- 405 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEN HİÇ "GÜNEŞ GÜLLERİ" GÖRDÜN MÜ?
SEN HİÇ ‘GÜNEŞ GÜLLERİ‘ GÖRDÜN MÜ?
10 Temmuz 2001, günlerden Salı, saat sabahın dokuzu Kıbrıs Türk Hava Yolları’na ait bir uçak, Yeşilköy İstanbul Atatürk Hava Limanı’ndan 30 dakika sonra kalkacaktı. Yolculardan bir bayan onca yıldan sonra Güney Kıbrıs’taki köyüne, doğduğu topraklara güneşli tepelere kavuşacaktı… O dağlık köye Dağaşan’a randevusu vardı.
10 Temmuz 1974 günlerden Çarşamba; Kıbrıs yine o çok sıcak günlerinden birindeydi. Cyprus Air Way’s’a ait; Aktarmalı Adana, Ankara, İstanbul seferli bir uçakla gelen bayan yolcu 27 yıl önce ilk kez İstanbul’a gelmişti. O eski hava limanıyla şimdiki yeni lüks hava limanını kıyasladı. Gözleri yeniliklere, aklı bilgi çağına takıldı gitti.
Kıbrıs Ercan Hava Limanı’na uçak tam 10.45’ te indi. Bayan sanki ilk kez geliyordu Kıbrıs’a, bir çocuk gibi yerinde duramıyor, aceleci, tedirgin içi içine sığamıyordu. Heyecanı gözlerinde alev alevdi. Kontrol işlemleri uzakça zor tahammülü de azalıyordu…
Taksi onu otobüs terminaline bıraktı… Kuzey Kıbrıs ile Güney Kıbrıs toprakları arasında hiçbir engel sınır yasağı yoktu. Eskisi gibi otobüse binip köyüne gidiyordu. Lefkoşa’dan hareket eden otobüs Yeşil Hattı geçtik ten sonra hızla ilerledi. İşte Geçitkale, Bebek Bar’da eskisi gibi yine mola verildi. Havuzun etrafında yine mis mis kokan altıntop ağacının ve cemile ağacının (Begonvil) çiçekleri gülerek yolcuları karşıladı. Buble - up gazozunu ve Bel - Kolayı özlemişti. Gazoz içerken Ayşe’nin anlattığı Pulya Festivalini hatırladı. Bu yörede yapılan Pulya Kuşu turşusunu ilk kez Ayşe’den duymuştu ve ilk kez yemişti. Lefkoşa Atatürk Kız Yurdu’nda ve okul çağlarında 5 yıllık arkadaşı olan Ayşe ne de güzel Lefkara işi işliyordu… Daha sonra 1964 yılında Lefkoşa Ledra Palas sınırında esir düştüğü gün öğrenci olduğundan dolayı Geçitkale’ye getirildiğini, Bayan Rum polislerin sıkı sıkı yoklamalarını, Barış Gücü’nün öğrenci esirlere radyo yayınıyla müdahalesini anımsadı…
Ve limanıyla ünlü Limasol, güzellikleri, büyük hayvanat bahçesi, zenginlikler taşıyan verimli toprakları. Keo Şarap Fabrikası. Liseyi burada bitirmişti. Ne çok anıları vardı. Tiyatro heyecanı: Mezuniyette “Yanlışlık “ adlı eserde oynamıştı. Resim merakı, atletizm yarışmaları, okul etkinlikleri... Uzun koşu birincilikleri bu şehrin sokaklarında geziniyordu buğu buğu.
