- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZEYTUNİ B/YAKIŞLAR
ZEYTUNİ B/YAKIŞLAR
Televizyon kanallarında; çok ilginç, olağanüstü şaşırtıcı bir haberle sallandı gündem. 1974 yılından beri kapalı olan Yeşil Hat’tın açıldığı duyuruluyordu. 23 Nisan 2003, Çarşamba günü duyurulan bu önemli haberle; yasaklar kalkmış, sınırlar karşılıklı geçişlere açılmıştı. Rum Halkı ve Türk Halkı boncuk boncuk gözyaşları dökerken sevinç çığlıkları atıyorlardı yaşanan bu güzellikler karşısında. Yirmi dokuz yıl aradan sonra heyecan topuna dönmüştü Suday’ın da suskun yüreği. Kimisi güneyli, kimisi kuzeyli onca yıllık özlem, birikmiş hasretlik ağır geliyordu artık insanların bedenlerine. Kıbrıs Halkı; Ada’nın tamamını özgürce gezebilmenin övüncüyle doğdukları topraklara koşmaktaydılar. Sevinç gözyaşları, şaşkınlık çığlıkları ve ikiye bölünmüşlüğün acısını hafifleten kucaklayışlarla demleniyordu adeta güne düşen tarih… Her iki halkın da; kutsal toprakları serbest gezebilmenin huzuru, yürek dolusu şükrü vardı gönüllerinde. İnsanların geçmişlerindeki yaşamlarından izler bulmak için doğup büyüdüğü topraklara koşmaları müthiş, olağanüstü bir şeydi…
Suday, Türkiye’de yaşadığı için, hemen gidemezdi Güney’deki köyüne. Gazetelerde, televizyonlarda çıkan haberlerle gönenen yüreğine sabır oyası işliyordu gül kokulu, yasemin kokulu, fislikân (fesleğen) kokulu. Bir başka kekremsi hazla bekleyecekti uygun zamanın gelmesini. Güneyden Kuzeye koşup gelen Rumlar eski yaşadıkları yerlerde onlara ait çok şeyler bulmuşlardı; hatta bunların arasında yıllar önce gizli yerlere sakladıkları altın ve para dahi vardı. Bir deli mavi coşkusu Suday’ı başka bir ülkeye sürüklemiş, evlenerek kök salmıştı memleketinden uzaklarda. Güney Kıbrıs’taki yaşamının yirmi bir yıllık anı sandığı acaba hala onu bekliyor muydu? Yoksa yaşanan politik göç olgusundan sonra yok mu olmuştu! ‘Hatıra defterinde, şiirlerde ve de mektuplarda’ saklı kalmış saf mı saf, genç bir köy kızı Suday...
Şubat tatili gelince; içindeki taptaze, sıcacık anıların kıpır kıpır oynaşması sabrını azaltmıştı. Uygun bir zaman dilimi ayarlayıp Kıbrıs’a bilet almış, uçacağı günü iple çekmişti. Bu seferki gidişi; yeni umutlarla, içinde yanan özlem ateşini bir yelpaze gibi serinleteceğe benziyordu. Bütün gece uyku tutmadı, gençliğindeki yirmi bir yıllık yaşamı yenilenerek usunu açık ve taze tutuyordu. Nehir coşkulu düşlemlere kapılarak onu karşılayan sabahın gülüşlerini bile geç fark etmişti Suday. Atatürk Havalimanı’ndan Ercan Havalimanı’na ezgili şiirsel büyülerin gizemiyle bir başka sevinçle, bir başka esrik yanışla indi. Gözlerinin buğusunda köyüne gitme umutları gökkuşağı gibi rengârenk ışıyordu adeta. Öyle ya; bir köyü vardı güneyde onun geçmişteki yaşam tanığı ve oradaki köy evinde bıraktığı anı sandığı…
Karşılamaya gelen ailesiyle kucaklaşıp, hoşbeşten sonra; önce Lefkoşa, sonra Girne derken Alsancak’ta Denizkızı koyundaki evine geldi. Sahil kenarındaki bu aile ocağı kokusundaki ev; sevgi dolu kucaklayışlarla karşıladı onu. Göçün o ilk yıllarında ‘Güllü Ev’ diyorlardı babasının evine, çünkü renklerin her tonundan avludaki bakara gülleriyle ünlenmişti. Güney Kıbrıs’tan, Kuzey Kıbrıs’a göç edince yetkililer özgülemişti bu Rum evini babasına. Zamanın, bir dere yatağından coşkun akışı gibi hızla geçtiği bu süreçte bakara gülleri de zamana yenilip kuruyup yitmişti. Avluda kışın açan çiçeklerden; mor mor sümbüller; mor, sarı, beyaz Fitnatlar (frezya), o çok sevdiği enfes kokulu nergisler vardı. Bir de karşı boş arsadaki kır çiçeklerinin cömertliği! Mavi mavi mineler, sarı-beyaz papatyalar, su nergisleri, pembe yaban sümbülleri… Onun köy yaşamının, anılarının renkleriydi.
