıktan sonra dış kapıyı açışını izledim. Kapıyı hafif itelemişti ki, arkasından kapıyı sonuna kadar aralayıp apartmanın içine girdik. Merdivenlerde arkasından çıkıyordum. Kızgın çöl kumuna her ayağı değdiğinde, bir bulut daha üzerimize toplanıyordu. Daire kapısını açtıktan sonra ilk işi ayakkabılarını çıkarıp fırlatmak olmuştu. ‘Ah, lanetler, sevmiyorum sizi’ dedikten sonra bana dönüp ‘orada mı duracaksın’ dedi. Kapıyı kapatıp koridorda yürümeye başladığımda ‘hiçbir ışığı açma, bir de öyle yabancı yabancı durma lütfen, geç şurada koltuğa, ben bir lavaboya gideceğim’ dedi. Evin içi zifiri karanlıktı ama gözlerim zamanla alışıyordu. Her saniye salonda yeni bir şeyi fark ediyordum. Çok sürmeden karanlık koridordan gelen ayak seslerini duydum. Ağır adımlarla salınarak yanıma geldi ve yanıma bir anda kendini bıraktı. Sayıklıyor gibiydi. ‘Çok yorgun hissediyorum. Sanırım biraz da sarhoş olabilirim. Hep böyle olmuyor aslında ama bugün nedense hepimiz çok içtik. Sen de güzel içtin. İyi misin sen, iyisin değil mi? Neden iyi olmayalım ki! Dediğin gibi biz bilgi sahibiyiz, araştırıyoruz, ah okuyoruz ve iyilik, evet iyiliğe götürür bu, böyle miydi? Sen, sen neden susuyorsun? Ah, iyi misin?’ Parmağındaki yüzük sayısını ellerime dokundukça sayıyordum. Sanırım dört tane yüzüğü vardı. İçimi hoş eden, sıcak ve yavaş dokunuşlarının hiç bitmemesini ummaya başlamıştım. ‘Çok güzelsin’ diye fısıldadım. Duymuş olmalıydı, başı neredeyse sağ omzuma inecek gibiydi. ‘Güzel miyim’ diye sordu, ‘ben ha, güzel, hem de çok! Sen de benim gibi sıradan bir yalancısın. Hatırlıyor musun, sana demiştim, çok güzel sesin var diye. İşte böyle arkadaş, yalanlar, yalanlar… Çok güzelim öyle mi? Güzel ha, hem de ben. Yalan söylemeyi, sen de, sen de… Benim gibi beceremiyorsun.’
Bir süre sesini duymadıktan sonra derinden gelen nefes sesini duyunca daldığını anlamıştım. Hiç kıpırdamadan yanından oturuyordum. Sabaha kadar böyle duramazdık. İkili koltukta uyursa, sabah uyanınca yorgunluğunu atamayacağını düşünüyordum. Hafifçe doğruldum. ‘Suna’ dedim. Ağır ve derinden nefesinin sesi salonu dolduruyordu. Sol elimi dizlerinin altından geçirdim. Yumuşak tenine dokunuyordum. Sağ elimle belinden kavradım. Biraz zor olmuştu ama ayağa kalktığımda kucağımdaydı. Beklediğimden de ağırdı. Karanlıkta adım atmak durumumu güçleştiriyordu. Salondan ayrı iki oda daha vardı. İlk baktığım oda da yatak yoktu. Diğer odaya doğru yürürken ‘ne yapıyorsun’ diye inler gibi ses çıkardı. ‘Yatağına’ dedim, ‘yatağına götürüyorum seni Suna.’ ‘Çok güzel, güzelim, güzel’ diye sayıkladıktan sonra tekrar kollarımda dalarken, yatağın kenarına doğru hafifçe eğildim. Yumuşacık dalgalı saçları yastığına doğru akıyordu. Üzerine atacak bir şey arandım. Salonda tekli koltuğun üzerinde karanlıkta gördüğüm şeyin pike olduğunu düşünüp salona geçtiğimde haksız sayılmazdım. Geri dönüp üzerini örttükten sonra tekrar salona geçtim. O iyice sarhoştu ama benimde ondan farkımın kalmadığını koltuğa oturduğumda anladım. Koltuğun karşısındaki küçük cam orta masayı yeni fark ettiğime güldükten sonra üzerindeki içi dolu kül tablasını görünce elimi cebime attım. Tekrar hafif sallanarak ayağa kalkıp pencereyi açıp, koltuğa oturdum. Çakmak odayı aydınlatıyordu. Kaç sigara daha içtim, bilmiyordum.
