- 590 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'la putain'
‘Çok güzel domatesleriniz var. Nereden alıyorsunuz bunları? Pazarda böylesini görmedim.’ Dört tekerlekli köfte arabasının camekânında yazılı blue jasmin’in hemen alt tarafında balkonda yetiştirdiğim salkım domatesler duruyordu. Köftecilik işine olduğu gibi, balkonda domates biber yetiştirme işine de bir hevesle başlamıştım. Bir gün ‘üretmekten, emekten, insanın kendi kendisine yetmesinden fikir olarak bahsediyoruz ama ekolojide yerimiz neresi’ diye kendi kendime düşünürken ufak çaplı bir araştırmadan sonra niyetimi eyleme geçirmiştim. İlk haftalar sabırsızdım. Bir süre fidenin saksı üzerindeki ağırdan büyümesine itirazım vardı. Tek ideolojik aygıtım saksıydı. O olmasaydı, onun yerine on litrelik pet şişeleri deneyimleyecektim. Şükür, bir tanıdığın kullanmadığı saksıları vardı.
‘Kendim yetiştiriyorum’ dedim. Duraksayıp ‘a, cidden mi, bahçede mi, seranız mı var?’ dedi. Gülümsedim. Oğlunu okuldan almaya gidiyormuş. Birkaç pazar evvel eşi benim köftelerden tatmış. Karısına ‘oğlanın canı çektiği zaman, pazarda mavi renkte köşede duran köfte arabası var. Oradan yedir. Hem lezzetli yapıyor adam, hem de temiz gözüküyor’ demiş. Kadında alelacele oğlanı okuldan alıp, şehir dışına çıkacakmış. Gün içinde de acelesi olduğunda yemek yapacak vakit bulamamış. Aklına kocasının lafı gelince kendini benim küçük tezgâhın önünde bulmuş. ‘Balkonumda birkaç tane saksım var. Orada yetiştiriyorum’ dedim. ‘Cidden mi’ derken titreşen telefonunu kulağına götürüp ‘alo’ dedi. Kadının ‘cidden mi’ demesi uzun bir süre gelmişti. Yarım ekmek soğansız köfteyi paket yapıp, küçük poşete koyup verirken kadın poşetin içerisindeki ıslak mendili işaret ederek ‘nasıl ya, ıslak mendilde mi veriyorsunuz’ diye sordu. Kadının spesifik olarak benim üzerimde anlamlandırmaya çalıştığı pek çok sorusu olmalıydı. Eti nereden aldığımı, köfte harcında ne malzemeler kullandığımı da merak ettiğini sezinliyordum. ‘O da müessesimizin küçük bir armağanı, afiyet olsun’ diyerek kadını başımdan savmaya çabaladım. Bunda da başarılı olamamıştım. Ancak kadının acelesi benim sözcüklerimden daha etkiliydi. ‘Mutlaka bir gün bende sizin köftelerden denemek istiyorum, hayırlı bol satışlar’ diyerek arabanın kenarından uzaklaşırken, verdiği on lirayı tezgâhta sol köşede duran küçük kara kasaya koyuyordum.
İki aydır bu pazarın şehir merkezine yakın girişinde duruyor ve köfte pişirip satıyordum. Tüp parasından kurtulmak için arabanın üst kısmına güneş paneli yerleştirip, bedava elektrik elde etmeyi dahi hayal ettiğim günler oluyordu. Tüpe gelen zamlara bir türlü yetişemiyordum. Ancak yine de ‘şükürler olsun’ diyor, kazancım konusunda şükürsüzlük yapmak istemiyordum. Birkaç pazarcı her seferinde aynı soruyu sormaktan bıkmıyorlardı: Tarifin nedir kardeşim? Nasıl bu kadar lezzetli ve yumuşacık oluyor köften?’ Kimi soya atıp atmadığımı merak ediyordu. Soyayla moyayla uğraşacak halim yoktu. Ben düz adamımdır; yolun en basitini seçmeyi her zaman yeğlerim. Kiminin kıl et dedikleri, kemiklerden kasapların sıyırıp sattıkları eti makinede iki kere çektirip alıyordum. Tanıdık bir fırıncıdan dünün ekmeğini ucuza alıyor, sonrada pazarda patatesçi İbrahim’in soğan tezgâhları arkasında ezik, çöp diye bıraktıkları soğanları toplayıp, eve götürüyordum. Yarasız beresiz soğanlar ezilmiş olsa da, el blenderinden geçirip harca ekliyordum. E, tabi işin püf noktası köfteye koyduğum baharatlardan geçiyordu. Market baharatı koymuyordum. Yine balkonda yetiştirdiğim reyhandan ve aktardan aldığım kuru dağ kekiğinden eser miktarda harca ekliyordum. Köfteyi lezzetli kılan iki püf noktası vardı: Biri içindeki iki baharat ve diğeri de etinin yağlı olmasıydı.
