- 637 Okunma
- 3 Yorum
- 8 Beğeni
559 - ERGUVAN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Erguvan’ım,
Antalya’da hemen hemen her kapının önünde bir begonvil vardır. Rodos Çiçeği ya da Gelin Duvağı adlarıyla da anılan bu bitki sarmaşık gibidir, bulunduğu yerde tutacak el arar. Bir de kök saldı mı, gel keyfim gel! Uzar da uzar, yayılır da yayılır… Erguvanı hatırlatır bana. Yapraklarından çok çiçekleri olan o bitki özgürce büyür, kök saldığı yerde serpilir, güzelleşir de güzelleşir… Hassas bir yapıya sahip olan bu ağaçlar, kenarlarda kıyılarda daha da mutludurlar. Onun için insan eli değmeyen korularda adeta ormanlaşırlar.
Erguvan Cemiyeti, Erguvan Faslı, Erguvan Bayramı adlarıyla anılan, son beş asra imzasını atmış olan bu renkli ağaç giderek azalınca, zamanın padişahı tarafından çoğaltılması emredilerek her yere dikilmesi sağlanmış. Boğazın simgesi haline gelmiş. Güçlü dalları baston yapımında, pembe, lila ve mor çiçekleri salatalara renk ve lezzet kazandırmakta kullanılmış.
Baharda çiçek açınca kokusuyla, rengiyle, muhteşem görünümüyle insanı deli eden erguvanın, Yahuda’nın kendisini astığı ağaç olduğu, onun için utancından kızardığı rivayet edilir.
Padişah çiçeği, zenginlik ve gücün simgesi sayılan bu güzellikler ılıman iklim bitkisidir, Marmara ve Ege kıyılarını süslerler.
Kaleiçi’ne her gelişimde, kapı yanlarından üstlerine ağan, bahçe duvarlarına yayılan Rodos Çiçeklerini görünce böyle eskilere giderim. Sayelerinde böyle neler neler gelir aklıma! Mazimde damga damgadır muhteşem eserleri ve can alıcı çiçekleriyle Yedi Tepe, hatıralarımda mühür mühür… Ah İstanbul! Her haliyle bambaşka görünür.
Erguvanının endamı, endamına benzer, çiçeklerinin pembesi, dolgun ve utangaç yanaklarının rengine… O İstanbul’un gözbebeğidir, sense benim… O kralların, imparatorların zenginlik ve gücünün sembolüdür, sen de benim yüreğimin sahip olduğu yegâne güç ve zenginliğisin.
Deliboynuz mu desem, Selecek mi, Zazalak mı? Yoksa Bizans Çiçeği mi, Yahuda Ağacı mı desem sana?
Dillerde dolaşan bir efsaneye göre Hazreti İsa’yı ele veren Yahuda: “Ben, suçsuz birini ele vermekle günah işledim!” diye pişmanlığını dile getirmiş. Acaba sen, seni ne kadar sevdiğimi hissedince böyle bir pişmanlık duyarak, kızarıp bozaracak mısın, varlığımı hiç umursamadan bir şair bozuntusunun peşine takılıp gittin diye?
Aşkımı hiç hissetmedin, hiç hissettirmedim bile! Sana ne kadar düşkün olduğumu biliyordun, üstüne titrediğimi görüyordun… Desem de şaka falan zannederdin eminim, konduramazdın üstüme! Öyle ya… Sen nerde, ben nerde! Ziyaretinize geldiğimde bile annenle değil de anneannenle sohbet edebilmiştik, torunum olacak yaştaydın neredeyse!
Utanmıyor muyum duygularımdan? Duygularımdan değil, kınanmaya müsait, normalinden farklı yönünden… Utanıyorum, utanmaz olur muyum! Aşktan değil, yaştan… Hem de nasıl! Çeyrek asırdan fazla farktan…
Ne kadar isterdim yaşımın yaşına uygun olmasını! Göğsümü gere gere ilan-ı aşk ederdim sana. Bıkmadan usanmadan kalbini fethetmeye çalışırdım! Şarkılarla şiirlerle, çeşit çeşit çiçeklerle… Dahası yok bende yalnız. “Paha biçilmez mücevherlerle…” diyemiyorum. Yoksulum. “Arabalarla, evlerle, bağlarla bahçelerle...” diyemiyorum.
O adamın farkı oydu işte! Varlıklı görünerek göz boyadı. Onunla aramızda pek bir yaş farkı olmadığı halde, üstelik annene talipken sana yöneldi. O hiç utanmadı. Onu kimse kınamadı. Hakkı vardı. Varlıklıydı. Yokluğun gözü kör olsun! Varsa pulun, herkes kulun, yoksa pulun, dardır yolun.