2004 yılı Mayıs’ında; Güney Kıbrıs ‘Avrupa Birliğine ’alınmıştı. Bu nedenle tüm vatandaşlara AB pasaportu alma hakkı tanınmıştı. Suday da diğer vatandaşlar gibi Türk ve Rum yönetiminin istediği resmi belgeleri hazırlayıp teslim etmiş ve beklemeye koyulmuştu. AB pasaportunun çıkması için, iki üç ay kadar zamana gereksinim vardı. Bu boşluktan yararlanan Suday, akraba ziyaretlerinde bulunup, özlem giderdi kuzenlerle, teyzelerle, konu komşuyla. Yaşam eskisi gibi değildi şüphesiz, zaman ve değişim her şeyde etkisini gösteriyordu. Yaşama tutunup yeniden kökleşmeye başlayan halk; nice cevapsız soru yağmurundaydı bu gelişmeler karşısında. Geriye dönüşü umut edenler, dönüşü hiç düşünmeyenler... Ada’nın konumu nedeniyle anlaşmaların kolay olmayıp umutların hep bir çıkmazda, sürüncemede kalacağını düşünenler. Hatta bir devrim niteliği taşıyan Yeşil Hat’tın açılışı iki toplum adına barış için büyük bir umut olsa bile!
Kuzenlerle iki araba ayarlayıp, Güney Kıbrıs’ın yolunu tuttular. Kermia Sınır kapısında önce Türk polislerinin, sonra az ilerdeki Rum polislerinin kimlik kontrolü yapmaları üzerine hızla yola koyuldular. Lefkoşa ve Mesarya Ovası’ndan sonra Trodos Dağları’nın görkemi süslüyordu, coşku ve heyecan dolu yürekleri. Karlıdağ dedikleri bu yöreden geçerken, bir kafeteryaya oturdular, kızgın kumda pişirilen kahveler geldi. Zamana yutkunarak içmek güzeldi buğulu gözlerle seyrederken dağ manzarasını. Limasol Şehri’ne varıldığında çok gelişmiş, değişmiş bir şehir karşıladı onları. Buna rağmen; göç edilen Türk mahallelerini dolaştıklarında içler acısı görünümlü boş evleri ve hasret kokan sokaklardaki havayı solumak acı verdi onlara. Sahili dolaşırken kıyı şeridine dolgu yapılarak yolların genişletildiği hemen göze çarpmaktaydı. Kalkınmanın, medeniyetin paraya dayalı olduğu ve uluslararası yardımların Güney Kıbrıs için çok şeyleri yenilemeye öncü olduğunu aralarında uzun uzun konuştular. Çift taraflı yeni yollar; otoyolların genişletilmiş olduğunun, hayvanların yola inme olasılığı düşünülerek yol kenarlarının sağlam baklava dilimli tellerle çevrildiğinin ayırdığındaydı Suday. Limasol’dan Baf ‘a doğru ilerlerken, ‘Rum Taşı’ denilen sahil şeridinde dinlenmek için ara verip yeniden kahveler içildi. Seyre daldığı denizin, dalgalarını hışımla kıyılara köpük köpük savururken; ‘Afrodit’ ile ilgili anlatılar belleğinde yoğunlaştı. Yunan Mitolojisindeki Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit; bu kayalıklara vuran dalgaların köpüklerinden, bu bölgede doğduğuna inanılıyor. Efsaneye göre dalgaların savurduğu sedef kabuğu kıyıya vurmuş ve sedef kabuğunun kapağı açılınca içerisinden Afrodit çıkmıştır.