Her güzel günlerin ardından kötü günlerin geleceği aşikârdır. Benim başıma gelende buydu. Doktora gitmemek için direniyordum ama artık dayanacak takatim kalmamıştı. Arabayı pazara kadar iterken artık kolumda derman kalmıyordu. Pazar yerine vardığım dermansız bir halde ocağı ısıtıyordum. Bir süre oturup, sadece içtiğim sigaranın dumanını seyretmekle sinek avlıyordum. Doktor ne söyleyecekti? Tavsiye bana kar eyleyecek miydi? Röntgen mi çektirecekti? Yoksa benimde tahmin ettiğim şeyleri mi söyleyecekti? Az çok kendimi, yanlış yaptığım noktaları bildiğim için önce kendi doktorum olmam gerekliliğini es geçmemek istiyordum. Kapının üzerindeki küçük ekranda adım, soyadım yazıyordu. Sıra bana gelmişti. Doktor yüksek olasılıkla romatizma ama biz yine de bir röntgen çektirelim diyerek beni radyasyon almak üzere aşağı kata göndermeyi başarmıştı. Yüreğim sokaklarda iken ben eve kapanamazdım. Doktor dinlenmemi tavsiye etmekle beraber, bir krem ve kas gevşetici hap vermişti. Röntgen boş uğraştı. Doktora yediğim mutsuz rüzgârların koluma ağrı verdiğini söyleyemezdim. O işini yapıyordu, ben de işimi yapmaya devam etmeliydim. ‘Sokaklar’ diyorum; kimi zaman bir devrimin öncül ayak sesleriyle dolup taşar, kimi gün yalnızca köpeklerin ulumalarına terk olunur. İşte dışarıdayım. Dışarıda, sokaklarda; olmam gereken yerde.
İbrahim’i cami bahçesinde gördüm. İkindi namazı sonrasıydı. Cezaevinin arkasında küçük bir çay ocağı vardı. Sahibi Taha’ydı. ‘Abi, ne zaman canın sıkılırsa çık gel, muhabbet ederiz’ demişti. Köfte işi yaz için güzel bir işti ama artık ne balkonda domates yetiştirebilirdim ne de kolum ağrısından ayakta saatlerce durabiliyordum. Taha’nın çay ocağında yine çayları ardı ardına içmiş, her zamanki gibi yedi çay yerine, üç çay parası almıştı. ‘Senden de hepsini alacak değiliz ya, sıkma abi canımı, üç çay parasına fikslendin sen’ deyip duruyordu. Caminin tuvaletini kullanıp, eve doğru yine sokaklarda sürecek iki saatlik yürüyüşüme hazırlanmak düşüncesindeydim. İbrahim ‘hayırdır, namaza mı’ diye sordu. Yüzümü buruşturdum, İbrahim’e yaklaşıp göğsüne uzanan sakalına elimi uzatıp ‘maşallah’ dedim. Hoşuna gitmişti. ‘Ne güzel sünneti uyguluyorsun’ dedikten sonra da gülümsüyordu. Tuvaletten çıktıktan sonra cezaevine doğru tekrar indim. Asker nöbetçi kulübesinde duruyordu. Sevdiğim şarkılar içimde bir yerde, nasıl da kucağında oturmuş acı ve söylüyor o hiç unutmak istemediğimiz sözleri:’ hayat.’ İbrahim hala bankta oturuyordu. Tuvalete girmeden önce ‘pazara gelmiyor musun’ diye sormuştu. Yüzüm her şeyi anlatmasına rağmen ‘belki sonra, şu an düşünmüyorum’ demiştim. ‘Allah selamet versin’ dedikten sonra İbrahim diz kapağındaki sivilcesini soymaya devam etmişti.