Adressiz mektuplar bunlar. Asla sana ulaşmayacaklar. Hislerimi gizlediğim gibi gizlenecekler, sır olarak kalacaklar. Aşkın hep canlı kalacak, bitmeyecek. Yeraltında çağlayarak akan sular gibi gizli… Görülmeyecek, bilinmeyecek. İçimde çağıl çağıl çağlayacak ama dışarıya en hafif bir ses bile çıkmayacak.
Yaşadığım sürece bu karşılıksız aşk, bu derin ihtiras senin tarafından asla bilinmeyecek! Bende kalan izlerinse hiç ama hiç silinmeyecek. Bu kentte de desen desen sen varsın. Hemen hemen her caddede sokakta, her sözcükte, her solukta…
Koptuğumda soluğu Kaptan’ın yanında almamın bir nedeni de buralara duyduğum hasret… Bu sokaklarda hatıralarımız var. Onun evinin yakınında eski dükkânım. Hani senin geldiğin… Kapısından sırılsıklam girdiğin…
Yağmurlu bir şubat günüydü. O sabah eşikten içeriye sırılsıklam girdiniz. Ayşe’yle Filiz’i tanıyordum. Diğeri sendin. Saçların siyahtan daha siyah ve parlaktı. Uçlarından sular akıyordu. Aslında dalgalı mıydı, düz müydü, belirsiz… Küt kesilmiş, yandan ayrılmış, uçları omuzlarına değiyordu. Okul önlüğünün üstündeki ceketinin eteklerinden ve kol uçlarından sular damlıyor, saçlarından ve çoraplarından buhar çıkıyordu. Ayakkabılar su içinde, çoraplar ıpıslak, ayaklar mutlaka buz! Islak Kuş demek geldi içimden.
O dükkânıma ilk adım attığın andan itibaren ne kadar yaşanmışlık varsa sıralı sırasız hayalimde canlanır. Tekrar tekrar yaşamaya çalışırım anılarımızı. Buralara her gelişimde o ağacın altına uğrarım. Birlikte seyrettiğimiz yerlere bakar, dalar giderim.
Kaptan mı daha çok fayda eder sıkıntılarımdan birazcık da olsa sıyrılmama, bu çetrefilli sokaklar mı bilemem. Ne zaman yağmur çiselemeye başlasa olduğum gibi kapıyı vurur, çıkar giderim evimden. Ellerim ceplerimde, omuzlarım birbirine yakın ve kalkık, ayaklarım bu taraflara sürükler bedenimi.
Sen gideli çok oldu. Belki de hiç dönmezsin geri ama hatıralar o zamanlardan beri buralarda temelli. Hiçbir kuvvet koparıp atamaz, söküp çıkaramaz! Buralardan, aklımdan, ruhumdan…
Her yerinde sen varsın bu şehrin. En çok da Kaleiçi’nde… Erguvanları gibi İstanbul’un, Begonvilleri gibi Antalya’nın… Her nereye baksam kare kare anılarımız… Rüzgârında sesin, kahkahaların, kokusunda rayihan… Göz göz olmuşsun Aşkdeniz’de, dalga dalga vuruyorsun kıyılarıma… Kanımda ılık ılık, başımda duman duman… Yaz kış, gece gündüz, her zaman…
Her gece belki düşüme düşer diye kapatıyorum gözlerimi, rüyalarımda arıyorum. Rüya görülmezmiş ki! Gösterilirmiş. Bilmem ki neden, nadide bir mücevher gibi gizleniyorsun benden. Hayalini yakalamaya çalışıyorum. Tam yakalayacağım anda silinip yok oluveriyor. Heyecanım galebe çalıyor, o kaçıyor.
Çok fazla mı abartıyorum seni, ondan mı mahrumum görüntünden bile? Ben bitmeden bitmez bende bu çile!
Değişmeye mi çalışsam, ne yapsam bilemiyorum. Bu yaştan, bu zamandan sonra mümkün mü? Boşa emek olur, büyük ihtimalle. Çünkü bende az ya da orta karar diye bir ölçü yok. Ya hep ya hiç… Arada başka değer yok!
Hastalık, delilik… Artık ne dersen de! Şair geçiniyorum ya bir de… Dibine kadar şair değilsem de, müsaade et de sonuna kadar âşık olayım, son anıma kadar öyle kalayım ben de!
Mübalağacı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0559