Askeri Ağrotur İngiliz Üssü’nü geçtikten sonra kıyılara sert vuran deniz dalgaları Rum Taşı’nı köpükleriyle yine eskisi gibi yıkıyordu... Yeşiliyle, mavisiyle, kalesiyle ünlü Baf. Afrodit Hamamları buraya yakındı. Afrodit Akdeniz’in sularından, köpük köpük kabarcıklarından kıyıya fırlatılmıştı efsaneye göre. İlkokul yıllarında sınıfıyla ziyaret ettiklerini anımsadı. Köyü Baf Kazası’na bağlıydı. Burada doğduğu toprakların izlerini taşıyan simalar daha çoktu. Köye varmak için henüz 40 mil kalmıştı. Kulaklarında yankılar uyandıran devrik cümleli konuşmalar hatıraları birer birer canlandırmıştı. Zaman tünelinde o zaman dilimi “Çocukluk Tacı”nı geri vermişti. Hiç vazgeçemediği bu “Çocukluk Tacı” başında masumca gururla parlıyordu. Güllü henüz 10 – 12 yaşlarındaydı, henüz ergin olmamıştı. Erkek çocuklarına kök söktüren o çalıkuşu, o yaramaz kızdı yeniden…
İnce kıvrım kıvrım toprak yollar, toz duman birçok Rum köyü, Türk köyü derken 17.30’da köyüne vardı. Yıllar geçmemiş gibi. Karabaş avluda karşıladı. Evlerde suyu elektriği olmayan Dağaşan (Vreçça) Köyü akşam dönüşünün tozuyla, ağaçlar arasındaki seyrek evleriyle, davarların çan sesleriyle, ot ahır kokularıyla akşamı ve Güllü’yü karşılamıştı. Hasıl arasından yükselen nergis, sümbül, bahçedeki, badem ceviz, kayısı, elma ve erik ağaçları hoş geldin diyorlardı…Bu haşarı kız yine dallarda meyve bırakmayacaktı… Erik ağacı her yıl o kadar çok meyveyi Güllü için yüklenmiyor muydu? Bahçesinin münaber eriğinin tadına hiçbir yerde rastlamamıştı..
Babası henüz 38 yaşında esmer yağız, siyah burma bıyıklarıyla gülümsüyordu. Annesinin üzgün görünümlü yüzü, başında püsküllü yemenisiyle, kırmızı yanaklarıyla, o utangaç hali ışıl ışıldı şimdi… Köyün akşamki görüntüsünü seyretti. Avluda gül ve yasemin kokuları temmuz sıcağını hafifletiyordu. Kız kardeşleri yeşili hiç solmayan mersin ağacının dalları arasına saklanmışlar ‘abla abla ‘diye sesleniyorlardı. Mersin ağacının beyaz kokulu çiçekleri, kırılırcasına meyve yüklü dallarında kız kardeşlerinin sevgileri, kokuları vardı… Saksıdaki fislikân (fesleğen) annesini, güldamlası (ıtır) babasını simgeliyordu. Üç kızın büyüğüydü, bu ana ocağında ne kadar hep beraber ne kederler, ne sevinçler yaşayıp paylaşmışlardı…
Gece eskisi gibi pencereden yıldızları saya saya uyudu. Gün ağarırken horozların ötüşü, köyün uyanışı, yaşamın sesleri vuruyordu tepelere. Annesi davarı önüne katıp meraya gidiyordu işte yine. Saksıdan kopardığı fislikân budağını, önce kokladı sonra kulağının arkasına taktı. Yapraklarında annesinin gençliği, kokusunda gözlerindeki kanaatkâr, hafif mutlu ifadesi, yaşam mücadelesi ve minik beyaz çiçeklerinde açığa vuramadığı sevgileri vardı…
Baf’ın Trodos eteklerindeki köyünü tam 27 yıl olmuştu görmeyeli nasıl da özlemişti içi kanayarak. Bıraktığı güzellik ve hoştaydı eskisi gibi… Çünkü Güllü öyle istiyordu. Coşkuyla dağ yolunu tuttu. Yemyeşil dağlar, tepeler kış aylarındaydı şimdi. Yağan yağmurların ardından mantarlar çıkmıştı. Yabani mersin, çamlar, çitlembik, pernar meşe ağaçları, lâden, azgan, kekik, tülümbe sevinç çığlıkları atarak kokularını saçıyorlardı. En büyük heyecanlarından birini yaşıyordu. Çam pürülerinin kapladığı örtüye başkaldıran mantarlar görmüştü. Mantarları toplarken azgan dikenleri battı ellerine. Ve o sarı azgan çiçekleri diken dibinde gülümsüyorlardı… Çok çok mantar toplamalıydı. Annesi akşama börek yapacak kadar toplayıp dizmeliydi mersin çırpısına… Mantar böreği kokuyordu dağlar.
