- 630 Okunma
- 2 Yorum
- 4 Beğeni
'evil's first softly touches'
Güneş kirli tezgâhın üzerine batıyordu. Kendimi geri çekmiş, aldığım kokudan kurtulmanın olanaksızlığıyla kederli bir surat ifadesini yüzüme giydirmiştim. Çoğu zaman kıyafetlerim üzerine aldığım özverili beğenilerden biri çevremde olmasa da yüzümün kıyafeti karşısında gururlu bile sayılabilirdim. Duraksadığım her an kendi üzerine yeminler etmekten bıkmamış bir yalancının dirayetini gevşemiş avuçlarımda tutuyordum. Birazdan her şey geçecekti. Hiçbir şeyden bu kadar emin sayılmazdım. Bir, iki… Her şey olağan haliyle yaşanmaya devam edecek. Bir gün gelecek, Azrail sakince ruhunu bedeninden çekip götürecek ve sen artık eskisi gibi olmayan bir alemde yaşamın olup olmadığı konusunda soru sormadan, endişe duyumsamadan, her şey çok rahatmışçasına bilecek ve aktarıldığın kısımda bir memur gibi yaşamına devam edeceksin. ‘Mesai var mı’ diye sormana gerek yok. Maaşı haddinden fazla dolgundur. Dünyada yaşamadığın bütün zevkleri tatmaya başlayacaksın. Çünkü senin için dünya elemden, kahırdan başkası değildi. Bak artık seni üzmek istediğini sandığın kimse yok! Çevrime takılmadan rahatça arabanı caddelerde sürebilirsin. Arabanın markası mı ne? Hah, bir o eksikti merak etmediğin. Tabi ki en iyisi, en son modeli ve en dolusu! Hem de benzin, gaz, elektrik derdinde yok! Hiç endişe etmene mahal vermeden Tanrı sana vaadini gerçek kılacak ve mutlu olacaksın.
Neden, neden Tanrı’yı böyle görmekten bir türlü arınamıyorsun? Kötü insanları cehenneme alacak, bu konuda sıkıntın yok ama bizi cehennem endişesi sarmadan cennetine alacağına dair garantiyi nereden aldın? Duymadın mı yoksa? Ha, hayır… Sen bunu duymuş olsaydın böyle mutsuz bir şekilde yıllar sonra kapımı çalmazdın. Yanıma gelmez, beni can evimden vurmazdın. Sırası mıydı? Ben sana ne söylemiştim? Unuttuğunu sanmam ama unutmuş rolü yapmakta üzerine yok. Eskiden de böyleydin Neriman. Sen hep böyleydin ve böyle olmayı kendine amaç edinmiş gibi yaşıyordun.
Paslı bir peynir tenekesinin kırk derece güneş altında çıkardığı kokunun aynısını ruhum alabiliyor. Bu kokuyu yalnızca kendimin alabildiği yanılgısıyla yıllarımı tüketmişim. Şimdi sen bana hiçbir şey olmamış gibi sarılıyorsun ve kokumu içine çekiyorsun. Ne kokuyorsam etkili ki, burnun tıkanıyor. Ağlamazsın öyle kolay kolay, bak bunu iyi hatırlarım; kolay kolay ağlamazdın sen Neriman. İster özlem olsun ister hasret, hicran ateşi, eskide kalmış güzel anılar, sevgi dolu kucaklayışlar… Her ne olursa olsun, şimdi yanımdasın, yıllar çoğu acıya kabuk bağlatmış, çözümsüz gelen problemler yakılmış ve biz yine beraberiz.
‘Tamam, çok sıktın bırak. İyi ki sarılalım dedik, canımızı mı almaya yeltendin? Hem evin hali ne böyle? Kümeste mi yaşıyorsun a adam? Bak ya, şu çer çöpe bak! Böyle biri değildin, ne oldu sana? Benden sonra görüştüğün kadınların hiçbiri mi yarenlik edip, gelip sana iki yardım etmedi?’