Akdeniz’in tuzlu maviliklerinin eşliğinde, yolları kıvrım kıvrım tamamladıktan sonra Baf Şehri’ne yakın bir kavşaktan köy yoluna saptıkları zaman; içini daha da ezgin ürperişler sarmıştı. Eski yaşamında ve okul yıllarında bu yolları kaç kez gidip gelmişti toz duman içinde… Asfaltlanan yolların kenarlarında, tarlalarda ötüşen tarla kuşları, çayırlar arasında ötüşen çayır kuşlarının yanında; alabildiğine yeşilliklerle, çeşitli kır çiçekleriyle ve bitki örtüsünün cömertliği ile adeta bir gelin bohçası gibiydi köye gidilen yoldaki görünüm… Arada çoban ve sürülerinin o eşsiz çan sesleri arasında kuzuların, oğlakların oynaşmalarını da gözlerinde incilenen gözyaşlarıyla gözlemledi, hıçkırıklarını derinlere iterek… İçinin ezinç ve yakıcı, bir ince sızıyla burkulması tam hafiflerken köyün camisi görünmüştü sonunda. Üç saatlik yoldan sonra uzun yıllardır hayalini kurduğu an, yani köyüne girdiği o an, köyüyle buluştuğu o an gelmişti. Göz pınarları taşarken, bir ara kalbinin duracağını sandı, derin bir nefes alarak dayanıklı olmayı denedi. Bu kavuşma anında; sevinçle, acıların çarpışması geçmişinden bir gökkuşağı görkemi gibi ruhunu saran bir büyünün bedenini titrettiğini duyumsadı. Doğduğu topraklara susuzluğu hiç bitmeyecekti; çocukluğunun, gençliğinin güneşten de sıcak yakıcı izleri bu köyde capcanlı efsanevi gizemler içerisinde rengârenk anemon çiçekleri gibi gülücükler dağıtacaktı.
Köyün; yemyeşil filizlerle, erik ve badem çiçekleriyle gelinlik giymiş şiirsel bir güzelliği vardı adeta. Buna karşın; ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtecek kadar da terk edilmişlik acısı içindeydi… Köyün yıkık dökük taş evleri ölüm sessizliğinde, kahvehanelerin karanlığa gömülmüş görünümleri yüreklerin közlenmiş özleyişlerine mil çekiyordu sanki. Dağ yolunun hemen girişindeki kocaman ulu bir pelit ağacının altında evden hazırladıkları yiyecekleri oturup yerken sanki söz birliği edilmiş gibi konuşmaksızın; uzun bir müddet dağ manzarasına baktılar öylece… Dağlık alanda; rüzgârın şarkı söylediği çamlıkların, kuşların yuvaladığı makiliklerin altlarında; sürüleri beklerken mantar topladığı, geçmişteki kış günlerini geçirdi içinden bir ara! Fakat Suday’a; az ilerideki tarlalarının yamacında babasıyla her yıl zeytin topladıkları o ulu zeytin ağacı gülümsedi aniden göz kırparak. Dört beş ağaca eşti görünümü ve ürünü de o kadar çoktu, yaşının 600 belki de daha fazla olduğu söyleniyordu. İçine düşen ateşle sessizlik bozuldu, Suday’ın usunda başka şeyler geçti: “ Yemekten sonra beni; babamla zeytin fidanları diktiğimiz mersinli tarlasına götürür müsünüz?” Diye sordu.
