- 567 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mümkünüm Değilsin
Buluşmak için can atmak ya da buluştuğunda canından bir şeyler bırakmak. Bu kaygılar yok mu? Geçiştirir her şeyi. Biraz da geciktirir. Ama o yüzleşme gelip çatacaktır ha bugün ha yarın. Gelecekse beklenen gün gelecektir her şeyiyle. Hep gözden uzak olunca gönülden ırak olur sanırdım. O nedenle buluşma noktalarım da gözden ırak olur. Sensizliği ancak sessizlik içinde anlamaya çalışırım yaşamım boyunca. Sonbaharın hüzünlü oluşu ya da hazan mevsimi olması belki bundandır. Doğa kendini bırakır insan ise kendini. Bu hava da parkta soğukta sıcak bir tartışma ancak çekilir diye düşündüm. Hep bir kaygı hep bir hesap yok mu? Sanki beynin her bölümü sıralıyor bütün sırları ve buluşmaları bir bir. Birden olmuyor hiçbir şey.
Benim ki sancılı bekleyiş işte. İlk buluştuğumuz, heyecanımı yıllara tanıklık etmiş kocaman çınar ağacın dibine şimdi başka bir nedenle zamanından önce geldim. Bankın üstünde bir karış boyu yaprak. Hiç temizlemeden oturdum. Yaprakların çıtırtısı kırılan kemik sesleri gibiydi. İrkildim o seslerle. Benim ki üşengeçlik miydi temizlemeden oturmak. Oysa ben “pire için yorgan yakan ben” zaman insanı ne çok değiştiriyor. Ellerim saçlarımda sağa sola deviriyorum. Gözlerim önümden geçen derede. Kuşlar kenarında su içiyor. Bu dere ne çok su kaldırıp götürdü. Ne çok şeyi temizledi. Baharın coştu, yazın dinginleşti. Tıpkı bizim ilişkilerimiz gibi. Hangimiz dereydik. Su içmek istediğimizde derelerimizin kenarına gelmek için uçan. Daldım gittim suyun o küçük şırıltılarında. O zaman derenin berraklığını, suyun sesini duymamıştım. Gözlerim görmedi ya kulaklarım sağır mı olmuştu o büyük buluşmada. O zaman aşka bakarken şimdi başka bakıyordum anlara, etrafa.
Beyaz bir güvercinin hışımla yanımdan geçip dereye pike yapmasıyla kendime geldim. Diğer küçük kuşlar tedirgin olup kalktı. Saatime baktım. Yelkovan akrebi bana doğru kovalıyordu. Geldi gelecek. Beklediğim 22 dakika bana 22 yıl gibi geldi. Kafamda ne çok şey tasarladım. Bunları söyleyebilecek miydim? Nereden başlayacaktım. Derken beklediğim yönün aksine bir güzergah kullanarak yanıma geldiğinde “merhaba” sesiyle uyandım.
İçimden sarmak geldi. Ama o üzerinde haki kabanı, uçuk pembe kaşkolüyle önünde durduğu bankoya uzaktan birisi gibi uzak bir elle tokalaşarak oturdu. Acelesi varmış gibiydi. Daha hal hatır sormama olanak bile vermeden. Aklındakini boca edecek gibi;
“Benim için ne kadar zor şey. Bu kez gözlerine bakmayacağım. Sözlerine kulak kabartacağım.” dedi.
Sözler ve gözlerin insan ilişkilerinde önemli bir işlevselliğinin olduğunu söylediğimde gözleri doldu.
Her şey bir sözcükle başladı. Oysa normal insanların her şeyi bir gözle başlardı. Bu işlerde bir terslik olduğunu biliyorum. Seninle yazışırken ben ben değilim.
…
“Kızgınlık ne kadar gürültülüdür. Oysa kırgınlık ne kadar sessiz ve sensiz. Alışmak sanırım zor. Duygularımız diğer benle kavgalı. Bu kavga gürültüsüz olunca kırılganlıklar kelebek uçuşu hızında ve sesinde oluyor.” O kadar konuşacak şeyi vardı ki? Bu sessizlikte ve bensizlikte biriktirmişti.
“Hey bensiz sen, insan ne basit kelimeler bulur kendi karmaşasını ifade etmek isterse eğer. Eğer isterse anlatır kendine geçen seni. Belki onda hiç olmamış seni. Aslında basittir anlatmak. Dil sussa göz anlatır. Göz görmese, yürek atışları oda mı yok? Öyleyse senin anlatacak senin yok sanırım ben de.” dedi.
Şimdi neydi bu bir karşı okuyuş mu. Anladım şimdi vuruşarak ayrılmak, acıtmak istiyor. Ancak acının üzerinden başka bir şeyi inşa etmek ya da onun üzerinden başlamak istiyor. Ama devamını değil. Hani derler ya dokunsan ağlayacak değil ama patlayacak onun sinyalleri sözcüklerin içinde şimdi uzuyor bana doğru anladım.
