- 873 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
YABAN ORKİDE ÇİÇEĞİ ( TİLKİ KUYRUĞU )
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
YABAN ORKİDE ÇİÇEĞİ ( TİLKİ KUYRUĞU )
Orkide denince hemen akla; mutluluk, soyluluk, içten bağlılık, sevgi, aşk, tutku, incelik, zarafet ve temiz saf duyguların yanında, gizemli bir güzellik, yaban kokuşlu bir cazibe gelir. Kıbrıs bir orkide cenneti; şöyle ki doğasında kırk beş tür yabani orkide bulunuyor.
Egzotik, doğal güzellikleri, kokuları, renkleri, şaşırtıcı çiçek yapıları insanın her zaman ilgisini çekmektedir. Renklerine verilen anlamlarla dünyanın en çok sevilen çiçeğidir orkide. Düşlemesi bile ne kadar güzel; yemyeşil bir doku arasında hoş kokulu, can alıcı renkleriyle salep orkideleri, arı orkideleri, maymun yüzlü orkide, ördek orkide, kelebek orkide ve diğer onca yaban orkideler her bahar mevsiminde alımlarıyla sevgi dağıtıyor…
“ Köyümüzde çok vardı bu ’tilki kuyruğu’ çiçeklerinden. Çok seviyorum görünümlerini, ne zaman bahar aylarında ovaya gitsem; sevgi dağıtıp sanki gülümserler bana kırların arasından. Pembeli, menekşeli, sarılı, beyazlı, menevişli, karışık renkleriyle heyecan katıyorlar içime. Hele o baş döndürücü kokuları. Ah ki ah, köyümün mis mis tüten, sevgi, saflık, güzellik saçan ‘tilki kuyruğu’, yaban orkide çiçekleri… ”
“ Abla, ben de seviyorum çok seviyorum hem de, bu çiçekler bana hep babamı hatırlatıyorlar. Babamla özdeştiler adeta, bahar zamanı açarlar ya; ben ovaya gitmemişsem bile, babam davarı beklerken toplayıp bana getirirdi. Aklımda kaldığı kadarıyla, 1974’ten önce yaşım ufaktı ama köyde bu yaban orkidelerine ‘ tilki kuyruğu’ diyorlardı. O zamanlar salep çiçeği, ya da yaban orkide çiçeği adını bilen yoktu köyde.”
Kıbrıs’tayım mayısın ilk haftası, güzel bir mayıs günü, güneşin yakıcı ışıkları şımartmakta doğayı. Yaşam, baharın coşkusuyla canlıların üzerinde tıpkı bir büyü gibi. Ağaçlar yemyeşil, kuşların sevişmesi dallarda, çiçeklerin sevgi dağıtması kadar güzel. Börtü böcek uyanmış cemre yakışlarından sonra yepyeni bir doğuşla, canlılıkla yeniden yaşamı selamlıyor adeta. Cemre kor kor düştü mü; insan ruhunun da ayni doğa gibi etkiler. Yeniden doğmasını ve güzelleşmesini, hareketli, kıpır kıpır olmasını sağlar. Çiçek patlaması gibi insan ruhunda değişim ve pozitif bir bakış açısı oluşur. Barış, huzur ve mutluluk duyguları gelişir. Şehrin kalabalığından uzakta kırlara uzanmak ne güzel! Mayısın bu cömertliğinde, tam da piknik yapma zamanı. Beşparmak dağ eteklerinin güzelliği, makilerin yeşilliği, dikenler arasından mis kokularıyla azganların sapsarı görünümleri, Kıbrıs Akasyasının dal boyunca altın sarısı renginde top top salkım çiçekleri daha da haz katmakta piknik keyfimize. Kebaplar salatalar, meyveler ve sohbetler derken yürüyüş kaçınılmaz. Kıbrıs’ın bitki varlığı da bir başka görsel zenginlikle içine çekiyor insanı. Hele egzotik görünüşlü orkidelerin aşk dağıtan, sevgi dağıtan cazibeli, alımlı o güzellikleri yok mu? Gördüğüm yerde sevinç çığlıkları atıyorum, bir sevgiliye kavuşmanın heyecanını yaşıyorum, gizemli bir duygu çevreler, kaplar tüm hücrelerimi. Sevgiliden; orkide çiçeği, hele de kokulu yaban orkidelerinden armağanım olmuş mu ki, hayır olmadı! Gençlik yıllarında; o ilk aşkı, o ilk heyecanı ve yakıcı, sonsuz sevgiyi tattıran O sevgili bir şehir çocuğu idi, ne haberi olsun ‘tilki kuyruğu’ çiçeğinden.