İkinci gün davara babasıyla Güllü gidiyordu. Çünkü annesi hamur yoğuracaktı. Köy fırınında nohutlu ekmek, çörek, zeytinli bitta, hellimli bitta ve rezene kokan bal kabağı bittası hep rüyalarına girmiyor muydu? Üzüm pekmezi, paluze, tatlı sucuk, köfter, porto, pekmeze yatırılarak kuru meyvelerden yapılan testide reçel, küpteki üzüm sirkesi, şarabı, zivaniya (üzümden yapılan boğma rakı) gappar turşusu neler neler…
Ya köy düğünlerinin yemekleri: Bilhassa herse (keşkek), davul zurna eşliğinde kokusu duman dumandı bakır kazanlarda. Makarna fırında, fırında etli patates, asma yaprağından dolma, bal kabağı çiçeğinden yapılan dolma… Küpteki süzme yoğurtla ne de güzel yenirdi…
Koyunlar, kuzular, keçiler, oğlaklar ve karabaş toz duman içinde yolda gider her zamanki gibi. Hilmi Dayı’nın kaval sesi yankılanıyordu. Üsküdar’a gider iken çok güzel üflüyordu… Yeşil bağlar, yeşil zeytin ağaçları, bozkır çiçekleri, sarı başaklı siyah başaklı buğdaylar yol boyunca gözleri kamaştırıyorlardı sıma nakışlar gibi
Öğle vakti davarla birlikte dinleniliyordu. Alıç muşmula ve ahlat ağaçları gölgelerini onlar için hazır etmişlerdi. Dinlenirken babası: “Güldamlası nasıl Güldamlası’sın sen yahu? Çok susadım, testiden su ver.” Babasının genelde yüz ifadesi sertti. Bıyıklarıyla daha da derinleşiyordu. Neşeli zamanlarında kızına hep “Güldamlası” diye sesleniyordu. Bu çiçeğin tırtıllı yaprakları babasının sert ifadesini, kokusu ise neşeyle seslenen o baba sesini, şefkatini taşıyordu hep. Kızı neler vermezdi ki babası hep böyle mutlu ve neşeli olsaydı. Olamazdı ki bu vahşi yaşamlı, köy hayatında babasının hep mutlu, neşeli olmasına imkân var mıydı?
Akşam olunca mandırada kaldılar. Babası önce havadisleri öğrenmek için köye kahveye gitti. O dönünceye kadar tek tek eskisi gibi yıldızları saydı. Bine iki bine ulaşana dek saydı. Gecenin sesiyle, sessizliğiyle, kuzularla sohbet etti. Türküler söyledi. “Hanaylar yaptırdım, döşemedim…” Bu Kıbrıs türküsünü çok seviyordu. Babası kahveden erken döndü. Ona Hindistan cevizli şeker getirdi. Bol bol sohbet etti. Babasıyla sohbet etmek güzeldi. Babasına yine o soruyu sordu: “Yıldızlar çok mu uzakta?”
“Evet, kızım, yat uyu artık niye ayni soruyu sorup duruyorsun?”
Dün evi süpürürken nenemin masalındaki gibi ‘fasulye ağacının’ tohumunu buldum. Sen kahvedeyken ektim. Büyümeye başladı bile. Gökyüzüne kadar büyüyecek. Fasulye ağacına tırmanıp önce yıldızlara sonra güneşe varacağım. Mis mis kokan yıldız (mum) çiçeklerinin ömrü kısa. Ben hiç solmayan “GÜNEŞ GÜLLERİ” istiyorum.”
“Sen hiç ‘Güneş Gülleri’ gördün mü? Kokusu hiç tükenmeyen rengi solmayan, her zaman açıp mutluluk saçan, tutkuları, güzellikleri hiç eksilmeyen, daha açmadan ruhu ısıtan, gülüşler dağıtan O “Güneş Gülleri’nden“ toplayacağım sana kucak kucak. Benimle geliyor musun? Haydi, söyle, bak bak ‘fasulye ağacı’ git gide uzayıp gidiyor. Acele etmeliyiz, acele etmezsek yetişemeyeceğiz. “Haydi, tut elimi babacığım, tut tut elimi”…
(10- 07 -2001...Bakırköy. (Yeşil Hat henüz açılmadan.)
GÜLŞEN ŞENDERİN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.