Köyün güneybatısına düşen mersinli tarlasına gittiler. Tarifsiz bir görkem içerisinde görünce o manzarayı kendinden geçti. Dikimlerinin üzerine otuz beş küsur yıldan bu yana artık fidan değil kocaman ağaç olmuşlardı… Baktı, baktı, baktı içine akan ezgin hazlarla bu ‘Zeytuni Yakış’ güzelliğine! Vaktiyle ailecek umut yükledikleri fidanlara… Şimdi O; on iki, on üç yaşlarındaki köy kızını yaşıyordu adeta, çakmak çakmak göz pınarlarının buğusunda umut, dilinde yanık keklik türküleri…
“ Küçük köylü kız, on iki, on üç yaşlarında henüz… Babası onu erkek çocuğu gibi yetiştirmişti. Kardeşlerinin en büyüğü olduğu için köy işlerine hep onu koşardı her zaman. Babası on tane yabani zeytin fidanını, hali araziden söküp taşıyarak tarlayı çevreleyecek biçimde kenarlara dikmişti. Bir kaç yıl üzerine de kalem aşısıyla bu fidanları aşılamıştı. Böylece iyi cins zeytin meyvesi elde edeceklerdi. Kışın dikilen fidanların yazın, kavurucu sıcaklara dayanmaları için sulanmaları gerekiyordu. Fidanların o ilkyaz sulanması çok önemliydi. Suday tek başına ilkel usullerle nasıl da günü akşam ederek o yaz boyu sulamıştı bugünün zeytin ağaçlarını. Bilinen o ki; insanlık için en önemli erdem ve bilgelikti, bereketti, kutsaldı zeytin ağacı…
Küçük boyuyla kocaman eşeğin sırtındaki heybe ve heybenin her iki gözüne de İngiliz askerlerinden kalma birer su tankını yerleştiren babası, eline bir de uzunluğu üç metre kadar su lastiği ( hortum) vermişti. En yakın mahalle çeşmesinden; su lastiğini çeşme musluğuna taktıktan sonra; önce bir tank yarıya kadar, sonra öteki tank tamamen suyla doldurulur derken ilk yarıda bırakılan tank da suyla dolunca eşekle doğru tarlaya! Fidanlar sulanırken lastik, tankın içine yerleştirilir, lastiğin ucundan, ağızla nefes çeker gibi suyu çekince suyun akması sağlanırdı. Daha sonra aynı işlem öbür tankla devam edilir ve yine önce ilk yarıda bekleyen tanktaki su da akıtılınca yeniden çeşmenin yoluna koyulurdu. Bu gidiş gelişler sırasında keklikler kaç kez ürküp uçmuşlardı. Öbek öbek yaban mersini vardı tarlanın kenarlarında ve orta kısmın birkaç yerinde. Her yıl keklikler bu mersinlikler arasında yuva yaparlardı. Yavrularının çok şirinliği yanında, keklik ötüşleri onu o kadar çok etkilerdi ki radyolarda okunan keklik türkülerini dinleyip, dinleyip ezberlemişti.“
"İki Keklik Bir Kayada Ötüyor", "Keklik Dağlarda Çağıldar", "Keklik Gibi Kanadımı Süzmedim"...