“ Orkide, yaban orkidesi, denince ister istemez akla Orkis Prensesin aşkı gelir. Dağlara uçarcasına kaçıp oturduğunda; etekleri bütün dağları kaplar, saçlarını açtığında yaylaya mis mis kokular yayarmış. Bir gün Orkis Prensesin eteklerinin üzerine leylekler oturmuş, zamanın geçtiğini farkında olmadan bir kaygıyla kalkarken Karbeyaz kanatlı bir leylek yere düşmüş. Kanadı kırılmış, Üzülen Orkis Prenses saçlarından bir tutam kesip şefkatle sarıp onu iyileştirmiş. Tılsım bu ya; bir anda Karbeyaz leylek yakışıklı bir delikanlı oluvermiş. Birbirlerine âşık olmuşlar, çok derin masalsı bir aşk yaşamışlar. Ne yazık ki havalar soğuyunca ayrılmışlar. O yakışıklı delikanlı yeniden Karbeyaz kanatlı leylek olup; uçup gitmiş uzaklara. Orkis; üzüntüsünden dağlara saçlarından kök salıp mis mis kokular yayan Orkide Çiçeği olmuş. Orkis’in; bir gözündeki yaştan; sevdası, diğer gözündeki gülüşten; umudu, toprağa iki inci damlası gibi dökülüvermiş. Orkide çiçeğinin iki yumrusu vardır. Anlatıya göre bu iki yumru; Orkis’in üzüntüden döktüğü gözyaşlarından biri ağlayan, biri gülen imiş. Ağlayan yumru toprakta kalıp orkideye hayat verirmiş diğer yumrudan ise halk salep ve dondurma yapıyormuş.” (Bu alıntıyı “İnci Okumuş” a ait bir yazıdan özet geçti.)”
Şimdilerde ise ekonomiye katkı sağladıkları için kültüre alınmış yaban orkideleri ve birçok bitki türü var. Kokusu var yok, kültüre alınan orkide çiçekleri seralarda yetiştirilip satılıyor her yerde. Birçok bitkinin kültüre alınmasıyla, ne yazık ki o eski bitki türleri yok. . Toprağın verimiyle tanışan, doğanın çiçekleriyle koklaşan, hayvanların diliyle konuşan bir köy kızıyım. Doğanın bu denli cömertliğine tanık olan birisi olarak dokunuyor içime; insanların içinde bulundukları olumsuzluklarını, kıramadıkları kısır döngülerini düşündükçe. Kafamda canlanıyor meyve ağaçları ne çok verimle bizlere meyve, kır çiçeklerinin renk yarışmasındaymış gibi açarak bizleri mutlu etmeleri. Ayrıca, denizlerdeki balıkların sayısız üremesi, yaşama onca katkı için değil midir? Kümes hayvanlarının hemen hemen her gün yumurtlamaları… Canlı varlıklardan hayvanların verimlilikleriyle yaşamımızı nasıl desteklediklerini uzun uzun düşünüyorum. Aklım almıyor insanoğlunun insanlığa ve de doğaya yaptıkları kıyımları, aklım almıyor ülkelerin barış değil de savaş yaparak halklara kıyımlarını, savaş sonrası engellileri, savaş yetimlerini ve çocuk ölümlerini…
Oksijenin bol olduğu, çamların esintileri arasında kuş ötüşlerinin eşliğinde yemek keyfine; gündeme düşen derin sohbetler de karıştı. Tesadüf bu ya; bu gün 6 Mayıs Cumartesi. Tam kırk beş yıl dolmuş; 6 Mayıs 1972 sabahı Devrimci Gençlik Hareketi’nin liderlerinden Deniz Gezmiş ile arkadaşları Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılarak idam edilişlerinin yıl dönümüydü. Gazete sayfalarında, televizyon ve radyolarda bu olay söz konusuydu. