- 308 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Melekleri neden göremiyoruz?
Arkadaşım, eğer vaktin varsa, sana ’meleklere nasıl iman ettiğimi’ açıklamak istiyorum. Yok. Evet. Elbette ’meleklere imanın’ amentüye dahil olduğunu biliyorum. Tamam. Haklısın. Tabii ki, bir mü’min olarak, Kur’an’da ve sünnette bize verilen haberlere imanımız var. Onu demek istemedim. Hayır. Yanlış anladın. Belki ben de yanlış ifade ettim. Şöyle toparlayayım: Sana ’meleklere imanımı nasıl tahkikiye çevirdiğimi’ açıklamak istiyorum. Hah! Değil mi? Böyle daha iyi oldu. Evet. Çünkü meleklere imanımız zaten vardı. Daha doğru ifadesi o imanın ’taklid’den ’tahkik’e dönüşü üzerinden oldu. Peki ben bu tahkiki kendimce nasıl başardım? İşte oraya gelince söze şuradan başlamak gerekiyor:
Mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde birşeye uyandırıyor. Nedir o? ’Berzah’ hakikati. ’Berzah’ ne demek peki? ’Ara âlem’ diyeyim sen anla. Bir köprü. Bir koridor. Birbirinden keskin farkları olan boyutlar arasında geçişkenliği sağlayan ve genelde her iki âlemden de hissesi olan bir üçüncü âlem. Mesela: İslamî metinlerde kabir âlemine de ’berzah âlemi’ deniyor. Neden? Çünkü dünya ile ahiret arasında bir köprü o. Ölenler o ara âlemde bekliyorlar ahiretin gelmesini. Yahut da alıştırılıyorlar ahiretin gelmesine. Her iki şekilde de anlamak mümkün.
Fakat ben lafı ne kadar uzattım yine öyle! Yapsaydım ya incilerden bir gerdanlık şu yazıya. Geç olsun hiç olmasın. Hemen yapıyorum: "İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman başka metinlerinde de ’berzah’lara örnekler verir. Hatta bir yerde der: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur." Demek berzahlar her yerde. Misal: Sütü soğumaya bıraktığınızda kaymaktan bir berzah oluşuyor. İnsanın dışıyla içini ayıran yarı ölü-yarı diri bir cildi var. Ağaç kabuklarının da böyle bir fonksiyonu olduğu söylenebilir. Hücrelerin ’seçici geçirgen’ zarları mevcut. Dünyanın içindeki akkorla dışındaki hava arasında bastığımız toprak var. Daha bunun gibi nice şey, berzahlığını yaptıkları farklı düzenlerin arasında hem geçişkenliği sağlıyor, hem de birbirlerini istila etmelerini engelliyor.
Bunun bir üstü okumayı da yine mürşidimin ’arşlar’dan bahsettiği bahiste buluyorum. Ah, işte kaçamıyoruz, yine bir alıntı yapacağım: "Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var: Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharıdır. İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur. Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur. Dördüncüsü, emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır."
Bu arşlar birer ’yoğun tecelli makamı’ oldukları gibi aynı zamanda, tabir-i caizse, bazı ism-i şeriflerin âlemimize dahil oluşunda berzahlık da yapıyorlar. Yani mesela ’hayat’ hayatımıza daha çok topraktan dahil oluyor. ’Rahmet’ hayatımıza daha çok sudan dahil oluyor. ’Hikmet’ hayatımıza daha çok nurdan dahil oluyor. ’İrade’ hayatımıza daha çok havadan dahil oluyor. Yani yoğunluklu tecellileri bu unsurlarda yaşanıyor. Ne hava toprak gibi bağrından canlı yeşertebiliyor ne de toprak hava kadar hızlı hareket edebiliyor. Fıtratları farklı berzahlıklara yakıştırılmış.
Ben bu perspektiften hareketle şöyle bir tefekkür geliştiriyorum meleklerin varlığının zaruriyatına dair: Bir su kabının içine içiçe sarılmış bir kumaş topu attığınızı düşünün. Ama öyle bir-iki kat değil yüzlerce kat. Sonra batırdığınız bu topu çıkarın. Katları açmaya başlayın. İlk on kat ıpıslaktır. İkinci on kat yarı ıslaktır. Üçüncü on kat çeyrek ıslaktır. Dördüncü on kat... Neyse, lafı uzatmaya gerek yok, nihayetinde bu çok katlı yapıdan dolayı topun merkezine yaklaştıkça kuru kalan yerlerin olduğunu farkedersiniz. Fakat bu kuruluk keskin bir geçişle olmaz. Dediğim gibi: Arada farklı ıslaklık aşamalarında ara gruplar bulunur.
Aynen böyle de Cenab-ı Hakkın ’Hayy’ ism-i şerifi ile cansızlığın mevcut olduğu bu âlem arasında da berzahlara ihtiyaç vardır. (Allah, Kur’an’ın da buyurduğu gibi ’muhît’tir, yani herşeyi kuşatır.) Bunlardan birisi de ’âlem’ olarak ’melekler âlemi’dir. ’Şey’ olarak da ’melek’ kardeşlerin kendileridir. Onlar da ism-i Hayy ile cansız şeyler arasında çok yönlerden berzahlık görevi görürler. Yani âdeta şu âlem onların kumaşına sarılmıştır. ’Sonsuz dirilik’ ile ’ölülük’ arasında berzahlık ederler.