Parmak hafifçe yüzümün her bir karesini dolanıyordu. Gözümü açıp bu anı bozmak istemiyordum. Avucunun sıcaklığını burnumda, gözlerimde, dudaklarımda hissediyordum. Bir süre sonra dudağıma yakın olduğunu hissettiğim elini yakaladım ve avuç içiyle dudağımı kapattım. Öptükten sonra gözlerimi açtım. Duş almıştı. Üzerinde oldukça cüretkâr bir sabahlık vardı. ‘Günaydın’ derken koltuğun kenarında, halının üzerinde oturuyordu. Elini bırakmadan doğrulurken ‘günaydın Suna’ dedim, ‘iyi misin?’ ‘İyiyim’ dedi, ‘çok güzel hissediyorum.’ Koltukta oturunca sıkışan mesanemi hissettim. ‘Ben’ dedim, ‘lavaboya gideyim.’ Elini bırakırken yüzüne bakıyordum. Geri döndüğümde koltuğa oturmuş, sigara içiyordu. Kırmızı bacakları odayı aydınlatıyordu. Yanına tekrar oturduğumda hiçbir şey söylemeden elimi onun sigara paketine uzattım. Sigarayı yakmak üzereyken elimden sigarayı alıp, elindeki sigarasını dudağıma yaklaştırdı. Sigarası dudaklarımın arasındayken, kucağıma oturmuştu. Gece olandan daha farklıydı. Bu sefer ayık bir zihin ve hiçbir şey söylemeyen bir Suna’ydı. İki eliyle başımı okşuyor, sonra elleri enseme, sırtıma doğru uzanıyordu. Çektiğim sigaranın dumanını bıraktığımda onun göğsünden, boynundan dumanlar yükseliyordu. Sigaradan son bir defa daha çektikten sonra sigarayı ona uzattım. O da sigaradan derin bir nefes alıp geriye kaykılıp kolunu iyice gerip orta masada duran izmarit dolu tablaya sigarayı bırakıp yüzüme geri döndü. Saçlarının yumuşaklığına zıt derecede sert ve açtı. Kırmızı bacaklarına sarı ellerimle çıkıyordum. Parmaklarım tırnaklarımdan başlamak kaydıyla yavaşça eriyordu.
Yatakta uzanıyorduk. Arkasını dönmeden ‘sarıl bana sımsıkı’ demişti. Dediğini yapmıştım. Sağ elimle göğüslerini, göbeğini ağır hareketlerle okşuyordum. Anayurdunu yitirmiş varlığım irice iki yağ kütlesinin arasında çoktan yitmişti. Yüzümü başının üzerinde, saçlarının arasında terk etmiştim. Kahvaltı yapma amacıyla giyinip, dışarı çıkana kadar aynı pozisyonda ne kadar kaldığımızı bilmiyordum. Hava bulutluydu. Aniden yağmur yağabilirdi. Kollarına bronz bilezikleri takmıştı. Dört yüzüğü de parmaklarındaydı. Parmaklarımı sımsıkı parmaklarıyla sarmalamıştı. İnsanlar yürüyordu. İnsanlar konuşuyor, birbirlerine bakıyorlardı. Sımsıkıydı. Her şey olduğundan daha sıkı ve tazeydi. Arada çenesini omzuma sürtüyor, gülümsüyordu. Sessizliği bozan ben oluyordum:’ Lütfen, yanındayım. Korkma! Ağlayabilirsin, yanındayım.’ Çizdiği sınıra doğru yürüyorduk. Gergin değildi. Parmaklarımı sımsıkı sarmıştı. Dudakları lezzetli bir pınarın kaynağıydı. Oracıkta duruyordu. Ben ondan daha sabırsızdım ancak direniyordum. Bilezikleri tıngırdıyordu. Çizdiği sınıra son birkaç adımımız kalmıştı. Gülüyordu. O gülünce ben de gülmeye başladım. Elini havaya kaldırdım. Dudakları kıpırdamaya başladı. Bilezikleri tıngırdıyordu. Dudaklarından çıkan son sözcüklerdi: ‘Ut supra, Deus ex machina!’
Sınırı geçtiğimizde havada, boşlukta salınan elimi gördüm.
YORUMLAR
Şarap, kadın
Ve
Felsefeyi bir kenara bırakıp tiyatroya adım atarsak
Bir trajedi üzerine doğuyoruz doğum anneler için bir trajedidir
Ve bir süre eğer az orta sınıf bir ülkede orta sınıf bir ailede iseniz komedi giriyor araya ve sonra tekrar yaşam suratımiza çarpıyor.
Hele yalanın doğrudan daha önemli olduğu bir ülkede iseniz o yaşam beton etkisi yapıyor.
Eğitim
İş ve asgari duzeyde hayatı yaşamak için kazanmaya çalıştığımız para bizi köle yapıyor.
Zengin degilseniz sizinle aynı yaştaki bir gelişmiş ülke insanı en az iki üç ülke gezmiş iken. Siz acaba maaş zammı ne olur diye düşünüyorsunuz.
Hop ne erkek kadın ilişkileri ne dostluk ilişkileri artık sağlıklı değil oluyor.
Hele bide kredi çekenler var ki onlara girmiyorum bile
Neyse en azindan bu şaçma ama en doğal en harika hayat oyunu siz istesenizde istemeseniz de bitiyor.
Suna'nın yorgun gözlerinin meraklı yüzünü okşaması dışında samimi bir havası var. Tanrıçalaştırdığınız kadınların kırmızı bacakları olmasa da Hayyamın şarabına benzeyebilirler. Anlatıcı oldukça kasıntı ( bana birini hatırlattı). Serdal olmuş, Jaleyi hiç sevmedim.
Düşünsel anlamda oldukça kazanımlı bir öykü olmuş. Başlık hakkını versin diye ortalığın biraz daha arap(suriyeli bunlar) saçına dönmesini bekledim yazı. Başlık beklentiyi bu anlamda yükseltiyor.
Jaleyi bir kaç kez sevmedim :)
Sevgilerimle...