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmeleriydi. Yaşarken bir efsane olmuştu Deniz Gezmiş. Gençliğin, öğrencilerin Deniz abisiydi. O dönemler O’nu görebilmek için ne çok yol, ne çok sokak eskitmişlerdi hayranları… Arkadaşım, üçüncü kuşaktan kuzenim Müjgân da çok içli, duyarlıydı bu konuda. Gözlerinde sayısız, cevapsız soruların yeşerdiğini hemen fark kettim. Eşi Tonguç’un isyan eden yüreğiyle, hararetli hararetli anlattığı 1972 yılının 6 Mayıs, o utanç sabahında asılan üç fidanın boş yere asıldıklarıydı. O zamanın şartlarına göre karar öyle çıkmıştı ama onca başkaldırı, devrimci ruhunu aşılamaları, sosyalleşme- toplumsallaşma savaşımları, sömürüye, emperyalizme karşı mücadeleleri, yarınlar içindi, halk içindi…
Söylentilere göre; yaşanan gelişmeler sonunda bu idamların erken olmasını istiyordu bir kesim. Çünkü o dönemin Başbakanı ve iki bakanı daha önce asılmıştı, ’üçe üç’ diyorlardı. İntikam mıydı bilinmez elbette. İdam sehpasında Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan yaklaşık on beş dakikada hayatını kaybederken, Deniz Gezmiş, tam elli iki dakika boyunca yaşadı’’. O zamanlar idam cezası olmasaydı; bugün yaşıyor olacaktı devrimci, öncü bu üç genç fidan. Kim bilir belki de; yürekli, cesaretli duruşlarıyla, devrimci kıvılcımlarıyla, öngörüleriyle tam bağımsız bir Türkiye için, toplumun aydınlanmadaki aksaklıklara da bir güneş olacaklardı. Yazık oldu elbette, hem de çok yazık oldu. İdam ki, geri dönüşü, telafisi mümkün olmayan bir cezadır. O günün idam suçu olan, bugün suç olarak dahi görülmüyor, yazık oldu elbette. O günün yetersiz kararları bugünün de aydınlatılamayan karanlığı bir yerde. Sonuçta 68 Kuşağı kahramanları, üzünçle, yüreklerde ateşle, yitik bir sevda olarak yaşayacaklar…
Gelelim; ‘tilki kuyruğu’ (yaban orkide) heyecanına, Tonguç ve eşim Ersin, “siz ufak ufak kırlarda ilerleyin biz arkanızdan yetişiriz” diyerek sohbete devam ettiler. Bir yandan ilerliyoruz bir yandan da kulağıma çalınan o müthiş sesin nereden geldiğini çıkarmaya çalışıyorum. Elimle işaret ettim Müjgân’a sessiz olması için. On, on beş metre uzağımızda ark tarafından turaç ötüşleri yamaçları inletiyordu adeta. Turaç kuşu baharın müjdecisi olarak bilinir. Turaç sülüngiller familyasındandır. Akdeniz iklimi olan yerlerde yaşar. Türkiye dışında; Suriye, Irak, İran, Lübnan, Ürdün, Pakistan, Avrupa’nın bazı yerlerinde ve Kıbrıs’ta yaşar. Erkek ve dişilerinde farklılıklar vardır. Erkek turaç daha canlı renklerle bezeli, boynu kırmızı halkalı ve doğal ortamına uygundur. Dişisi ise daha sade, kahverengi tonlarda toprağa uyum sağlar. Turaç çok zeki bir kuştur, kolay kolay fark edemezsiniz, yerini asla belli etmez. Sabahın erken saatlerinde erkek bir tepeye çıkıp öter. Baharda ise erkek turaç eş aramak için durmadan öter. Ötüşleri ta uzaklardan duyulabiliyor
Çukurova’nın sembolüdür turaç, masumiyetin işaretidir, bu yöreyle özdeşleştiği için şairlere, türkülere, şiirlere konu olmuştur. Ustalardan:
Hasan H. Korkmazgil:
" Bakma turaç bakma bana el gibi
Sen bu Çukurova’nın öz kuşu değil misin
Ben bu Çukurova’nın öz oğlu değil miyim?”