Liseli çocuklar olması gerektiği gibiler. Kız nasıl da yanaşmış oğlana; kucağına çıkıp çıkmama konusunda endişesi gelip geçenler. Öpüyor, bırakıyor sonra tekrar yanaşıyor. Kokluyor, tekrar kokluyor ve uzun bir süre öpmek için son nefesini alıyor. Anlamıyorum. O zaman da anlamamıştım. Bir süre aklımdakini sessiz ve sedasız yaşarsam gerçek olacağına dair inancımı ne zamandır kaybetmiştim ama anlam vermek için çok geçti! Yüreğimin peşinde filan değilim, yalnızca yürüyorum. Bir kediye âşık olabilirim ve onu sabaha kadar kaldırım taşında oturup okşayabilirim de! Ancak bu sefer de götten zabıt tutarlar, al başına en hakiki ıstırap. Aklıma bir şey gelmişti. Yalnızca tek bir şey ve eve gidip, sabaha kadar meditasyon yapar gibi onu düşünmeliydim. Hayır, sokaklar bir süreliğine bensiz kalabilirdi. Ne yaparsam yapayım istediğim otuz bin lirayı biriktiremeyecektim. İlkbaharın bir heves başladığım Pazar köfteciliği işi iyiydi, hoştu ama akşama sadece lezzetli bir köfteyi afiyetle yemekten başka aylık giderlere kafa kafaya yetişen bir para kazandırıyordu. Dört gün evvel internette gördüğüm ‘özgün kısa film yarışması’ haberi, eskiye dönük bir hayalimin ak düşmüş heyecanlarını sokakta olduğum an hislendirmeyi başarmıştı. Herkesten gizlediğim ve yalnızca onunla aramızda bir sır gibi saklanan, ikimizin oynadığı filmi tekrar izlemek için can atıyordum. Çektiğimiz filmin bir kopyası ondaydı. Ancak ona ulaşamazdım. Düşüncesi, düşünmesi bile insanı kahrediyor. Artık evli barklı birine gidip ‘o kopya hala sende duruyor mu’ diye sorabilir miydim? Hayır, hayır inanılmaz saçma bir hareket olurdu. İnsanların çoğu evlendikten sonra da eski hayatlarına devam edebileceklerine inanırlar. Komik bir düşünce… Diyelim ki mazinin anısına o kopyayı hala bir yerlerde saklıyor; hangi yüzle onun karşısına çıkacağım? İlla ki yüz yüze görüşmekten bahsetmiyorum. Mesaj atamam, telefon açamam. İkimizde birbirimiz için artık bu dünyada yaşamayan varlıklarız.
‘Hatırlıyor musun, senaryoyu sana okuduğum zaman nasıl da heyecanlanmıştın? Özellikle ‘nice kadın yitirdim’ sözü seni senden almıştı. Bense bu halini garipsemiştim. Sahi, ne vardı o sözden o kadar etkilenecek! Sonra da bana işin felsefi değerlendirmesini yaptığında, benim bile farkına varmadan yitimimin özel oluşuna sayende inanmıştım. Ancak yitim öncesi kadın yoktu. Neydi o kelime? ‘Nice kadın yitirdim’ bir şairin söylencesi gibi, benim söylediğim daha farklıydı. Hah, hatırlıyor gibiyim. Biraz, daha biraz ve yine her şey azalıyor.’ O zamanlar her şey daha farklıydı. Sanırım senin yüzünden artık bu dünyada bir daha iyi hissetmeyeceğim. Çünkü yalan söyleyecek biri değildin. Rolde kesemezdin. Yo, tam tersi, bitirim bir rol kesicisindir. Ancak bana karşı güzeldin be! Filmden daha güzel ve özel olduğun her dakika, saat, gün, hafta sevmedik mi? Sonra yine benim kayboluşum, umutsuzca bir sanattan beklentim... Kahredici her gün ardı sıra bizim için yalnızca ayrılığı daha yakın kılmıyor muydu? Şu an öyle yalnızım ki, akşam şu saatler itibariyle ne yaptığını merak ediyorum. Erdal’dan sonra ikinci bir çocuğa daha hamile kaldığını duymuştum. İnan aranmıyorum. Ne seni aranıyorum ne de sende kalmış beni! Bir yerden duydum. Önemsiz birinden. Önemsiz bir eski arkadaştan senin hakkında duyduğum bu malumat beni yaralayabilirdi elbette ama hiçte öyle olmamıştı. Benimle mutsuz olacağını söylediğimde nasıl da karşı çıkmıştın ama öyle! İnan hiçbir şey değişmiş değil! Sen ya da başkası benimle yalnızca mutsuz olabilir. Bir gün eski Salı pazarından Söğütlüçeşme’ye doğru yürürken koluma girmiş, film hakkında konuşurken ‘yaptığımızın bir delilik olmadığını kim söyleyebilir’ diye sormuştun. Deli miydik anımsamıyorum ama hareketli bir kamera kullanmak için kameramanı olmayan iki oyuncunun yapabileceği en garip işi yapmamış mıydık? Senin fikrin miydi? Biraz senin, biraz da benim ama olmamış mıydı? Hem de nasıl güzel olmuştu be! Gecenin bir vakti karşılıklı duvarlara çiviyi çakarken dudağımdaki sigaradan düşen külü avucunla yakalayıp ‘komşu gelirse yüzüne atalım, fıttırmış bunlar ayol deyip def olurlar’ demiştin. Sanki altıncı boyutta cadı kovalıyorduk! Sonra babanın kıymetli oltasının ipini nasıl da güzel becerip, çividen çiviye asmıştık. Hayır, bak orayı ikimizde hatırlamak istemiyoruz! Önce bebe yağıyla ipi kayganlaştırmış, o yetmeyince zeytinyağıyla ipi iyice yağlamıştık. Kamerayı bize doğru poz alabilmesi için epey çaba sarf etmiştik. Sonunda kameraya bağladığımız, onu havada öylece duran ipi salmanla kamera sol üst duvardan, hafif aşağıdaki diğer duvardaki çiviye kadar nasıl da zevkle kaymıştı! O an da sen de hiç olmadığı kadar güzel oynuyordun fahişeyi.