Oturduğu yere geçen ay çay dökmüştüm. Sanırım şanslı olduğunu fark edemedi. Bir fark etse, evdeki tek kıçı koymaya yarayan mobilyanın o olduğunu anlayacak. Bir büyük bardak çay kanepeye döküldü diye kıyamet mi kopacak? Adresi vererek hata mı yaptım, şimdi bunları düşünmenin zamanı değil. Neriman burada. O çok -hâlâ bedeni konusunda arzum olduğuna dair tereddütlerim vardı ama biraz yağlanmış, biraz yaşlanmış bedenine ait olmayan- arzu duyumsadığım kadın Neriman’ı kendi ellerimle, ağzımla buraya çağırmadım mı? O gelecek diye ne yaptım? Neriman’a layık olmadığımı bu halim fazlasıyla yansıtıyor. Tevatür diye ortalıkta dolaşan sözlerin fazlası var, azı yok. ‘Kız Neriman, seninkini geçen Salih Efendinin kitap dükkanında görmüşler. Öyle çökmüş, öyle bir hale gelmiş ki, görmeden adama acıdım vallahi. Sahi, siz neden boşanmıştınız ki?’ Şimdi o etrafı süzen gözlerinin ardında bir zerre dahi sevgi olmadığına kim beni inandıracak? Dedikodu kazanı insanların söylediği sözler çokta haksız sayılmaz. Ne diyorlardı, hatırlıyor musun:’ Sizin bir çocuğunuz olsaydı bu hale düşmezdiniz. Kerim Bey karısıyla tam dört ay ayrı kalmıştı. Nazik Hanım sonra gelip adama şişik karnını gösterdiğinde Kerim Bey’in nutku tutulmuş, karısını aldığı gibi evlerine gidip felekten bir gece çalmışlar. Sonrası malumunuz; mutlu mesut kuzucuklar gibiler. Ya siz, a kuzum siz ne hale gelmişsiniz. Solmuş bir çiçekten farksız yüzünüz, varlığınız. Yazık değil mi size?’ Arkamızdan dedikodumuzu yapan o kadını sen de anımsarsın. Gelip sana millete bizim hakkında söylediklerini tekrarlardı. Sende en müsait zamanı bulur, bana bu sözleri ucu ateşli oklar gibi yüzüme yüzüme atardın. Denedik, kaç kere denedik. Sırf seni kırmayayım diye hastaneleri dolaşıp, onlarca tahlil yaptırmadık mı? O son doktoru ne çabuk unuttun: ‘Bilim bazı durumlarda yetersiz kalabiliyor. Size bir hocanın adresini vereceğim. Oraya gidin ama lütfen benim gönderdiğimi kimse bilmesin. Sonra bizi mimliyorlar, hakkımızda soruşturma açıyorlar. Belki de Neriman hanımın yumurtalıklarına kara büyü yapmışlardır. Her şey olabilir efendim, bence siz gidin, deneyin.’ İkimizde o gün doktorun odasından çıktıktan sonra parka gidip, oturduğumuz bankta bu mevzuyu konuşup, ‘saçmalık’ olduğuna karar verdikten sonra vazgeçmemiş miydik? Sonra ne oldu, yine seni dolduruşa getirenlerin yüzünden üç kere o hoca bozuntusunun yanına gidip bir sürü para harcamadık mı?
-Mutfağın nerede, bari bir çay suyu koyayım. Böyle kös kös oturmak için mi çağırdın beni?
-Neriman…
-Ay bu ne hal böyle! A adam sen insanı kanser edersin. Bu mutfağın hali ne böyle? Tiksinç, tiksinç… İyice midesiz biri olmuşsun. Ay Allah’ım inanamıyorum, şu bulaşıkların haline bak ya! Sen bu bardaktan mı su içiyorsun? Kime diyorum, gelsene yanıma.
-Neriman…
-Bırak Neriman’ı filan şimdi, yok mu çamaşır suyun senin? Hey adam, kime diyorum? Yoktur yahu, o da yoktur. Niye olsun ki, temizlik mi yapıyor sanki beyefendi!
-Şu dolabın altında her şey var Neriman.
-Varsa niye temizlik yapmıyorsun be adam! Ah anacım, şu telin haline bak! Bununda yenisi yoktur.
-Şu çekmecede telde var, sünger de.
-E varsa adam, insan bunları atıp yenisini kullanmaz mı? Ne hale gelmişsin sen a adam!
-Yardım istersen…
-Sen git o çok sevdiğin kitaplarının başına, git de oku bakalım mutfak nasıl temizleniyormuş, ev nasıl temiz tutuluyormuş bir öğren de gel!
-Neriman…
-Yok mu tişört gibi bir şeyin? Evin haline bakılırsa uzun zamandır kendine de bir şey almamışsındır.
-Dur, hemen getiriyorum Neriman.