Kaç dakika öylece baktı kış suskunluğundaki zeytin ağaçlarına özlem özlem. Suday’ın, içini kaplayan ateşler, yakışlar tarif edilecek gibi değildi. Babası ile geçirdiği o görkemli yılları anımsadı. O simsiyah bakışlarını eşleştirirdi hep zeytin taneleriyle, süzülen yaşlara artık engel olamıyordu. Ne kendisi körpecik o saf köy kızı, ne de babası o çevik adam değildi; dağları yerle bir, toz duman eden… Zeytuni yakışlarda tütsülendi yirmi bir yıllık geçmişi; zamanı geri döndürecek bir sihirli değneği de yoktu elinde… Olguların yenilgisini silkerek yutkundu, derinden iç çekerek " Haydi gidelim artık!" dedi: Ruhunda ‘ keklik dağlarda çağıldar’ türkü ezgisi, kulaklarında babasının çağırdığı; “ karadır kaşların” türküsü ve buğulu gözlerinde bir yaşam filminin yarım kalmışlığın üzünçlüğü…
Köy mezarlığına uğrayıp yakınlarının ziyaretinden sonra sıra, yaşadığı mahalleyi, doğup büyüdüğü evi görmeye gelmişti. Ev zaman içerisinde yıkılmadan sapasağlam ayakta duruyordu. Çünkü babası; doğduğu bu taş evini yıktırıp betonarme yaptırmıştı. Göç oluşlarının ardından, köye elektrik kurulumu ve su tesisatı kurulumu döşenmişti. Ayrıca evlerinde oturan Rum aile; köy evi şömine ve buhare de yaptırmıştı. Yolu meyilli o sokağa sapılınca buhareden hafif dumanlar göründü. İşte o zaman bir kuş yavrusunun yüreği gibi tir tir titrediğini hissetti kalbinin. Beklediği an gelmişti, kapıyı çalınca açan olmadı. Umudunu yitirmeden Rum ailenin yakınlarda olabileceğini düşündü. Avlunun tamamını baklava tellerle çevirip kapılarını da asma kilitle sağlama almışlardı. Hafif meyilli olan yan boşluktan hemen bahçeye inildi. Meyve ağaçları bakımsızlıktan kurumuştu çoğu. Narenciyeler de aynı hasta görünümündeydiler, tatlı limon ağacından hiç iz kalmamıştı, tatlı limon meyvesine özleyişiyle sulandı ağzı. Kokusu bir başka idi, köyünden göç edeli yememişti. Diken ( kaktüs) inciri daha da kocaman olmuş direniyordu yalnızlığa, köylüsüz yaşama… Bir alttaki bahçeye geçildi, burayı babasına dedesi vermişti sağlığında; yaşlanınca bakılması için. Ve yıkılıp çökmüş, izleri yok olmuş su kuyusu. Toprağı kazıp da kuyuda su buldukları günün heyecanı taptazeydi hala. Kuyunun su motoru kimlere kısmet olmuştu acaba diye düşündü bir an! Kuyunun tam karşısında bahçe kenarında yaşı epey büyük olan iri, etli zeytinler döken küpleme (sofralık) zeytini dedikleri o ulu ağaç zamana meydan okuyordu. Toprak küplerde yapılan siyah zeytinlerin lezzeti, taş değirmende çıkarılıp, küpte saklanan yağın kokusu bir başkaydı. Dedesinden kalan bu ağaçla ilgili; içini hep kahkahalara boğan çok güzel bir anısı vardı…