Bu berzah neden gereklidir peki? Çünkü Cenab-ı Hak esbabı tasarrufuna perde yaptığı gibi melekleri de emrine perde yapar. Bediüzzaman’ın dediği gibi ’azameti’ öyle iktiza eder: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Akıl ancak bu katmanlı yapı üzerine küçük küçük düşünerek mesafe alabilir. Biz Allah’ın ne kadar yüce olduğunu kendilerine ebat atfedebildiğimiz şeyleri birbirlerine kıyaslayarak bir derece farkedebiliriz. Hayretimizi, ama mutlaka ucu açık olarak, geliştiririz. Tutuşur vaziyette tutmaya çalıştığımız bir ateş Cenab-ı Hakkın güneşte tezahür eden büyük yaratışını kavramaya kapı olur. Büsbütün malum olmaz ama sezilir olur.
Uzatmayayım. Sadede koşayım. Kainatta varolan hikmet de bizi meleklerin varlığına inanmaya mecbur eder. Çünkü hikmetin olduğu yerde bir düzen de vardır. Düzenin varolduğu yerde emir de vardır. Bu emirlerin şahitliğini cansızlar taşıyamayacağına göre, çünkü cansızlar emri anlayacak şuurlu varlıklar değillerdir, evrende bu cansızları herbir yanından/detayından sımsıkı sarmış şuurlu bir katman da olmalıdır. Olmalıdır ki şu şuursuz şeylerin yaptığı şuurlu işlerde şahitliğin görevleri âtıl kalmamalıdır. İnsanın şuuru âleme yetmez. İnsan âlemde olan bitene yetişemez. Herbir yağmur tanesinden tutun sema katlarına kadar emirlerin canlılık berzahını melekler icra ederler.
Güvercine yuvasını bulduran kuş beyni değil meleğidir. Arıya yön gösteren içgüdüleri değil meleğidir. Somon balıklarına doğdukları yeri bulduran navigasyon değil melekleridir. Ancak meleklerin yaptığı bu berzahiyet de onların ’tasarrufu’ sayılmaz. Yaratıcı değillerdir. Şahitlerdir. Tıpkı bir bebeği emziren annenin o rızkın yaratıcısı değil şahidi olması gibi. Rızkı yaratıp bebeğin herbir hücresine ulaştıransa elbette Rezzak-ı Hakiki olan Allah’tır. Vesileler, yaratmak için değil, oluşun şahidi olmak için vardır. Oluşun şahitleri aynalarıyla manzarayı daha da zengileştirirler.
Peki melekler madem varlar da biz neden onları göremiyoruz? Çünkü bizden daha üst bir hayat mertebesindeler. Bir amip kendi cinsinden olan hayatları farkedebilir. Ancak insan hayatı diye birşeyi bilmez. Onun şuuru, görüşü, farkedişi, kavrayışı, ancak kendi katmanındaki hayatları kavrayabilmek için yeterlidir. Bir amip diğer bir amip hücresini farkedebilir. Ancak bir insan nasıl birşeydir? Amip bunu bilmez. İnsanın derisi üzerinde gezmek onun için herhangi birşeyin üzerinde gezmek gibidir. Değişikliği farketmez. Biz de melekleri onların sahip oldukları yüksek hayat seviyesinden dolayı farkedemiyoruz. Fakat kalp, akıl ve vicdanımız her iki âlemle de irtibatlı olduğu için, onların üzerine düştüğümüz miktarca, bir farkediş yaşıyoruz.
Bediüzzaman İşaratü’l-İ’caz’da ’Elif-Lâm-Mim’ tefsirini yaparken Elif’in Allah’ı, Lâm’ın Cebrail’i, Mim’in Muhammed aleyhissalatuvesselamı temsil ettiğini buyurur. Bu açıdan bakıldığında Cebrail aleyhisselamın yaptığı berzahlık, yani vahyin iletişindeki aracılık, aslında meleklerin âlemde nasıl bir fonksiyon gördüklerini de kulaklarımıza fısıldar. Evet. Vahyin sahibi, hâşâ, Cebrail aleyhisselam değildir. O bir şahittir. Ancak onun berzahiyeti de Aleyhissalatuvesselamın vahyi alışında önemlidir. Hikmetlidir. Gereklidir. Eh, evet, Interstellar/Yıldızlararası filmine göndermeler de yapacaktım ama yazı epeyce uzadı. Onu es geçeyim. Şunu not bırakıp bitireyim: ’Melekleri neden göremediğimizi’ düşünürken şu kısa belgesel ufuk açıcı olabilir. Dr. Quantum Düz Dünyayı Ziyaret Ediyor. (www.youtube.com/watch?v=TlmKRZwxerE)
YORUMLAR
SA Yazı güzel, belgesel de anlaşılırdı.
Peygamberler dışında hiç kimse melekleri göremez ve gördüğünü iddia edemez. SS
Lütfiye_Çanacık tarafından 10/17/2019 4:14:06 AM zamanında düzenlenmiştir.