Fahişe önce küçük bir metinden ibaretti. Sonra öyküleşme süreci uzadıkça, zihnimde senaryosu dallanıp budaklanıyor, içinden iyice çıkılmaz bir hal alıyordu. Tanrı herkese senin gibi biri nasip etsin! Bunu o gün tekrar söylemiştim. Ne sen tekrar duymaktan bıkardın, ne de ben tekrar söyleyişlerimden! Usanmak bir sevgisizlik hali midir? Mutsuz bir insanın usandığını, sıkıldığını iddia etseler, bu sıkıntı kaynağının sevdiği kaynaklı olacağına dair kesinlikle beni inandıramazlar. Dünyada tüm acıları bilip, hiçbir şey yapmamak da buna dâhil, yine senin eteğine yanağımı yaslayıp ağlamak istiyorum. ‘Tüm acılar, analar ve ölümler adına sevgili fahişe! Ruhunu azat eden Tanrı sonsuz bir sevgiyle doludur. Doyur beni!’ Match cut ısrarlı bir dayanım içerisinde kesintisiz öpüşmenin neresinde kasetin dolduğunu bize bildirebilir? ‘Kenji Mizoguchi bebek!’ Japon sinemasına hayranlığını kutsamak istiyorum hanımefendi! Tek bir planda, one shotların dili olsa da konuşsa!
-Kimi zaman kışkırtıcı bakışlarıyla yatakta bulduk kendimizi. Onlar benden daha çok inanıyorlardı filmlerimin başarılı olacağına dair. Dudaklarının etrafındaki tüyleri ürperten bir vahşilik içimdeydi. Örneğim hayatımda hiç adak adamadım. İnanmadım öyle şeylere. Başka şeylerin vecdiyle yaşadım. Fütursuzca sevişirken, kollarımda ağlayan kadınların saçlarına dayayıp burnumu ‘ya sabır’ çektiğim zamanlar oldu. Ağlama duvarı mıydı benim göğsüm? Göğüs kıllarım hiç kurumuyordu. Hep nemlilerdi. Bir hayvan ancak bu kadar duygulu olabilirdi.
Ve oradan çıkıp geliyorsun:’ Dum spiro spero. Bunun üzerine yaşamayalım. Muhteşemsin! Opus magnum bebek!’ Devam etmeliydin: ‘İşte gerçek bu! Facts and cogitos… Işıklar neredesiniz? Ey dünyayı bir gün olsun yalnız bırakmamış Güneş; neredesin? Ey evrenin tek nuru –yoksa burada mısın?’ Çöküyorum. ‘Yalnız değilsin.’ Ellerin böyle okşamayı nereden öğrendi? Bizim için hiçbir şey abartı değildir. Hiçbir söz daha önce kullanılmamıştır. Tüm salgılar tek bir kaynaktan doğana kadar, tamamen tek olana kadar bir fahişeyi becermek için kurgulanmış en kötü felsefi problemim burada: ‘Eteğimi sıyır, elini sok ve al!’ Düşen kızıl bir güneşin devrim çılgınlığıdır. Tekrar edilmesi lüzum: tüm ucuz parfümlerin canı cehenneme ve elma kabuklarından bir merdiven saçlarından göğün sekizinci katına kadar yükseliyor. Yala; bir ucundan sonuna.
Tek bir iz bırakmadan sokaklardan eve koşuyorum. Sana, yastığıma, eskiye, tek bir filme ait yalanlarıma ve yalnızlığıma yadırganası kadar yavaş olsam da geliyorum. İşte sana ekranı yağmur lekeleriyle kaplı bir kameranın arkası: Rus. Sarışın. Kerhane sarısı saçlar. Ucuz şaraplar ideolojisi ve tout va bien – where in the world is your kahrolası soulmate bebek! Tek bir iz yok. ‘Dostum, nasıl bir dünah bu’ diyenin sözleriyle beraber: tüm çakma sarışınlara ve de yüzü yüzeyselleşmiş yüzlerin boktan endişelerine:
‘Ağlamaya devam edecek misin?’