Karacaoğlan:
" Ötme turaç ötme işin var senin
Şahin salıp avlanacak yer değil.”
Vardım, gördüm ağyar göçmüş yurudundan
Âşık Kul Mustafa:
“ Çukurova turaç senin öz kuşun
Çiğ yağarken garip garip ötmez mi
Senin sesin ilkbaharın nişanı
Aşiretler yaylasına göçmez mi? “
Bende ise Turaç Kuşu ve ötüşleri ayrı bir heyecan yaratır her zaman. Doğup büyüdüğüm topraklarda ve Baf Köylerinde hep anlatılan o efsaneyi hatırlatır turaç ötüşleri bana.
Yöresel anlatılar dışında, on beş yıl önce TRT kaynaklarından da dinlediğim efsaneye göre:
“Bir gün, gelin kaynana oturup hamur yoğurmuşlar, yirmi dört ekmek ve bir poğaça yapmışlar. Ekmekler pişince ekmeğin birini ve poğaçayı saklayan kaynana gelinini ekmek çalmakla suçlamış. Gelinle kaynanası arasında çıkan bu itirazda, hırsızlıkla suçlanan suçsuz gelinin ki adı da ‘Turaç’ imiş, kocasına karşı kendisini nasıl temize çıkaracağını düşününce utancından çareyi Tanrıya yakarışta bulmuş.
“Tanrım, kocamın yanında küçük düşmeyeyim diye beni kuş yap”
Duası kabul olmuş, hemen kuşa dönüşmüş hem de çok çok güzel Turaç kuşu olarak. O günden beri gelin Turaç; kuş olarak derelerde kırlarda ötüp durmakta o yakaran sesiyle:
.” Yirmi dört ekmek vardı kaynana, bir de poğaça”
“Yirmi dört ekmek vardı kaynana, bir de poğaça”
Turaç kuşunun bu ezgili ötüşleriyle, haykırışlarıyla; yani Turaç gelinin kaynanasına ve onun gibi kötülere bir iletisi vardır elbette
Biz, yüzümüzü kaplayan ılık bir tebessümle sessiz sesiz dinlerken; Turaç ötüşlerini ne yazık ki beyler susturdu gelişleriyle. Ark’a inip yüzümüze su vururken, beyaz çiçekleriyle mis mis kokular saçan teşbih ağacının yan tarafından bir hışırtıyla irkildik; dağ tavşanının kurşun gibi hemen yanı başımızdan yırtıp uzaklaşması harikaydı.
“Ne güzel yahnisi olur, lalangısı da yapılır; tavşan lalangısı yapan olsa da yesek!”
Diye yüzümüze ince ince bakarken Tonguç: Müjgân’la bir ağızdan: “ Hayır, bu dağların ortaklarındandır yaban tavşanları, üstelik de kuraklıktan eskisi gibi çoğalamıyorlar; yemeyiz asla!”. Keşke avlanmaları bilinçli yapılabilse!” Diye itiraz ettik. Müjgân da benim kadar duygulu ve hassas yürekliydi, doğadaki canlılara karşı duyarlı idi. Keklik ötüşleri de kayalıkların ardından hafifçe işitiliyordu. Keklik, turaç, tavşan, üveyik, yabani güvercin avlamak yasak dedik. Eşlerimiz doğaya ve canlılara olan duyarlılığımızı bildikleri için gülümsemeyle geçiştirdiler. Doğadaki en küçük bir canlının dahi doğal dengeye yararı vardır. Doğamıza ortak olan bu dostların yaşama haklarını göz önünde bulundurmalıyız. Tonguç muziplik olsun diye;
“ Tilki avlamak da yasak mı?
Diye sorunca hep birlikte bakışarak gülüştük. Karar veremedik bir an, öyle ya tilki bu, zarar ziyanı saymakla bitmez. Köylüler şimdilerde bile tilkileri kürkü ve zarar ziyan verdikleri için tuzaklar kurup yakalıyorlar. Tonguç kararsız bakışlarımız ardından sessizliği bozdu.
