- 296 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Allah'ın dini eskir mi?
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde Onunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe sûresi, 111
Tevekkülü salt ‘elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak’tan bekleme’ olarak tarif etmek bence bir parça eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece ’fiilden sonrasını’ kapsayan bir bekleme süreci değildir. ’Fiilden önceyi’ de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı hatta ‘yaşam açısı’dır. Eylemden sonra hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Peki bununla ne demek istiyorum:
Tevekkül eden insan daha eylemeye başlamadan önce teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah’a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah’a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım arkadaşım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer’î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için öyle değil mi? İşte, tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin de Allah’ın razı olduğu şekillerde olmasına çalışmaktır. Hatta bazen bize mantıklı(!) görünmeseler bile.
Mürşidimin ’iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder’ demesindeki sır da budur. Allah’a ‘Allah gibi’ iman ettikten sonra tevhide iman kaçınılmaz olur. Çünkü ortakları olan bir ilah kusurlu/sınırlı bir ilahtır ve kusurlu/sınırlı olan da zaten ilah olamaz. İlahlık kusuru kaldırmaz. Kusuru olanlar da ilahlığı kaldıramaz. Mektubat’ında İmam-ı Rabbanî’nin (k.s.) müslüman olmak isteyen bir hinduya yazdıkları manidardır. Teolojilerindeki tuhaf efsanelere gönderme yaparak der ki Müceddid-i Elf-i Sâni: “Karısı kaçırılan nasıl ilah olabilir?”
Tevhide iman etmek de herşeyin Onun kudretinde ve idaresinde olduğunu kabuldür. Bu da bizi ’en doğrusunu elbette O bilir’ demeye zorlar. Neden zorlar? Çünkü herşey Onun idare ve tedbirinde ise elbette evveliyata, detaylara ve resmin geneline O daha hâkimdir ve atılacak adımların doğrusunu da yine en iyi O bilir. Bu da bizi bir eşiğe getirir: Teslimiyet eşiği. Fakat teslimiyet eşiğini konuşmadan önce mürşidimin bir metninden alıntı yapalım. Zira lazım olacak:
“Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir.”
Kainatta var olan ’hayır’ ve ’şer’ Bediüzzaman’ın ifadelerinde kendisini vücudî/varlıksal ve ademi/yokluksal olarak bulur. Yani, varlıksal olan hayır, yokluksal olan şerdir. Mesela ’adam öldürmek’ yokluksal, ’iyileştirmek’ varlıksaldır. Öldürdüğünde, o adamın varlığına son vermiş olursun ki, bu yokluksal bir eylemdir. İyileştirdiğinde, o adamın vücudunun devamına hizmet etmiş olursun ki, bu varlıksal bir eylemdir.
Tam da burada bir sıkıntı karşılıyor bizi arkadaşım. Bu iki şeyin ikisi de eylemseldir. Yani varlıksal olan da bir eyleme/fiile dayanır, yokluksal olan da bir eyleme/fiile dayanır. Yapmak da bir eylemdir. Yıkmak da bir eylemdir. Bu durum kimi zaman ‘yokluksal’ ile ‘varlıksal’ olanı karıştırmamıza sebep olur. Örneğin: Merhamet genelde varlıksal birşeydir. Fakat katletmekten zevk alan bir katile merhamet edip bağışlamak ve yenilerini işlemesine yol açmak varlıksal mıdır? Elbette değildir. Yine mesela, ’katl’ için yokluksal/ademî bir eylem dedik. Peki, böylesi canavar bir insanı öldürmekle onun yenilerini öldürmesine engel olmak, yani kısas uygulamak, yokluksal mıdır? İşte hatlar en çok burada karışıyor. Yukarıdaki ayetin devamında ’ölmek/öldürülmek’ neden beraber zikredilsin yoksa?
Tevekkülü bir müslüman tam da burada kuşanır. Varlıksalın yokluksala karıştığı, ikisinin de eylemselliğinden ötürü ayrılamaz hale geldiği anlarda, biz, Allah’ı ve şeriatını kendimize vekil tayin ederiz. Vekil tayin etmek ne demektir? Seçimlerine/tayinlerine teslim olmak demektir. Vekalet verdiğiniz avukat artık sizin adınıza işlemler yapar ve siz kendinizi onun ellerine bıraktığınızdan dolayı teslim olmuş olursunuz. Teslimin tevekkülü iktiza edişi buradandır.
İyinin ve kötünün birbirine girdiği hususlarda biz kendimizi Allah’ın emir ve yasaklarının kollarına bırakarak tevekkül ederiz. Bu tevekkül, bizim ’göre’mize göre ademî veya vücudî görünen şeyleri terk edip, Onun bize “Şu ademidir! Şu vücudidir!” buyurmasını kabuldür. Bu noktadan bakınca neden tevekkülün ilk tanımının bana eksik göründüğünü elbette anladınız.
Risale-i Nur’da tevekkül kelimesi öyle yoğunluklu bir şekilde kullanılır ki, eğer salt birinci mana ile yetinirseniz, çoğu yerde Bediüzzaman’ın niye öyle söylediğini anlayamazsınız. Hatta “Tevekkül Risalesi” demeyi sevdiğim Altıncı Söz’ün üzerine kurulu olduğu mantığı da kavrayamazsınız. Orada ’satmak’ ile kastedilen nedir? İnsan Allah’a nasıl satar elindekini? Bütün bunları anlamak tevekkülü böyle genişlikte anlamakla mümkün. Çünkü “İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır.”
Evet. Hangisi hayır? Hangisi şer? İkisinin de eylemsel olması bizi bazen kandırıyor. Modern algılar ’doğru’ ve ’yanlış’ teşhislerimizi sıkça yerinden oynatıyorlar. Misal: Faiz varlığını arttırıyor görünüyor. Görünebilir. Ama Allah zarar verdiğini söylüyorsa kesinlikle zarar veriyordur. Tevhid ile iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Onun emrettiği gibi amel etmelisin. Ona satmalısın. Yine mesela: Sadaka da zahiren malını azaltıyormuş gibi duruyor. Fakat Allah arttırdığını söylüyor. Ona iman ediyorsan Ona tevekkül etmelisin. Ona satmalısın. Çünkü emre de, detaylara da, resmin geneline de hâkim olan O. Demek tevekkül bir anlamda da parçanın ’göre’sini terkedip Allah’ın bütünü kuşatır emrine yapışmasıdır.
Şimdi ey arkadaşım, eğer beni anladınsa, İslam’da reformu savunanların, yani bazı hükümlerin zamanla değişmesi gerektiğini söyleyenlerin nerede takıldıklarını da anlamışsındır. Mesele binbeşyüz yıldır aynıdır. Yıldızböceği ile arı nüansıdır. Allah’ın, kadere imanımızın da söylediği şekilde, resmin bütününe zamanüstü bir nazarla/bilmekle hâkim olduğuna iman edenler, o bilişten gelen emirlerin eskiyebileceğini düşünmezler:
“Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.