‘Ne oldu?’
‘Lavaboya gitsem?
‘Bırak.’
‘Olmaz. Uğraşamam sonra, gideyim daha iyi...’
‘Gidersen bu sekansı sittin sene yakalayamayız.’
‘İğrenciz. Gerçekten iğrenç!’
‘Bana iğreniyorum deme, dün ne yaptığını unuttun mu?’
‘O senaryoda vardı, bu yok.’
‘Dün her şey daha boktandı. Bırak.’
Sana ‘yeryüzü’ filmini anlattığım ses kaydımızı hatırlıyor musun? Şimdi Erdal’ın ödevini yapıp, bir taraftan diğer ufaklığınla uğraşıyorsundur. Halini iki çocuğunla hayal ederken zorlanıyorum. Bu arada Erdal ne ya! Kocan yoksa eski Sosyal Demokratlardan mı? Senay ve Yeter o aralar hala bana yardım ediyorlardı. Yalnızlığımın içine koyayım. Biri artık Antalya’da bar işletiyor. Yeter’in annesi felç geçirince Tunceli’ye gitmişti en son, o günden beri haber alamadım. Ersin abiye bir ara filmin son sekansı için ayakta ne çaldığı önemsiz, bas çalmasını önermiştim. İşte o film yeryüzü! Radyo-sinemada okuyan genç kızın hayallerine tapıyorum ama dünya öyle olmuyor. Sanırım iki yüz liraya anlaşmıştık. Kız soyunup, yatağa giriyor. Çarşafın altındayken birden uyanmış gibi yapıyor. Sonra çarşafı kaldırıyor ve yatağın her bir yerinde; göğüslerinde, göbeğinde, baldırlarında hamamböceklerini görecekti. Kız böyle bir sahne için iki yüz lirayı kabul ettiğinde arkasından ‘deli bu ya’ demiştim. Senay ve Yeter o gün bana kızmışlardı. Kız yirmisinde olmasına rağmen, altmışında kadın gibi sarkmış göğüsleriyle arzı endam eylerken, Senay’a ‘bu kız yirmisine kadar neler yaşamış’ diye fısıldamıştım. Ersin abi hayal ettiği gibi çalamamıştı ve kız sonradan bana iyi sövmüştü. Çekim sonrası kaldığı öğrenci yurduna döndüğünde, yemek sırasında saçlarının arasından çıkan hamamböceğini gören kızlar çığlık çığlığa yemekhaneyi terk etmişler. Yurt müdiresine saçından çıkan hamamböceğine ait mantıklı bir bahane anlatamadığından ötürü, onu da yurttan kovmuş. Sonradan iki üst devresi Ali’den duyduğum kadarıyla eski sevgilisiyle barışmış. İyi de olmuş. İki tipsizi bir gün fakültede kahvaltı yaparken görmüştüm. Kızın bakışları nasıl da tiksindiriciydi! Sahi, fakültede ne işim vardı benim: Senden başka ne işim olabilirdi ki!
Oh my Goddess! Uğultular dini kalbim; ters yüz edilip, sıkışmış beyinler arasında aklımı sakınıyorum. Islaklığın şiddetli bir yağmur sonrası ilk durağı gözlerinin sakinliği. Her şey edepsiz olabilir ama saçların asla. Biri onları bilerek orada tutuyor. Tutuyorum. Ağır ağır sallanırken, üzerinde olan her şey dans ediyor. Bileklerin, eklemlerin, saçların, çenen, sırtın, kalçan, eteğin ve durması gereken yerde nasıl da hepsi bu işi biliyor! My Goddess, kurumasına izin vermeden şimdi yırtılma zamanı geldi. Metnin burada dışına çıkıyoruz. Çünkü eve geldim. Ağrıyan kolumu çekiştiriyorum. Lanet, şimdi vakti değil krizlerin. Yün yastığın içerisinde her şey, küçük bir hafıza kartı; orada her şey bebek! Ne güzel fısıldıyordun ‘bebek’ diye! İşte bebek yastığı içerisinde yünlerin arasında saklı bir hafıza kartını yıllar sonra çıkarırken, evin tüm ışıklarını şalterden tek bir düğmeyle kapatıyorum. Bana sadece karanlık lazım. Bugün kelimelere boyanmaya ara veriyorum. Fahişe yalnızca bir karanlık değil, o tabloda boynu gülen bir kadının kırmızı serçe başlı dudağı kadar da yitirişin yanılgısı. Gömleğinin ilk düğmesi açılana kadar sabırla bekliyorum. Yeryüzünde çalamayan bir gitar duvarda asılı duruyor. Başlarda yapmaktan asla vazgeçmediğim kısmı atmadığım için nasıl da mutluyum! Gömleğin ilk düğmesine kadar iç içe geçmiş karanlıklar içerisinde tek bir flow; düzgün bir accord: –I’ll play for you during everynight. Bunu bir kere söylemesi için Ersin abiye nasıl da ısrar etmiştim! Düğme açılana kadar karanlık devam ediyor.
