- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Çitlembik Ağacı
Çitlembik Ağacı
Sol elimin işaret ve orta parmağını birleştirip uzattım. Sağ elimin işaret ve orta parmağını da birleştirdim. İkisini üst üstte birkaç kez vurdum.
“Adın ne?” sorusuydu bu.
Yanına yaklaşıp koluna dokundum. Gülümseyerek başını kaldırdı. O hünerli parmaklarıyla önce bir “D” harfi yazdı. Ardından “E” sonra “N”, “İ” ve “Z” yazdı.
“Deniz” dedim. “Deniz …”
“Türkü”
Sıcacık bakışları olan sapsarı bir kızdı. Laciverte yakın koyu mavi gözleri vardı. Arkadaşı adını yazdıktan sonra o da yazdı. Sonra diğerleri…
Ahmet, Sevil, Meral, Yekta, Çiğdem, Gamze… Ve diğerleri.
Yıllar boyunca anne ve babaları tarafından üzerine titrenmiş, bazen insanın içini acıtan bazen de sevincine sevinç katan… Özel çocuklar…
“Yerin kulağı vardır.” Der ya atalarımız. Çevremizdeki her şeyin bir dili var. Ağaçların, böceklerin, eşyaların, çiçeklerin. Gökyüzünün, bulutun, yıldızların bir dili var. Her biri hal diliyle bir şeyler anlatıyorlar. İnsan görmeyi, duymayı, dokunmayı, konuşmayı zamanla öğreniyor.
Bu güzel çocuklar bana görmeyi öğretti.
Bu güzel çocuklar bana, ellerimin bir dili olduğunu…
Zaman bir su misali akıp gidiyor.
Kimileri ağır ağır yürür bu yolda. Tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşır gibi. Kimileri de koşar adım. Telaşla, heyecanla. Dalgın, düşünceli yahut neşeli. Her birinin içinde kim bilir ne kazanlar kaynar, ne coşkun ırmaklar akar. Bilinmez ki…
Okulun geniş bahçesine varabilmek için bu uzun upuzun koridora benzeyen yolu aşmak gerekir. Aşırı yağışlı zamanlarda çamurlaşan bu yolu pek çok kişi kış ve sonbahar aylarında sekerek yürür.
Kaç zamandır var olduğunu kolay kestiremeyeceğiniz bir çitlembik ağacı karşılar sizi bahçenin girişinde. Mevsim bahar ya da sonbahar ise tarhlara dikilmiş fesleğenler, kadife çiçekleri, İzmir gülleri gülümser. Horozibiklerinin kırmızısı hemen dikkatinizi çeker… Onlar ateşten sıçramış bir kıvılcım edasıyla dururlar diğer çiçeklerin ve dalların arasında.
Çitlembik ağacının kızıla çalan dal uçlarında, yapraklarda çok yaşanmışlığın izleri birikmiş gibidir. Zamanın tortusu bu olsa gerektir. Bir parça koku ve çokça renk. Zaman ilerledikçe yeşil çitlembik yaprakları kızarmaya başlar. Kızıl sarı turuncu ve kahve. Bir renk cümbüşü. Bu renk cümbüşü son baharın habercisidir.
Neler görüp neler geçirmiştir, ne telaşlara gözyaşlarına, sevince tanıklık etmiştir. Kaç sonbaharda yaprak döküp bir minik kızı bir sarışın delikanlıyı selamlamıştır. Kaç kuş dallarına konmuş, yuva yapmış, cıvıldaşıp ötmüş sonra da bir bahar bulutu gibi dağılıp gitmiştir.
Bir nefes almak biraz soluklanmak gerekti. Durdum. Etrafta henüz kimseler yoktu. Vakit erkenceydi. Birkaç saat sonra çocuklarını okula getiren anneler, nineler bu banklara otururlardı. Gün bitip paydos zili duyulana kadar devam ederdi buradaki misafirlikleri.
Çocuklarının, torunlarının teneffüste koşarak bahçeye çıkmalarını beklerler, onların beş on dakika bahçede gezinişlerini, el kol hareketleriyle sohbet edişlerini izlerlerdi. Bazen bir çığlık irkilmelerine yol açar, büyük bir telaş ve panikle çığlığın geldiği yöne doğru akarlardı.
Yüreklerinin bir yerinde “Aman çocuğuma bir şey olmasın. Düşüp bir yerini kırıp incitmesin” düşünceleri sanki gözbebeklerine işlenmişti. Bunu, onlar gülerken de sohbet ederken de görebilirdiniz gözlerinde.
Pırıl pırıl bir güz sabahıydı. Zamandan hiç haberdar olmayan biri bile etraftaki ağaçlara bakarak mevsimi, ayı söyleyebilirdi size. Güneş olanca cömertliği ile gökyüzündeki seyrine devam ediyordu.
Çitlembik ağacının dibindeki banklarda yine her zamanki yüzler yerini almıştı. Ak saçlarını başörtüsünün altından sarkan Hatice Nine bugün her zamanki yerinde oturmuyordu sanki. Gözlerimle etrafı iyice bir süzdükten sonra,
“Hatice Nineyi gördün mü Nazan?” Dedim birlikte nöbet tuttuğum arkadaşıma.
“Evet” diye yanıtladı. “Sabahleyin torunu ile buradaydı. Sen dikkat etmemiş olmalısın.”
Teneffüs boyunca ağır adımlarla bahçede geziniyorduk.
Ağacın altında kadınlar çoktan torbalarındaki el işlerini çıkarmış, örüyorlardı. Birkaçı elindeki işten sıkılmış olmalı ki sohbete başlamışlardı. Ne konuşuyorlardı kim bilir?
Sohbetin en koyu noktasında olmalıydılar. Zeliş heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Abartılı el ve kol hareketlerinden onun az sonra kanatlanıp uçacağını zannedebilirdiniz. Şefika elindeki örgüyü dizlerinin üzerine koymuş pürdikkat dinliyordu anlatılanları.
Birden hepsi beraber aynı yöne baktılar. Bilal koşarak geliyordu. Hatice Nine oturduğu yerden kalkıp torununa doğru yöneldi. Yaklaşınca durdu.
“Bilal… Oğlum. Sen ağlıyor musun?”
Eliyle çenesinin altından tutup yüzüne baktı. Gözünden akan yaşlardan bir damla Hatice Ninenin eline değdi. İçi cız etti. Tekrar,
“Oğlum” dedi. “Bilalim.”
Çocuk başını çekti. Kolunu uzattı çitlembik ağacını işaret ediyordu. Diğer kadınlar da çocuğun yanına gelmişlerdi. Her biri Bilal’in ne anlattığını anlamaya çalışıyordu.
Zeliş,
“Bir şey istiyor olmalı” dedi. “Ağaçta bir şey var onu istiyor.”
Nebahat itiraz etti.
“Ağaçta çocuğun neyi olacak ki… Çantasının kitap ve eşyalarının kanadı mı var ki uçup ağaca konsunlar?”
Biraz mahcup biraz da üzgün Selçuk cebindeki kâğıdı çıkarıp kadınlardan birine uzattı. Bakışları,
“Bunu ona vermek istiyorum. Bu onun olsun “der gibiydi.
Rengârenk bir papağan fotoğrafıydı bu. Bilal kuşları çok severdi. Arkadaşları da Bilal’i…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.