Neriman bir silah mıydı yoksa hoparlör müydü? İkisinden de ses çıkar. İkisi de insanı haddinden fazla rahatsız edebilir ama silah ses çıkardığı an önünde duruyorsan, bu çok şeyi değiştirebilir. Neriman’ın karşısında öylece duramazdım. Yaralayabilirdi. Ciddi ciddi yaralamaktan çekinmeyecek bir durumdaydı. Yaralanmak mı istemiyordum yoksa Neriman’ı rahatsız mı etmek istemiyordum bilmiyorum ama yatakla kapısını kapattığım balkona çıkma fikri kışkırtıcıydı. Bu balkonda önceleri kaç kere Neriman diye inlediğimi itiraf edebilir miyim? Evet, bir köpek olmak isterdim. Enikken anne köpeciğin memesinden emer büyürdüm. Zaten şansız kardeşlerim -asıl şansızın ben olduğumu haykırırcasına- çoktan ölüp giderlerdi. Anne köpecik bir gün beni terk etmek zorunda kalırdı. Yıllar yılları kovalardı, sokaklarda, caddelerde her gece inler anne köpeceği aramaktan vazgeçmezdim. Bir gün köpeciklerin Azrail’i gelir, benim ruhumu ötelere götürürdü. Sonra izin alabilirsem, eğer beni görmekten insanlar gibi tiksinmiyorsa Tanrı’nın yanına utana sıkıla çıkar ‘Tanrı’m, senden yalnızca tek bir isteğim var. Dünyadayken hep annemi arayıp durdum ama bulamadım. Sanırım o da benim gibi bir sokak köşesinde aç karnına, donarak öldü. İzin verirsen annemi görmek istiyorum. Köpeklerin cennetine gitmeyi arzulamıyorum. Tek isteğim sizden, anne köpeciği görmek! İnan Tanrı’m dünyadayken kimsenin lokmasını çalmadım, çöp köşelerinden beslendim. Hiç kimseye zulmetmedim. Hiçbir insanı, kediyi ısırmadım. Kimseye zararım dokunmadı. Ara sıra öyle hasret dolup, öyle kederlendiğim oluyordu ki, anne köpeceği aramak için inliyordum. Sesim bu yüzden yüksek çıkmış ve çevreyi rahatsız etmişsem af eder misin beni Tanrı’m?’ derdim.
Yatağı kenara çekip, balkon kapısını açtım. Elimde ara ara yazdığım defter vardı. Balkonda eski ahşap bir sandalye duruyordu. Zemine yapışmış gibi duran terlikleri başparmağımla canlandırıp, ayaklarımı içine soktum. Tarif edilmesi güç bir mutluluk üzerime sinmiş, bana eskiden olduğu gibi ‘her şeyi yapabilirim’ fikrini vücudumdaki her uzvun zerreciklerine kadar tekrar ettiriyordu. İşte o güzel dünlerden biri daha; her şeyi yapabilirim, buna gücüm var. Zihnimin çalışıyor olduğuna kanıt, bu fikrin aleni biçimde benimle oluşuydu. Balkon hiç olmadığı kadar güzeldi. Zemindeki kurumuş karga dışkıları, tam önüme geçen sene çıktıkları çirkin apartman, ayağımı kaşındırıp duran terlikler, defterde okumaya başladığım kısım, üzerimde yılların eskitemediği -küçük bir sigara yanığıyla açılan delik sonrası artık dışarıda kullanılmayacak hale geldiğinde kurtulmayı planladığım- tişört dahil ama her şey şu an için güzeldi. Kablosu kahve önünde araba tekerleği altında kaldığı için ezilen kulaklığımı bile çıkarıp, Çin malı radyonun kulaklık girişine takıp, saatlerce müzik dinleyebilirdim. Yalnız son zamanlarda moda olmuş bir sözü tekrarladım:’ O iş öyle o kadar da kolay değil!’ Yok, tam olarak öyle değildi o söz, nasıldı sahi? ‘O iş öyle olmuyor canım’ gibi bir şey olmalıydı ama yaşım itibariyle bu türlü sözleri takip edecek gücümde yok, çevremde. Kahvede muhabbet ettiğim adamlardan biri mazimi pek bilmese de anlattığım bazı şeylerden ötürü bana aklı sıra akıl vermeye kalkmıştı:’ Geç bu işleri efendi! Bizim yaşımızda adamların yapacağı işler değil bunlar! Kaç yaşında adamsın, kalkıp bilgisayar alıp, roman mı yazacaksın? Yahu şu gençler var ya, bizim gibi adamlara artık kıçıyla gülerler. Ne romanı canım bu vakitten sonra! Şu televizyonda evlilik programlarına katılan adamlar senden daha akıllı efendi. Senin neyine bu yaştan sonra yazı filan. Kitap filanda boş iş! Bende senin gibiydim bir ara. Sonra farkında vardım ki, yazıp çizdiğim zamanları boşa harcamışım. İnsanların arasına çıkmalı, gezmeli, dolaşmalı; bizim gibi insanların bu yaştan sonra yapacağı şeyler bunlar. Yazmak filan boş işler efendi! Vallahi kıçıyla milleti kendine güldürmek istiyorsan, meydan senin. Yahu sen bu yaşta gidip bilgisayar almaya kalksan ‘hayırdır beyefendi, oğlunuza kızınıza mı alıyorsunuz’ diyerek seninle alay ederler. Ha, çalışmak mı istiyorsun; para kazanmak en güzelidir. Varsa elinden gelen bir kabiliyet, yaşına başına bakmadan gidip yaparsın. Cibilliyet meselesi efendi bunlar, boş işlerle zamanını harcama.’ Kahvede adamın dediği şeyleri aklımda kaldığı kadarıyla deftere yazmışım. Şimdi gel de buna ‘canım sıkılmıyor’ de! Cibilliyetine tükürdüğümün, adam bizi yetmiş yaşında edip, yerin dibine sokmaya ne kadar da meraklıydı? Meyyali üzere ne boş konuştuğunu anlatmaya kalksam kalbi kalırdı. ‘Efendim ben dediğinizi anlıyorum ama ben sizin gibi düşünmüyorum. Fikrinize saygı duyuyorum ama…’ Hemen hemen buna yakın birkaç laf etmiştim ama hiç oralı dahi olmamıştı! Hem yetmiş yaşında olup, bu yazma eylemini itinayla ifa eden pek çok insan tanımışımdır. Eğilimleri üzerine adamları yargılamak nasıl bir kafanın eseri? Deftere yazdığım şekliyle, şunu söylemiş olsaydım içimde bu konuyu böyle büyütmemiş olurdum:’ Demek ki meyyalinizin tercihen yanlış olduğunun farkına vardınız. Tabi, ben şimdi size diyemem ki yazdıklarınızın hiçbir edebi niteliği olamaz, asla bunu diyemem çünkü okumadım. Ama cesaretiniz vuku bulursa bir parça okumak adına teşebbüsünüz olursa ben hazırım. Lafım elbette kendimin şahane bir edip olduğuna dair değildir. Merakım sizin neden bu hevesinizden vazgeçtiğinize dair. Şimdi söyledikleriniz doğru olabilir ama gerçek olamaz. Doğruluk payı şuradadır: Evet, insan gezip, görmeli, milletin arasına kaynaşmalı. Sosyal olmalı. Fakat siz sosyal olmayı maddi, manevi hiçbir kıstas bırakmadan başka türlü hezeyanlarla bir tutunca, maalesef yazı üzerine söylediğiniz hiçbir sözün bende kıymeti kalmıyor.’
Ah ahmak kafam! Yaz ama söyleme, olacak iş mi bu şimdi? İçinde kaldığından deftere adamın yüzüne söylenecek sözleri yazmışsın ama adam seni ne zaman bu heves içerisinde görmüş olsa, yine aynı sözleri söylemeye devam edecek. İyisi mi bu konuları herkesle paylaşmamalı! Elbette insan heves ediyor, iki kelam bahsetme arzusuyla yanıp tutuşuyor ama gereksiz sohbetin ruhuna açtığı onarılması güç yaraları kapatmaya ilacın mı var?
-A adam, neredesin, nereye kayboldun?
Neriman, burada, mutfakta, o burada ve ben onun varlığını unutup, balkonda boş bir muhabbet üzerine başıma yeni ağrılar eklemekle mi meşgulüm? ‘Buradayım, buradayım canan, buradayım sultanım, buradayım Neriman’ım.’
-Hadi, çay hazır adam gel neredeysen. Gel de iki nefesleneyim. Yoruldum. Yordun beni yine. Her seferinde nasıl da başarıyorsun a adam!
Şu rengi varlığından utanmaya layık, düşkünlüğümün resmi, kanıtı olan tişört böyle bir hale nasıl geldi? Tanrı’m, bugünü bu ruh haliyle yaşayacağımı bilseydim, Neriman’a çok önceden ulaşmaz, onu çağırmaz mıydım? Nasıl da güzel, hiç değişmemiş! Tişörtü altında vefalı göğüslerinin üzerine giydiği bez sutyenin çizgileri kanepeye oturunca belli olmaya başladı. Kesin yine Salı pazarından almıştır. Sehpayı nereden bulup getirmişse, hafif önüne, çaprazına koymuş. ‘Bunun canı çıkmış ama hiç yoktan iyidir’ diyerek limonu gösteriyor. Elleri, ah o yorgun ellerine yüzümü yanaştırsam ne derdi? Ne çok severdim onun ellerini! Onun haberi yokken, ellerine bakıp, dokunup, nasıl da huzurlu hissettiğimi bilmez ki! Söyledim mi, bir kere olsun söyledim mi? Söylemedim değil mi? Neriman’ı diğerleri gibi sandığım için hiç onu övücü sözle sevmemiş miydim? Ne eksiği vardı Neriman’ımın diğerlerinden? Ne eksiği, vefa abidesiydi! Saat on ikiden sonra gece yarı jilet gibi Neriman’ın kokusuyla baş başa kalırdım. Onun yanında uyumak hareketli bir eylemdi. Gün içinde gömleğimin pantolonumun içinde olmasını söyler, öyle görmeyince ortaokul öğrencisiymişim gibi beni azarlardı. Fakat gece uyumaya hazırlanırken aldığı üç takım pijamayı giymediğim için hiç kızdığını hatırlamıyorum. Genelde uzun don giyer, yanına sokulurdum. Filmlerden aşina olduğu ilkel, yabani gelen o uzun donu bende gördüğünde tepkisiz kalıyordu. ‘Kadın işte’ diyordum. Karmaşa tanrıçası gibi; bir gün öyle bir şeye kızar ki afallayıp kalır insan, günü gelir de sinirden patlayacağını sandığın şeye tepki bile vermeyebilir.