İki yabancıyı seyrediyor gibiyim. Saçlarından öpülüyor, ta ki ilk düğme açılana kadar. Kimse konuşmuyor. Artık kimse kelimelerden ibaret değil! Bach ve baht ikisi beraber perdenin son demine kadar tüm kelimeleri kurutuyor. Ne öğrenmek istiyorsam arka cebimde kalmalıydı! İnsan bahtsızlığına karşın umudunu arka cebinden doldurup, beslenmeye devam etmeli. Anne ve Tanrıçalar burada ölüyor. Bir el sarmaşık gibi boğaza yaklaşıyor. Bir an önce sarılmak istenen palto soğuğa aldırış etmeden koltukta oturuyor. Bir an önce sarılmak isteniyor. Tüm değerleri burada kendinin adına koyulduğunu sarf etme talihsizliği üzerine bir minör ayrılık ve çok geçmeden nasıl da boyna doluşuyor kurumuş rujlu dudaktan öpücükler! Bu sefer hiçbir şeye yetişilmiyor. Acele yok.
Hiçbir kadına saygı gösteremeyecek kadar yolunmuş bu ruhun becerisi bir metnin yitmiş ayaklarından yavaşça doğruluyor. Sorgulanıyor ve bahsin en can alıcı noktasına doğru yol alınıyor. Dışarıda yağmur ve fırtına; dışarıda bir yerde yalnızca ıslanmışlık; acı veriyor. ‘ İnsan’ denilmiş, ne kadar gereksiz bir ayrıntı gibi gelse de, o olmadı mı bu görüntülerin, hayatın ve yaşamanın manası olmuyor. Hayata ait mekânda onca şehir, betonlar, yine betonlar, duvarlar, apartmanlar, arabalar, parklar, yapay nehirler, asfalttan yollar, yine yollar, kana susamış jiletten farksız bariyerler ve yine yollar; daha da uzun yollar ve insanlar: kimse senin kadar şanslı olamazdı! Lanet olsun ayağa kalk, yürü, aynaya yürü, yürü diyorum, kime diyorlar: yürü ve git aynaya bak. Damarlarından taşmış görüntüde yüzünün tüm kırgın ve gergin hatları arasında nasıl da mutsuz olduğunu gör. Gül, rol kes! Yalnızca kendin görmelisin. Sonra ‘her şey yolunda iyiyimcilik’ ve biraz sonra kan çanağına dönmüş gözlerinden boşalacak gözyaşlarını beklemek için asrın en müthiş icadını arala. Sıkıştırılmış plastik dehası pencereden boşal! Alın, alın, alın, alın, alın…
Ellerini ilerletiyor. Göğüs kafesimde bir delik açabilecek kadar ateşe sahip. Fakat hayır, karşıya geçmeliyiz. O da üzgün ve tatmin olamamış rolü oynayabilir. Görüntü metne sadık: tek isteği arzulanmış iki uzvun doyumundan daha fazlası ama fahişe algısı izleyicideki o küçücük sabrı da alıp götürüyor. Bu Amerika’nın en legal porno faaliyetinin yürütüldüğü eyaletlerinden birinde kaçak yaşamaktan farksız bir heyecan: Senin iyi dostların, arkadaşların hiç olmadı! Hiçbirinin ne gülüşü ne yüzü var! Yüzsüzler tarihine yaz yazabildiğin kadar ve kiralayabileceğin en modern yapı, kanal altındaki eski işçilerin kullandığı odalardan biri. Tabi, yer varsa! Hah, görüyorsun, şimşekler çakarken, onca yüzsüz arasında kirlenmeye razı oluyorum. Hepsi dünyanın en güzel yüzlerine bir ara sahipken, şimdi yüzsüzler! Doyasıya tüketilmiş sevgilerden geriye götbiti kalmış. Kendisine insan diyen orada götünü açamaz. Nereli? Aşağı Perulular ne anlar duygusal bir Kuzeylinin gücünü kar yağdığında? Ekranı kaplayan götlerden başka hiçbir şey yok. Dışarıdan oval bir dolgunluk, ortaya doğru incelen bir çizgide kesişirken, kaygan bir etyağrevalliden boğumlu bir eklem toplar iniveriyor. Kemiğe dayandığı an iki yakası artık açılabilen köprüden farksız ve su sakin. Fahişeler ve asla fahişe olmadığını iddia edenler sevişirken daima üzgündür. Su daima yapışkan ve damla damla. Anın büyüsünü çakan şimşekler bozamaz. Bu ses kamerada: yağmur damlaları sertçe cama vuruyor. ‘Hadi, ne duruyorsunuz’ der gibi her bir ses. Harflerin ikişer defa yazıldığı ana geliyorum.