* Suday’ın annesi o eylül ortasında hastaneye yatmıştı. Tüm işler babasına, dedesine, ninesine ve kendisine kalmıştı. Kardeşleri küçüktü zaten. On yaşında olmasına rağmen her işe yatkındı eli. Annesi yirmi günü geçmiş hastaneye yatalı, henüz iyileşmemişti. Babası; yan yana üç zeytin görünümlü ağacı vakla ile ( sırık) silkeledikten sonra başka iş peşine gitmişti. Ağacın altı; morumsu zeytin taneleriyle dolmuştu. Ellerinde birer sepet topluyorlardı. Bir ara bakışları çok uzaklara daldı Suday’ın; annesinin ameliyat olma durumu vardı; ya hiç geriye dönmezse annesi! Ağzına alamadığı sözcükleri yutkundu akan yaş damlacıkları sızarken göğsüne, yarı oturur vaziyette bir elini toprağa dayamış öbür eliyle zeytin toplamaya devam ediyordu. Öyle derinlere dalmıştı ki; dipsiz kuyulardaymış gibi hüzünlü. Aniden dedesinin çınlayan sesiyle irkildi: “ Bre ama öbür elin kiradadır!” Önce anlayamamış dedesini, yüzüne öyle kimsesizlik içinde üzgün üzgün bakınca: “ Morui mu,(yavrum) mani mani, akşam olacak da basacak karanlık bizi, sora(sonra) kim toplayacak zeytinleri. Kurtulamayız babanın dilinden!” Suday, yeniden şaşkın şakın baktıktan sonra : “ Dede, ne dedin az önce, gene desene! “ Dedesi: “Bre ama öbür elin kiradadır! Dedim”; diye yeniledi. İşte o an yerlerde takla atarak, kahkahayı patlatmıştı. * Oysa şimdi ne yazık ki iki eli de kiradaydı…
Anıların yeşermesiyle esrik hüzünler, esrik sevinçlerle dans ediyordu çocukluk izlerinin tınısında. Bahçenin ağır yalnızlığı yanında kuş ötüşlerinin cıvıltıları gitme vaktinin yanaştığını söylüyordu güneşin ufka doğru akışı. Dönüp dedesinden izler taşıyan ulu zeytin ağacına yeniden baktı. Dedesinin gözleri koyu yeşildi. Ne kadar da benziyordu zeytin yaprağı yeşiline. Hele hele kaşlarını çatınca bir o kadar daha koyulaşırdı o zeytuni b/yakışlı gözler. Zeytin ağacı nimettir diyordu dedesi. Dağlık yerde, orman arazide sahipsiz bulup aşıladığın yabani zeytin fidanı senin olurdu. O günkü yasalara göre koçan (tapu senedi) verilmekteydi hükümet tarafından. Uzun ömrüyle, bereketli üretimiyle; sağlık açısından yağı, gıda olarak meyvesi, yeşilliğindeki gölgesi, kurumuş odunundan yakacak ve de kuru zeytin yaprağından tütsü yakılması zenginlikti çağlarca. Akdeniz altını da denilen, ağaçların ilki, ölümsüz ağaç, meyvesi gıda, billur yağı *altın sıvı* tutkudur, ışıktır berekettir nesillere…
Bahçe dönüşünden sonra evin kapısını yeniden çaldı Suday, Rum bayan güler yüzüyle şaşkınlığını gizleyerek karşıladı onları. Kuzeni Rumca bildiği için sıkıntı yaşamadılar dil konusunda. Eve buyur etti onları, oturma odasına geçtiler. Kiria( hanım) kahve yaptı, ceviz macunu ( tane reçel) ikram etti suyu yanında. Bu evin eski sahibi olduğunu, geçmişe ait çanta büyüklüğünde tahta bir sandıktan söz ettiler. Hanım hemen Suday’ın annesinden kalma eski bir borodan bir bez torba çıkarıp uzattı. İlk el dokunuşuyla tahta sandığın burada olduğunu sezinledi. Sevinç çığlıklarıyla kucaklaştı, kuzenleriyle ve Rum hanımla. Halkların barış özlemi ve insana saygı değil miydi; bu tahta sandığını saklayan düşünce. Hoşgörü anlayışı, sevgi dostluğu değil miydi şuan kucaklaşıp konuşuyor olmaları? Evrensel düşüncenin, insanlığın derin inceliği, sevgi çiçeklenmesi değil miydi? Ne demiş düşünürler: ’Halklar savaşmaz, savaştırılır’...