Koluna bakıyorum. Çizilmiş mi yoksa yanmış mı; bir kızarıklık kolunda var. Göğsümün üzerinde kolunun varlığını birden anımsadım. İlla gece yatağa geçmeden önce su içerdim ki, rahatım kaçsın da yataktan kalkıp tuvalete gideyim. Fakat o seve seve gideceğim tuvaletten, kalçasını bana yasladığı an vazgeçerdim. Bu hareketi yaptığında genelde uyumuş olurdu. Uyuduğu halde orasını burasını bana sıkıştırmak, vücudunu bana yaslamak gibi garip huyları vardı. İlk zamanlar uyurgezer olmasından çekiniyordum. Havanın güzel olduğu günler, illa ki su köy diye adlandırdığı, bundan yirmi sene önce köy olan mahalleye gidip, oradan on dokuz litrelik damacanaya su doldurmamı isterdi. Dağdan gelen su çeşmeden buz gibi akardı. Yalak kısmı da vardı ama hayal dünyası gibi çok eskileri andıran haliyle hayvansız kaldığından yosunlaşmıştı. O suyla yaptığımız çay da bir güzel olurdu ki, hani tembel olmasam, sırf Neriman istiyor diye değil, her üç günde bir kendi arzumla kalkıp su doldurmaya giderdim.
Yüzünü daha iyi görmek için hafif soluma kaykıldım. Baş ve işaret parmakları ahenkle bardağı kaldırıyor, yumuşacık dudakları arasına götürüp, sonra sakince çay tabağına bardağı geri bırakıyordu. Kendisinden bana doğru aylardır kullanmadığım sabunun kokusu geliyordu. Derin bir mahcubiyetle beraber ona üzülmeye başlamıştım. Sahi ne yapıp ne edip yine Neriman’ı yormuştum. Onu çok yorduğumu itiraf etsem ne değişecek ki? ‘Eline sağlık canım, sen de olmasan’ gibi kuru bir teşekkür sözüyle yılların yorgunluk tozuyla karışmış kırıklıklarını düzeltemem ki! Taş olup, ateşlerde tam kalbimden parçalanası bir sıcaklıkta ona hasret duyduğum, inlediğim, adını sayıkladığım gecelerin suçunu ona mı atacağım? Yok muydu başka bir kadın, bir sevgili? Neden Neriman’la bir ömrün yarısından fazlasını tükettim? İş güç, mal mülk, ev araba… Hangisiyle yıllardır soğumamış olduğuna inandığım sevginin üzerine yeni bir hayat yaratabilirim? Daha rahat döşeklerde, daha manzaralı evlerde yaşamak mı beni mutlu edecek? Paranın insana mutluluk vaat ettiğini söyleyen yalancı, bir kadını gerçekten sevip yitirmiş midir? ‘Dünyada milyarca insan var, bir o kadar erkek kadın; ne diye birinin yasını tutuyorsun a adam’ dedikleri an, öyle bir bağırasım, haykırasım geliyor ki!
Üç bardak. Yalnızca üç bardak çay. Usulüdür ne azı ne de fazlası. ‘Kırma hatırımı, dört uğurlu sayım biliyorsun, bir kerede dört bardak çay içsen ölür müsün be kadın’ demiştim de o huysuz inadını bir türlü kıramamıştım. İnatçıdır Neriman, hem de öyle inatçı bir kadındır ki, bir şeyi kafasına yeter ki taksın! Öyle boş inatta değil, Neriman bir şeyi kafasına taktı mı, o inadına layık işi tastamam halleder, sonuçta da ‘işte bu Neriman’ın eseridir’ denebilecek türden çabasını ortaya koyardı. Son bir kez daha elleriyle şu çirkin yüzümü, istenmeyen ot gibi çıkmış saçlarımı okşasa… Ah o elleri dünyanın en güzel şarkısını besteler gibi tenimde kımıldasa! Yüzü mum alevinin gölgesi gibi seğrilse karanlığıma! Gençliğinle var ettiğin sevgi pınarını kurutan yıllara savaş açsa bakışların, bir söz edebilse benden yana ve desem Neriman ‘beni yokluğunda inletme!’