Nereli? Adı ne? Bunların ne önemi kalır, geriye yorgun bir bedenin tek ayağı olmayan tripod gibi duvara yaslanışı kalmışsa. Kimse işini iyi bilmiyor. Acemi olmanın verdiği garip bir özgüven var! Ancak fahişe ruhuyla, suratsız bir kadının huzursuzluğundan uzak olabilmenin erdemini Hume becerisiyle yeniçağdan beridir yaşadığını gösterebilmeli. Eliyle boynun sol tarafını tutup, çeneden öpüyor. Bu yalnızca Tanrıçalara yaraşır cinstendi. Küstah bir güzellik ya da dokunulması kahreden bir sıradışımcılık peydahlanmamış. Eşitliğin Bach’sız zevki tüm kompleksleri delip geçiyor. Dudaklarındaki ruju, parfüm kokusunu, üzerine sinmiş karanlığı, burnunun mukozalarına yapışmış ten olgusunu tek bir sekans içerisinde açmak, tüketmek istiyor. Keskin ifadelerden yoksun tükürüğünün tadını hiçbir görüntü sunmuyor. Başka tatlar her an kendini gösteriyor. Bir fahişeden insan daha fazla ne bekleyebilirdi? ‘Odan çok küçük ama tatlı’ sesi kamerada işlenmiş. Odayı inceliyor. Sımsıkı sarılmış ve başını omzumdan sarkıtmış halde. Her şey ilgisini çekiyor ama elleri küçük mesafeler vererek saç okşamakla meşgul. Durulan boşluktan arkasına geçince, saçlarının törendeymiş gibi ciddi duruşu, yerini karnaval havasına bırakıyor. Ense kökü açıkta, elleri aynı yön itibariyle tutkun ve boşlukta sabit. Bir şeylerin başlaması gerekiyor.
Film kısadan biraz daha uzun, uzundan sonsuz mesafede uzun. Omuzlarından öpmeye başlayınca geriye doğru çekilen bir damarı andırıyor göğüs kafesi. Damar bükülüyor ve tamamen kuruduğunda sonu geliyor. Göğüsleri kavak ağaçlarının yaprakları gibi hafif ama şekilli bir şekilde sallanırken, bir el kalbinin olduğu yere çıkıyor. Sol meme ucu, yine kavak ağacının güz yaprakları içerisinde büyüyen kurttan farksız ve canlı. Her şey alabildiğinde kahverengi ve yeşil. Martin Gero’nun romantik komedilerden biri aklıma geliyor: ‘Her şeyin alt üst olduğu bir dünyada, alt üst olacak ne kaldı’ diye sevişmeden önce karşısındaki kadına soru soran adamın her türlü komikliği yapmasına izin verilse de, mutsuzluk burada Shakespeare’den aşk söylemine dair bir gözyaşı bulutuyla her yeri sarıyor. Yarı Ortadoğulu fahişenin yumuşak dudaklarında yüce bir sessizlik daha kötü üzüntüler var etmekle meşgul. İşte o sahne: gömleğin bütün düğmeleri açılacakken, teki, tam ortadaki yerinde duruyor ama göbek deliği görünüyor. My Goddess, bitkin bir hasat orağıyım. Einstein’in arkadaşı olduğuna inandırmak zorunda bıraktıkları Rabindranath Tagore’nin bir sözü üzerine çöküyorum. Tahliller elimde ve kendi kendimi tedavi etmek istiyorum. Bazen de Tanrı acaba beni kuş gibi mi görüyor diye düşünüyorum. Buna mukadder bir yaşamın imkânsızlığı boğazımda duruyor. Ne diyordu Bay Tagore:’ Güvercinler gökyüzüne uçmuşlardı, balkondaydım. Yalnızdım. Bir başıma idim, tam öğle vaktiydi gittim.’ Hayır, gözümü açmayacağım. Filmde bile gitmiyorsun!