“Dün akşam Ahmet dayının kümesine tilki girmiş tüm tavukları telef etmiş. Horozu ve tavukları boğmuş kümesin içinde bırakmış. Altı yedi kadar tavuğu da taşımış bir yerlere. Ahmet dayı şaşmış kalmış bu işe, nasıl da tilki ayaklarıyla kazımış kümesin kapı altını, girecek kadar yer açmış ve bu kadar zarar ziyan yaptı diye söylenip durdu telefonda.”
“Aaaa sahi mi gerçekten, ne yapsın garibim, onun da karnı açtır, üremeleri ve yavrulamaları, aç karınlarının doyurulması için içgüdüleri bunu emreder. Bu tilki de kalıbımı basarım, yavrularına taşımıştır boğduğu tavukları. Yaşam savaşımı bu, ot da yiyorlar et de, hepçildirler. Dünyanın en asil bir hayvanı diyorlar tilki için”
Müjgân’ın vurgulamak istediği doğruydu, gerçekten de doğadaki hayvanlar da yaşamlarını sürdürmek için büyük bir yaşam savaşımı veriyorlar, hele ki Kıbrıs ikliminin son yıllardaki kuraklığını, zirai ilaç kullanımını, çarpık yapılaşmayı, avcıların bilinçsiz avlamalarını düşünürsek.
Hemen usumda bir anı canlandı, bu tilki sohbetinin ardından.
* Yaz ayındayız; 1953 Baf Depremi’nden beri duvarları çatlamış bulunan, taş evimizi yıktırmış babam, (Nerede o taş evlerin serinliği) betonarme ev yapılana kadar mandıranın damında yatıp kalkıyoruz. Bir akşam tavukları kümese kapatmayı unutmuşuz, avludaki yenidünya ağacına tüneyip uyumuşlar. Gece ilerleyince uykuya yeni dalmışız ki; annemin çığlığıyla fırlayıp dikildik ayağa.
“ Koşun be çocuklar, koşun, tilki tavukları götürüyor. “
Tavuklar korkmuş tabi ki tilkiden, bağrışıyorlar. Babam da hemen peşimizden uyandı, elinde uzun bir değnek tilki kovalıyoruz, ailecek bizde bir telaş, bir şaşkınlık, bir heyecan…*
Kıbrıs’ta kızıl tilki ( Vulpe vulpe) türü olduğu için birçok kez görmüşlüğüm var. O güzel görünüşü kadar yüreğe aktardığı yabanıl ürküsü de çok etkili. Kurnazlığıyla ün yapmış tilki için; kimileri gözleriyle tavukları ipnotize edip tünedikleri daldan aşağıya düşürtüp öyle yakalıyormuş. Kimilerine göre de tilki; dalın altına gelip yukarı bakar, tavuklar uyanacak kadar ses çıkarırmış. Baktı ki tavuklardan uyanan var, seri hareketlerle dalın altında bir sağa bir sola giderek tavuğu şaşkına çevirirmiş. Tavuk bir sağa bir sola bakayım derken dengesini kaybedip tilkinin önüne düşermiş. Tilki de önüne düşen tavuğu yakalarmış. Boşuna dememişler tilki çok kurnazdır diye…
Eşli olarak geziniyoruz makilikleri ürkek ürkek, bu mevsimde uyanan yılanları da göz önünde bulundurarak. Kıbrıs Engereği ( Gufi) en tehlikeli, zehirli yılanlardandır. Elimdeki sopa öncülük ediyor bize. Ne kadar güzel, özverili, mis mis tüten bir doğayla iç içeyiz bu gün. Ladenler pembe pembe açmışlar gül gül dokuyorlardı adeta dağ eteklerini. Epey dolaşmışız sonunda ‘tilki kuyruğu’ çiçeklerinin bol olduğu bir alana rastladık. Ama ne büyük coşku, ne tutkulu heyecan, çığlıklarla başladık mı kesip toplamaya. Tonguç:
“Aaaa, hop hop yavaş olun bakalım, bu da çevreye aykırı! Endemik bitkiler bunlar korunması gerekir. Yumrusundan salep yapılıyormuş duyduğuma göre. Hatta bunlara salep orkidesi diyorlar. Bu nedenle bu tür bitkilerin neslinin tükenmemesi için bilinçli olmamız gerek.” Deyince aniden duraladık tabi ki. Sonra dayanamayıp; yumrularından, soğanlarından edinme fikrini çıkarıp attık usumuzdan. Sadece çocukluğumuzu yakalamak adına özenle kopardık sökmeden. Kaç çeşit orkide varsa bulunduğumuz yamaçlarda her birinden birer adet çiçek topladık Müjgân’la. Azı da solacaktı vazoda, çoğu da. Doğanın bizim için de fazladan yetiştirdiği düşüncesini varsayarak toplamak; hoşlukla doldurdu içimizi.