Neriman’ın tükendiğini görüyorum. Bir insanın hakkında her şeyi biliyormuş gibi düşünürken, bir anda onu aslında tanımadığınızın farkına varmanın acısıyla dolduğumu inkâr etmiyorum. Kavram ve mana karmaşası yaşıyor da olabilirim. Dedim ya, o bir ‘karmaşa tanrıçasıdır’ ve bildiğimi bana hep unutturmuştur. Ayna karşısına geçmeme lüzum yok, ona haksızlık ediyorum. Talan olmuş tarlanın içindeki tüm fareleri öldürmek gibi, aynı yoldan defalarca geçip, uzakta, hiç kimsenin bilmediği bir yerde yaşıyorum. Orada bir çocuk var. Doğar doğmaz tüm suçların en ağırı ona kalmış. Ağları insan arasında, yalnız ve küçücük bir çocuk vahşice eğiliyor her gün bacaklarına doğru. Ellerinden tutan yok. Kan damlıyor. Süzülüyor. Bir noktada birikiyor ve kurumadan, ıslak bir halde avuçlanıyor. Neriman’ı eskiden tanımladığım gibi, o bulunmayı beklemiyor. Her zaman orada, biliyorum ki orada ve asla incitici değil sevgisi. Ürkütür, yeri geldi mi soğuk bir kış gecesinde donmayı bekleyen köpecik gibi arzulatır insana varlığını. Kanayan bir yaranın fiskos sehpasına konmuş camdan sığınağına benzer göğüs uçlarından dolayı yaprak gibi titrer Neriman. Çıplak olduğunda hâlâ utanıyor. Kendi penyesini giyerken rahatsız gibi ama ‘bana bakma’ demiyor. Hep böyle değil miydi? Ne zaman soyunmaya kalksa, vefalı küçük göğüslerinin gözükmesinden dolayı değil, eskimekten, artık bedenini var edemeyeceği korkusuyla utanmaktan çekinmez miydi? Çok zaman ikimizin de bakındığı aynı kanlı ayna karşısında sustuğumuz dakikaların bir çetelesi olsa, buna rıza denmezdi. Rıza ettiğimiz durumun, razı kaldığımız hayatın çok zaman bize biriktirip, yutkunmamıza sebep kıldıklarıyla gönüllerimizde dehşetli oyuklar içinde yara güveleri beslediğini inkâr edemeyiz. Çok zaman Neriman biriktirirdi ve yutkunurdu. Geçiştirir, susardı; kızacak bir şey bulurdu. Onun kızgınlığı gerçek bir asabiyet değildi. Bir tamir ediş, çeviriş, kırıkları üzerinde kanlı ayaklarına aldırmaksızın uyanışı tekrarlayıştı. Aşk mıydı? İnsanlar birbirlerinin mahvına sebep olurken dahi ‘ben ona aşığım’ deme küstahlığını gösterebildiklerinden dolayı aşk mefhumuna mesafeliyim. İşte yine ellerinden tutan yok. Elleri bir milletin gözyaşlarıyla sulamaktan imtina edeceği kadar temiz. Benimkileri kırmalı, yakmalı ve yok etmeli. İşte orada duruyor elleri. Ayakta o ve boşlukta duruyor elleri. Birden itinalı sözcüklerle düğümün çözüleceği an itibariyle dışarıda bir yerde ölen hayalin ağıtını tutarcasına adımlıyor. Veremli gözbebeklerinin inceliğine benzer hissizliği taşıyor. Vücudu tuzluk gibi, bazı yerlerinde tatlanan bir atmosfer ve bazen de tuzun madenine inmiş gibi. Bir göl ya da kaya içinde saklı tuz gibi, biraz da çıkmaz sokağın müptelası sersemler gibi terliyor. Ona olan sevgim, ona olan nefretimle beraber büyüyor. Aynı trende birbirini göremeyen iki düşman gibiyim. Hiçbirini anlatmıyorum başkasına -o benim-, bahane de bulmuyorum tuzunun kapalı olduğu hücrelerde. Neriman yine gidiyor ve ben onunla beraber ona gitmek için kapıdan adımımı atıyorum.