Kalbimin liberal soytarısıyla başa çıkmaya çalışırken, diğer yanda nasyonal sosyalistler yasal acılar icat ediyorlar. Sessiz harflerinin her biri uluyor. Gözlerim kapalı. Hatırlamaktan yorgunum. Kendimi anlatmak istemiyorum. Kaygan tüm deliklerin kapanıyor ve kedigözü kadar parlak ve alıcı gözlerin artık bir başkası için sırasını bekliyor. Bana dair her şey yalnızlıktan ibaret. Bana kendimden bahis açılmadık istenildiği an, yalnız olduğumu anımsıyorum. Bir insan kendisine ait bir şeyi bir başkasına anlatmak zorunda mıdır? Neden bu mecburiyeti herkes yaşamak durumunda kalıyor? Çünkü yalnız mıdır? O yalnızlığın uğultusu hangi var oluşun ellerinde sonsuzluğa akışını sürdürmektedir? Hafıza kaybına uğruyorum. Gözlerim hala kapalı olabilir. Acı mı daha hakiki yoksa gerçek mi daha acı? Sinsice ruha işlenen anlam kasvetinden nefret ediyoruz. Hiç olmadığı kadar zalim olan hayat mı yoksa bencilliğimiz mi? Bu komedya için o sahnenin sırası geliyor. Kamera yağlı balık ipinden kayarken, eteği ıslanıyor. Uzunluklar da uzun ve yorgun bir kafanın iki şefkatli elin altında elvan sırıtışı süregeliyor. Yüz, baş içinde saklanabildiği kadar sakin ve bacaklarını kendisine doğru doğu batı yönünde otuz derecelik açıyla aralayıp, kalçasını hafifçe yukarı doğru kaldırıyor. Cosî Fan Tutte hiç bu kadar gözüme canlı gelmemişti .
Sakin kalmaya çabalıyorum ancak gözlerimi açmam bir süreliğine olanaksız. Yalnız kalmamak için tüm akşamı eskiden olduğu gibi aynanın karşısında oturarak geçirebilirim ve kadın düşmanı Cesare kadar mantıklı biri sayılırım. Gözlerimi açtığımda tüm renkleri kaybediyorum. Karanlık sadece sese ve ıslaklığa izin veriyor. Gözlerimi açtığımda beni duyan kimse yok! Sesimi merak etmeleri karşısında umarsız bir davranış gösteriyorum ve bana acıyan gölgelerin geçişini takip ediyorum. Bitecek ve hepsi tamamen onun gibi gidecek.
Gitmiş, ancak ne zaman gittiğini bilmiyorum. Söyleyebilir mi şu an: ‘Yok, gitmiş!’ Oysa pişmanlık insanı sardığında her şey için geç kalmışsındır. Ellerim başımda. Çekmek istemiyorum, saçımı sıfıra vurmalıyım. Her film, her kadın, her sevgi yutkunması, her yalnızlık çiçeği karşısında yüz saç telimi beyaza boyuyorlar. Buna şimdilik inanıyorum. Aklımı kaçırma hevesinde değilim ama onun başını yasladığı yastığı tereddütle kokluyorum. Muz kokuyor. Burnumun mukozasında fer kalmamış. Ummaktan nasıl da yorgunum ama hala umabiliyorum. Yeniden kokluyorum. Bu sefer her şey rahatsız ediyor. Başka bir yorgunluk ve koku bu.
Suyu yüzüme çarparken, kurulanıp yatağa giren hayaletimi görüyorum. Yatağın altında geceye itilmiş yırtık bir dantellinin ip parçacıkları halının üzerinde ateş böceklerini anımsatıyor. Bir başka zaman yaşayan bir şeyin ölüsünü görmenin kederinden uzağım. Her şey tek bir düğmenin çılgın şehvetiyle sona ilerliyor. Kameramı omzumun üzerine alıp, kendi filmimi yine kendim çekeceğim. Onu bulduğum yerde beklemiyorum. Gelmeyeceğini biliyorum. Bir fahişede olsa, bu sadece basit bir rolden ibaret olmasına rağmen seçici olacağına inanıyorum. Hiçbir tehdit unsuru kalmadı. Ne bir yüzden bahsedebilirim ne de bir gülüşten! ‘Oh my Goddess, köfte ekmek on lira, gelin; buyrunnn, kaçırmayın bu lezzeti. Buyrunnn beyler, bayanlar! Sevginin, sevenin adının fahişeye çıktığı sahnedeyiz! Kaçırmayın bu ucuzluğu! Kaçırmayın bu sıradan yitimi, insana ait son dokunuşları. Yoksa artık bir düğme, bir işarettir her şeyi anında yok eden.
-Oh My Goddess, yokluğunuz varlığınızdan daha gerçek,
üşütüyorsunuz, kapatın pencereyi.