Tonguç haklıydı: Çevrecilerin ve duyarlı gazetecilerin uğraşlarıyla bu konuda toplumda belli bir bilinçlenme sağlanmıştı. Buna rağmen orkide gibi, anemon lalesi gibi, Medoş Lalesi gibi endemik bitkileri, birçok tehlike beklemektedir. Doğa turizmine ilgi arttıkça, hem turizme, hem ekonomiye katkıda bulunmaları nedeniyle hem de endemik oluşları nedeniyle özenle sevgiyle titizlikle korunmaları gerekmektedir. Ayni şekilde turaç kuşu gibi nesli tükenmekte olan hayvanları da korumalıyız, koruma altına almalıyız.
Kışın o dayanılmaz buz gibi soğuğunda, üzerinde toz tarçın, nefis kokusuyla buğu buğu sıcacık sütlü salep düştü aklımın ucuna. Ayrıca deniz kenarında dolaşırken yazın o kavurucu sıcağında en iyisinden, salepten yapılan dondurma ağzımı sulandırdı. Nefis olurdu, bol kaymaklı bol salepli hele hele de sakızlı dondurma Kıbrıs sıcağında…
Gönlümüzde keyifli hazlar, ciğerlerimizde taptaze bol oksijen eşyalarımızın olduğu ağacın altına geri döndük. Kömürde hemen kahveler yapılıp içildi. Doğanın gizemli görünümü arasında bir başka hazdı kömürde kahve keyfi. Akıllı telefonlar sayesinde de sosyal paylaşımlar elimizin altında. Bir ara Müjgân’a isminin manasını sordum. Bilmiyordu, ‘kirpik’ dedim. Şiir yazdığından, şiiri takip ettiğinden dolayı Tonguç’a sordum:
“ Attila İlhan’ın * O Mahur Beste* şiirinin yazılış öyküsünü biliyor musun?
Bilmiyorum deyince hemen İnternetten alıntılarla açıklama getirdim. Attila İlhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam için yazmıştı. Daha sonra da * Ahmet Kaya* tarafından bu güzel şiir bestelendi.
“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm”.
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgân’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgân’la ben ağlaşırız
“Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı ”
…………………………
Attila İlhan.
Derin bir sessizlikten sonra, iç çekişler boncuk boncuk. Müjgân’ın da benim gibi gözlerimiz yaşarmıştı. Tonguç alevlenmişti adeta, sesini daha da yükselterek bozuk düzenin, yanlış kararların nelere mal olduğunu yineledi durdu.
Eşim cep telefonundan radyoyu açıp Türk sanat müziği dinletirken; İstanbul’daki bir etkinlikte tanıştığım Prof. Güler Yalçın’dan aldığım ve onun adına imzalattığım kitabı verdim. Tonguç ismine yakışan bir kitaptı bu. Kitabın iki yüzüne de baktıktan sonra; bana teşekkür ederken renkli gözlerini dikkatlice açıp kitaba, öyle hayran hayran bir bakışı vardı ki; mutluluğu görülmeye değerdi.
