- 355 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yokluğunun varlığı farkedilen yokolmaz
Coetzee Yavaş Adam’ında diyor ki: "Bir bacak kaybetmek herşeyi kaybetmenin provasıdır." Bu ifade beni ’kaybetmenin tabiatı’ üzerine düşündürüyor. Hepimiz hayatımızda birşeyleri kaybettik. Bunların büyükçe bir kısmı da sevdiklerimizdi. Zaten yokluklarını da onları sevdiğimiz için farkettik. Sevilmeyenlerin yokluğu da yoktu. Mürşidim bir yerde der: "Hayal nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider." Ben bunu şöyle yorumluyorum bazen: Hayallerimiz kadar ayrılığımız da var. Hatta sanki insan bu dünyaya ‘ayrılsın’ diye gönderilmiş. Hesap edin bir:
Kavuşmaklar ayrılıklar arasında mola gibi kalıyor. Hatta sanki kavuşmalar da ayrılığa dahil. ‘Ayrılık olsun’ diye. ‘Neyliği bilinsin’ diye. Çünkü kavuşmadan bilemezdin. Karanlıksız ışık bilinmez. Velev yalnız bir ihtimalcik kalsın. Yalnız tahayyülde bir vücut bulsun veyahut bir parça tasavvura tutunsun. Kavuşmayı düşlemelisin. Böylece ayrılığın da olur. Ne mutlu sana! Hayırlı olsun. Fakat nasıl olur? Ayrılıklar nasıl hayra tebdil edilir? Kesiklerden neşe çıkar mı hiç?
Eğer varoluşumuz bu kadarcık kalırsa çıkmaz. İnsan yitirişe ancak ardında daha büyük bir varoluş varsa katlanabilir. Tecrübeten olsun. Yalnız içimizde bir yere götürmek kadarcık olsun. Bir karşılık almalıyız. Bedelinin ödendiğini düşündürmeyen her yitirişin düşmanıyız biz. Onu bir yere koyamayız. “Dünyanın düzeni böyle!” deyip kabullenemeyiz. Yalnız dışımızda değil içimizde de ahiretin delilleri var. Birisi de budur. İnsanın yalnız bu dünya için yaratılmadığını yalnız bu dünya ile tatmin olmayan yanlarından yakalayabiliriz. Kafeste depresyona giren hayvanlar gibi bir depresyona girer dünyada ahiretsizler. Çünkü ruhlarını ferahlatacak ötelerden habersizler.
Lakin burada da bir parantez açmaya zorunluyuz: Eğer büsbütün habersiz olsalardı yokluğunun acısını da çekmezlerdi. Hayır. Onlar varolması gerektiğini bildikleri, içten içe inandıkları, belki başka türden gözleriyle gördükleri/sezdikleri birşeyin yokluğunu çekiyorlar. Bundan dolayı sancılanıyorlar. Her sancı bir yoksunluğun ulağıdır. Aksi mümkün değil.
Kavuşmasından haberdar edilmiş bir ayrılıktır ‘ciyak’ları. Zaten her ‘ciyak’ bir ‘arzu’ya muhtaçtır. Yeni birşeyi çağırmasına gerek yok. Eskiden sahip olunan/olunmuş, bir kerecik olsun dokunulmuş, bir defacık olsun tadılmış bir huzura dahi sessiz bir arzuyla bağlanırız. Kuyruğuna basılan kedi ‘ciyak’lar. Çünkü basıldığı anda evvelki haline karşı bir arzu duyar. Acısız bir kuyruğu tanımıştır. Huzurlu bir kuyruğun vuslatını tatmıştır. Varlığından haber edildiği için acısını da bilir.
İnsan o kadar yoksunluk biliyor ki bildiklerine şu dünyanın vuslatları yetmez. Cennetten indiğimize içimizde çok şahit var. İnek değiliz. Önümüze konulmuş bir saman balyasını çiğneyerek yaşayamıyoruz. Zira salt bu dünyadan haberli değiliz. Başka şeylerden de haberimiz var. İmanımızın olması, daha doğrusu, bu imanın tam bir şuur/taraftarlık halinde uyanık bulunması şart değil. Ateistin bile kafasında ahiret fikri tükenmez. Kötülüklerini düşündüğünde ‘olmamasını’ diler. İyiliklerini hatırladığında ‘olmasını’ ister. Ancak bütün bu olup-olmama tartışmasının üstüne çıkıp büyük resme bakıldığında vuslatını sezdiği birşeyi tartıştığını anlarız.
Ahireti tartışmak tek boynuzlu atları tartışmak gibi değildir. Işığı ruhumuza düştüğünde haberli bahçeler çiçek açar gönlümüzde. Dışımızdaki tekrar eden dirilişlerin, yani baharların, ahiretin maddi delilini oluşturması gibi; içimizdeki bahçeler de, yani inanmakla sevinçlenen latifeler de, ötelerin metafizik bir müjdesini oluştururlar. Sevdiğini kaybeden hiçkimse hiçliği istemez. Bir yere koyamaz. Mantıklı bulamaz. Sonunun çirkinliği baştakinin güzelliğine tezattır. Bir kez sevilen kimse asla hiçkimse değildir. Aynen. Yokluğunun varlığı farkedilen yokolmaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.