Gece olunca burası başka bir hâl alıyor. Eskiden nasıl da ürkerek gelirdim. Bir ara fener bile getirmiştim. Artık ayaklarım tanıyor gideceği yeri! Sahi, insan ölülerden neden korkar ki? Ancak birazcık yalan söylemiş olabilirim. Tam olarak korku sayılmasa da onun yanına geldiğim zaman gömleğim genelde pantolonumun üzerine sarkıyor. Kemerin altına gömleği sıkıştırmış dahi olsam ne yapar ne eder toprağın üzerine başımı yaslamaya yeltendiğimde gömlek yerinden çıkıyor. Geçen gece başımı toprağa yasladığımda kulağımı bir böcek ısırmıştı. Sanırım Neriman kızıyor dersem yalan olmaz. Beni derli toplu görmek istiyor. Kahveye ara sıra uğrayan yaşça benden küçük bir kâtip var. Esaslı çocuktur, yeri gelir içtiğim üç çayı da ısmarlar. Çayın üzerine ay ortasında kahve sefası yaptığımız bile oluyor. Bir ara ona ‘doktorun biri geçen bana paranoid şizofreni teşhisi koydu, sen ne diyorsun bu işe kâtip’ diye sormuştum. Durdu, ciddileşip ‘abi o doktorun ettiği yeminin içine sıçayım. Hayatında hiç mi paranoid şizofren hastası görmemiş, sen sapasağlam adamsın, ilaç yazmak için bahane mi uyduruyor deyyus’ demişti. Tabi ona bazı yaşadığım şeylerden bahsetmemiştim. Aslında gerçek olan şeyin ne olduğunu kestiremeyecek kadar yorgundum. ‘İlaç filan yazdı mı, aldın mı abi’ diye sorduğunda, ‘aldım kâtip, aldım ama doktora ilaç yazacaksan uyutacak bir şeyde ver demiştim, sadece o uyutan ilacı kullanıyorum’ diye cevapladığımda kâtip bana şaşkın gözlerle bakıyordu. Karşısındaki insanın hastalıklı olduğunu nereden bilsin garibim! Bir gün ağzından kaçırmışçasına ‘abi, senin çocuğun yok mu’ diye sormuştu. Kâtibe kızamadım, hem niye kızayım ki! Her insana sorulacak normal bir soru sormuştu. Başımı Lut gölünden semaya kaldırırcasına ‘yok’ dedim. ‘Anladım abi’ diyerek daha fazla soru sormamıştı. Akıllı çocuktur bizim kâtip. Nerede duracağını iyi biliyor! Oysa ben gençken öyle miydim? Dünya meselesi eder, etrafımdaki insanların her özelini bilmeye yeltenirdim. Bir tek Neriman bu konuda beni o çok başka tatlı gülüşüyle frenlerdi. Sahi, bir gülüşü vardı Neriman’ın, sırf o gülsün de yüzünde bahar çiçekleri açıyormuş gibi ben bakayım diye anını yoklardım. Bazen ‘darlama’ beni derdi ama bunu derken gülerdi ya, o gülünce susup onu sadece seyretmek isterdim. Elini başına mı kaldıracak, kolunu mu kaşıyacak, ayağa mı kalkacak, ağzında sakız, televizyon mu izleyecek… Bir gün gece kuşağında romantik bir film gösteriliyordu. Filmi göz ucuyla takip ediyordum. Şimdi hissettiğim pişmanlığın onda birini o zaman hissetsem, ona fısıldar, gönlünü hoş edecek nice sözler ederdim. Tabi, geçmiş bitmiş ya, atayım inanan çıkar! Sahtekâr seni! O gün filmi izlerken bana dönüp baktığımda, bir süredir kendisini süzdüğümü anlamış olmalı ki’ ne oluyor yahu adam ne bakıyorsun bana öyle’ demişti. Tam ağzından çekirdeğin çöpünü çıkarırken bunu söylemişti ve yine gülüyordu. ‘Deli yahu, vallahi bu adam deli’ deyip filme tekrar dalmıştı ama ben ona bakmaya devam etmiştim. Peki kulağına fısıldanmasından hoşlanır mıydı? Bir gün kulağına şaka mahiyetinde fısıldamıştım. ‘Sıcak sıcak ne üflüyorsun kulağıma a adam’ demişti. Sanırım ilk ve son kulağına fısıldayışım o olmuştu. Gülen yüzünü görüp, tüm huzursuzluğumu üzerimden atabilmeme imkân yok; kulağına fısıldayıp onu kızdıramam da, diyemem de ona artık kainatın en sevgi dolu sözcüklerini ve kahırla benden boşanmasına sebep ‘senin suçunmuş, çocuk senin yüzünden olmuyormuş, doktorlar söylemedi mi, o şeytan kılıklı hoca bile anlayıp demedi mi karının yumurtalıklarına büyü yapmışlar diye, hepsi senin yüzünden, ağlayıp zırlama yine yanımda, yeter, bıktım yeter’ diye beni her gün öldüren günahımı.