Kitabın adı: *CANLANDIRILAN – ÜTOPYA – KÖY ENSTİTÜLERİ *
Tut tutabilirsen Tonguç’u. Gerek isminden, gerekse yükseköğrenim gördüğü Ankara’daki öğrencilik yıllarından bu konuda derinlemesine bilgisi vardı. Keşke kapatılmasaydı bu okullar, çünkü bu sistem yazarının da dediği gibi: “ Kurgu ve ilkeleri açısından bir eğitim devrimidir. ‘İş ve hayat Okulu’ yaklaşımı ile toplumsal ilişkileri değiştirici ve dönüştürücü etkinlikte olmuştur…”
İsmail Hakkı Tonguç; “ İş içinde, İş aracılığıyla, İş için” ilkesiyle diğer okullardan farklı olarak Köy Enstitülerinin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı. Yeri doldurulamayacak saygın değerli bir eğitimci. Anadolu’da okuma-yazma oranı çok düşüktü. Atatürk’ün bu eğitimsizliğin önüne geçmek için çareyi askerliğini çavuş olarak yapmış erlerin, köylerine döndükten sonra okuma yazmayı halka anlatmasını, eğitmesini öngörür. Mustafa Kemal; bu projenin sürdürülmesi için İsmail Hakkı Tonguç’a görev verir. Daha sonra da İsmail Hakkı Tonguç; köy enstitüleri uygulaması ile bütünleşmiştir. Köy Enstitüleri eğitimimin güneşi idi.
******
Pikniğe gidilerek doğayla baş başa olmak, şehrin gürültüsünden, kalabalığın yoğunluğundan, kirliliklerden, taş yığını bloklar arasından uzak, sakin bir ortamda dinlence keyfini yaşamak çok güzeldi. Sonuçta “ Hayat yaşamaya, sevgi de paylaşmaya değer.” Dünya üzerindeki tüm canlılarla doğayı, havayı suyu toprağı ortak yaşamanın bilinciyle korumalıyız. Dünya hem bizim hem de diğer canlıların evi ayni zamanda. Doğadaki dengeyi korumaları açısından hassas özverili hareket etmeliyiz. Gerek bitkiler, gerekse hayvanlar ekolojik dengenin korunmasında yaşamın vazgeçilmezidirler. Doğa bir sistemler bütünü olduğuna göre bize de bu sistemleri korumak düşer.
Yaşarken, zıtlıkların kesiştiği noktalarla yönümüzü buluyoruz. Acı ve sevinç yüreğimizi besleyen iki çağlayan gibidir. Bilinçle inşanın kendisini tanıması kadar güzel bir şey yok. Ömür akıp giderken, çok şeyleri sorgularken elbette ki insan en başta kendisini sorgulamakla sorumludur. Kendisine, ailesine dostlarına, çevresine, doğasına, toprağına milletine ve tüm insanlığa yararlı olmalıdır. Bu da insanlaşma’dan geçer elbette. Evrenin bu sonsuz nimetlerini bilinçli olarak kullanmayı bilmelidir. Özverili, hoşgörülü olup edinimlerini paylaşarak yüreğinin sesiyle, kalp gözüyle insanlığa sevgi katarak dokunması kadar güzellik katması kadar zenginlik var mıdır?
Gülşen Şenderin.
YORUMLAR
GÜNÜN YAZISI SEÇİLEN ÖYKÜM İÇİN SONSUZ TEŞEKKÜRLER , EDEBİYAT DEFTERİ DOSTLARINA VE DE SEÇKİDEKİ YAZARLARA SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMİ İLETİYORUM....SONSUZ SEVGİ SAYGI...DÜRTÜLERİN, DUYGULARIN VE YAŞAM EDİNİMLERİNİN YOLCULUĞUNDA SANAT HEP AÇSIN İNSANLARIN GÖNLÜNDE...ORTAK DİLİNDE...
Bilirim beş parmak dağlarının rüzgarını
Baharla birlikte meserya ovasının bereketini
Börtüsünü böceğini kuşunu
İnsan boynu aşan çiçeklerini
Tatarcık sineğini
Bilirim yaz mevsiminin kavurucu sıcağını
Sabaha karşı düşen buzdan çiğlerini
Bu güzel yazınızı okurken bir çok anıları canlandırdınız zihnimde
Elinize sağlık olsun
Hayırlı günler
Epey uzunca ama bir solukta okundu
Çok emek çok bilgi var
Günün yazısı olmalı herkes okusun diye.
Tebrik ederim
Sevgiler
GÜLDAMLASI**
PAYLAŞTIKÇA ÇOĞALIR VE DİRİ KALIR. KAYITLARA GEÇİP CAN BULAN YAZILAR BİR YERLERDE SONSUZLUĞU BEKLEMEKTEDİRLER...SAYGILAR