Sen aslında şahinsin. Ama yaşam sana bülbül olmayı dayatmış. Onun için dertli dertli ötüyorsun. Seni anlayan birisi olsun. Belki duyarda sesine ses verir diye. Dedim. Ben de ateşlensin yanacaksa yansın yanacaklar. Eksilsin dedim.
…
Sensizliğin içindeki sessizliğinde başladı kabusum. Geceme karabasanlar çöktüğünde ben tırnaklarımla yırttım yorganımı kimse görmeden bilmeden. Kan uykularıma girmeyesin diye uyamadım geceyi pas geçtim. Kan çanağı gözler yollarda kendini bulmaya çalıştı. Kaç araba kaç yolcu dokundu bana bir rüzgar gibi. Bedenim değil ruhum yara bere içinde.
Yapraklar yağmur gibi düşüyor. İyice kurumuş sallanıyor her rüzgarın esişinde. Yaşlı bir adam önümüzde durdu. Asasını güçlü bir şekilde yere vurdu. Ya bizden rahatsız olmuştu ya da “yetti gari” diyordu. O sesle irkildim.
Ateşiniz var mı diye sordu o gevrek sesiyle.
Hayli ateşliyiz bir küçük kav tutuşturacak cinsten dedim şaka vari.
“Farkındayım bu yaşlı halimle o patırtılı halinizi bu yıllara kulak asmış ve bedenim gibi ağırlaşmış kulaklarım sarsıntıları duydu.” dedi.
Bir soluk aldı. Ben çakmağımla dudağında asılı sigarasını yaktım. Ortamı bir tütün dumanı sardı. Ve yüzünü bize doğru çevirdi. Ellerini asasının üzerine üst üste koydu. Sigarasını hafif hafif tüttürdü. Sonra eline aldı.
“Biliyor musunuz; karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”
Sanki Hızır gibiydi. Söyleyeceği şeyleri söyleyerek uzaklaştı göz açıp kapatana kadar. Bu da neydi şimdi diye kendime sorarken aklıma Şemşi Tebriz’in sözü geldi. “İnsanlar vardır, gelip geçerler hayatlarımızdan kimi depremlerle gider, kimi fırtınalarla, ben kalanlardan yanayım. Gitmeyenlerin sadakatini ve sabrını severim, sarılıp bırakmayanların sıcaklığını.” Sözünü bir çırpıda söyledim.
…
Ne güzel, bekara karı boşamak kolay derler ya. Bazı şeyler söylendiği gibi olmuyor işte, ah bu ben var ya bu ben. İçimdeki benle yaşadığım ben birbirine o kadar zıt ki. Ben bile anlamıyorum. İçimde coşkulu heyecanlı tutkulu bıkmayan hayatı insanları sevgiyi aşkı dibine kadar yaşamak isteyen, eğlenmeyi, gezmeyi, yeni yerler ve yeni insanlar keşfetmeyi isteyen çılgın ruhlu.
Azgın dereler gibi kabına sığmayan ateşinden başı dönmüş, gözü dönmüş, romantik duygusal, haylaz, çapkın. Her bahar yeniden doğup yeniden aşık olmak isteyen bir deliyim.
Yaşattığım ise ağırbaşlı, hanımefendi, her şeyi ince ince hesaplayan, kimselere güvenmeyen, mahalle baskısıyla yaşayan,
Yaşlanmış yorulmuş, elini eteğini her şeyden çeken “aklı başında” saygı duyulan toplumda sözü sohbeti dinlenen. Ama olmuyor işte bir koltukta iki karpuzun olmadığı gibi.
“Boş verip dolu almak gibi.” dedi. Sesi daha gürdü. Anladım bu final konuşmasıydı. Tüm çelişkileriyle ortaya koymuştu kendini. Belki tüm olup bitenler çoğu için böyleydi.
“Keşke ruhuna barış getiren ben olsaydım. “senle diğer senin” arasındaki uyumsuzluk ve rekabeti tekliğe ve ezgiye dönüştürebilseydim. Ama olmuyor işte. Doğanın kırık ezgisiyiz biz. Belki akort yapılması gerekiyor. Bir ustanın eli değmesi gerekiyor. Bu akortla bu sesin çıkması o kadar doğal ki. Bir yaşlının kulağını bile çınlattık ta! Buradan.”
…
“Sen benim hayalimin bir parçası olmanın ötesine geçemeyeceğini çok iyi biliyorum. Hayalimde özleyeceğim, fotoğraflardaki gözlerine bakacağım. Sesimi içime atıp, sözcüklerimi ağaçlara kazacağım. Sen mümkünüm değilsin.”
Şimdi sen, uzattığım elime mi küssün, yoksa tutamayacak bir ele mi kızgınsın. Dedim. Kalktı, uzaklara baktı. Gök gürültüleri kulakları sağır ediyordu şimdi. Bulutlar patladı patlayacak. Acelesi varmış gibi bir hoşça kal demeden çekip gitti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.