Anahtar soğuk kilidin dilini döndürürken, evin içinden gelen kokuyla irkildim. Gece olunca her şey daha kötüleşiyordu. Koridordan sağa adımımı atamazdım. Atarsam nefes nefese kalacağımı, başıma giren ağrılardan kurtulmak için duvarlara kafamı çarpacağımı, dizlerimin üzerine çöküp ağlayacağımı biliyordum. Bunu artık bir daha yaşamak istemiyordum. Bu ıstıraba katlanamıyordum. Karanlıkta yatağımın yanına kadar gittim. Çamurlu kıyafetleri soyunup, yatağa girmeden önce masanın üzerinde duran ilaçla, sürahiyi el yordamıyla bulup, iki tane hapı ağzıma attım. Sürahiden suyu içerken mutfaktan gelen koku burnumun direğini sızlatıyordu. Balkon kapısına çapraz duran yatağımın kenarına uzanmış perdeyi iteleyip, yatağa girdim. Yorgana sinmiş koku biraz olsun ıstırabımı dindirecek cinstendi. Titremeye başlamıştım. Yine geliyordu. Gözüm sımsıkı kapalıydı. Hapı neden daha erken içmedim diye kendime kızıyordum. Parmakları yavaşça saçlarıma doğru iniyor ve alnımdan, yüzüme doğru tek bir parmağı gezinmeye başlamıştı. Titrerken ‘affet beni’ diye yalvarıyordum. Sadece tek bir kelime ağzından çıkıyordu. Uzatarak ve yankılanarak ‘sus’ diyordu. Kalbim elimdeymiş gibi hissederken, soğuk terler boşalıyordum. Gözümü açamazdım. Beklemem gerekiyordu. Yüzümdeki yumuşak dokunuşlar yerini soğuk bir rüzgâra bıraktıktan sonra, yanıma uzanacaktı. Titremem yavaşlarken, vücudunu hissetmeye başladığım an gözlerim artık istemsizce kapanıyordu. Kendimi zorlamam gerekmiyordu. Neriman’ın yüzündeki çiçekleri koparan elimin titremesi de azalmıştı. Sabah uyanıp, mutfağın alt üst olmuş halini görene kadar ıstırabım erteleniyordu.
YORUMLAR
Ne çok zorlandım okurken kaçmasın diye Neriman.
Ah O sokak eniği... "O" yu büyük harfle ,yazılmayı insandan fazla hak ediyor. Tanrı'yı sorgulamaktan bile hicap duyuyor.
Bana dedi ki sen yap onu!
Küçük kedi hani dünyada yemek artığı bahçeyi kirletiyor diye posete iki düğüm atmıştın...hatırlıyor musun.
Heee...
Ben ondan davacıyım.
Ah! Karar verici irade...
Soğuk bir kış günü kahveye girdim sıcacık insanların pis kokulu nefesleri birbirine karışmış umurumdamı.
Biri hemşerim dedi hayırdır, ne arıyorsun bu vakitte.
Tanrı'yı dedim.
Yuzeyi yoguşmus catlak camlı pencereyi gösterdi karanlığı kastederek.
Aha...orda.
Elimin ayasının kenariyla defalarca sildim görebilmek için....karanlık ve kirli nefesler boğuyordu sanki Tanrı'yı.
Temizlersem karanlık görüyorum temizlemezsem buğulu...
Yer yatağında bir ölümlü omuz omuza son nefesini vermek üzere yanıbaşımda...ağlamak yasak... Koymuş kuralını yaşam daha ilk baştan.
Bence enik daha şanslı...
"Geldiler görmüyor musunuz? Ses soluk gitmiş."
Gözlerim tam uykulu gibi " ya Azrail efendi git sonra gel şimdi sırası mı Allah'ını sever sen."
" He ebe he geldiler görüyorum. Ama kim bunlar?"
"Deden Osman, yanındakini pek tanıyamadım."
"Bi su vereyim mi?"
"Ver."
" Ebe nereye gittin... "
Gelenlerin...touches of goodness.
Neriman şanslıymıs be Ustam.
BayBuhar tarafından 9/29/2019 3:33:59 PM zamanında düzenlenmiştir.
BayBuhar tarafından 9/29/2019 3:40:48 PM zamanında düzenlenmiştir.