Rum hanımının bu inceliği, Barış Tanrıçası İrene’yi anımsattı Suday’a. Ayni zamanda zeytin dalı barış sembolü değil miydi çağlardan beri? Beyaz bir güvercinin Nuh’un gemisine tufan sonrası ağzında, ‘zeytin dalı’ ile dönmesi barışın simgesi kabul edilir. Yüreğinde zeytuni yakışların aleviyle yitik umutların sancısı yanında; kutsallığıyla zeytin ağacı bereketiyle; zeytin yeşilinde ve çiçeklerinin o mis kokusunda Zamanın BARIŞ’A açacak görkemini düşlemledi…
Arabayla uzaklaşırken geride kalan köyüne baktı, bir daha baktı köyün öksüz görünümüne. Bir köy vardı uzakta ama o köy onların değildi artık. Ormancıların bekçilik yaptığı ve birkaç Rum ailenin zaman zaman kaldığı sukuta gömülü bir harabeydi artık. Av zamanı, pazar günleri avcıların uğrak alanı olsa da sönmüş yaşamların ağırlığı çığlık çığlığa; ormanlaşan verimli toprakların, bakımsız kalmış bağların, bahçelerin, vadilerin, kayalıkların arasında ağlayan rüzgâr, dereliklerde öten Turaç kuşları, mersinliklerde yuvalayan keklikler, pınar başlarına inen tavşanlar yaşamın sırdaşı olup gizemle gezinip duracaklardı…
Gurup vakti yanarken Trodos Dağlarında Olimpos Tepesi’ne, radyodan her iki toplumdan da şarkılar, türküler dinleyerek varmışlardı. Akşam ışıklarının ışıltısında yöresel alışverişler, yapıldı. Daha sonra yöresel yemekler yenirken bol bol Sertab Erener’in Eurovision’da birincilik alan şarkısı dinlendi… Türk tarafının telefonlarının çekmediği tüm gün, Trodos eteklerini aşağıya, Lefkoşa yönüne doğru inince telefonların çalışması hoşnutluk yarattı. Lefkoşa’daki sınırdan; Türk tarafına geçerken; özlem ateşiyle geçen zamana karşı yenilmişliğin ve göç olgusunun kanayan yaraları; yüreklerdeki sabır oyasına yeni ilmekler atıyordu. Akşam aile evine dönünce tahta kutudan hiç söz etmedi, edemezdi de. Onun büyüsünü kalbiyle, içiyle, özüyle, kavruk benliğiyle tekil yaşamak haz verecekti ona. Gençlik yıllarında bu kutudaki aşk mektuplarından dolayı kırgınlık yaşamamış mıydı ailesiyle?...
Dört ay üzerine; geriye, yaşadığı kente çocuklarının yanına dönerken Suday, yüreğine sığdıramadığı o tahta kutu ve elinde yıllar önce kaybettiği o ‘ilk nüfus kaydıyla’; yenilenmiş nüfus cüzdanı ve zaman aşımına uğrayan Kıbrıs Pasaportu yerine de AB Pasaportu vardı. Hoşbeşten sonra çalışma odasına geçti, iki sevgilinin buluşması gibi lav şelaleleri aktı içinden. O ince sızı, kalp ağrısı büyüsünü hazla yaşamak güzeldi. Şiir defteri, okul yıllarına ait hatıra defteri ve birçok fotoğraf... Aşk mektuplarının olduğu solgun pembe zarfı, bir mavi kurdeleyle bağlamıştı. Renkleri solsa da alev alev taptaze, çılgın bir tutkuyla onu bekliyorlardı. Yirmi bir yıllık geçmişiyle buluşmak yüzleşmek, saklı kalan duygu ve düşünceleri yeniden bir daha tazelemek… Gece yatağına uzandığında, beynini tıpkı bir kemirgen gibi bir şeylerin yiyip bitirdiğini duyumsadı. Değişim denen olgunun acıları ve zeytuni b/yakışların yürek kanamaları dinmiyordu, hiç dineceğe de benzemiyordu.
Sabahın ilk ışıkları, yeniden çözerken yaşamın sessizliğini; kumru sevişmelerinin serenatları eşliğinde, dudaklarından şu cümleler döküldü, gözlerinden yanaklarını aşarak sızan yaşlar korlar gibi yüreğini gül gül yakarken...
Kasnakta kekremsi bir yeşil nakış
Esmer bakışlardan çağlara akış
Barış türküsüyle sona erse kış
Lirik bir şiirdir ‘zeytuni yakış’
Gülşen Şenderin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.