- 579 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
554 – GÜNEŞ
Onur BİLGE
“Güneş’im,
Kaptan, elinde bir tabak bisküvi ile ayaklarını sürüyerek geri geldi. “Türk’ün aklı sonradan gelir.” diyerek onu da aramıza koydu. Bir şey hatırlamaya çalışır gibi yüzüme baktı. “Nerde kalmıştık?” diye sordu.
“Kapının eşiğinde…” diye cevapladım, gülümseyerek. Şakama şakayla cevap verdi.
“Canım, girdi ya kapıdan içeriye… Muhteremin sağ yanına, şeref misafiri olarak kuruldu ya…”
“Ne güzel kabul gördü ama Allah’ın sarhoşu! Gelir gelmez baş köşeye kuruldu!”
“Ya! Öyledir büyükler işte! Onların hallerine akıl sır ermez! Fakat her yaptıklarının bir hikmeti vardır.”
“Orada o kadar saygıdeğer zat, belki de eren evliya varken bizim içkici şoförün ne özelliği varmış ki anında en başa geçiriliverdi?”
“Oradakiler de anlayamışlardır onun neden öyle olduğunun sebebini. Çünkü böyle akıl ermez işlerin aslının anlaşılması için zaman gerekir. O olayın asıl sebebi de sonradan meydana çıkmış.”
“Düşündüm de… İnsan, ne durumda olursa olsun saygıya layıktır. Düşmez kalkmaz bir Allah! Benim durumum ondan bin beter ama başkaları gibi ben de kendimce değerliyim ve bana da değer verilmesini isterim. Öyle baş köşeye kurulmayı falan beklemem ama hakir görülmek, itelenmek de istemem.”
“Altın çamura düşmekle değerinden bir şey kaybetmez. Altının kıymetini de sarraf bilir, arkadaşım. Biz de seni baş köşeye oturtmadık mı! Misafir olarak geldin de gereken hürmeti göremedin mi? Şu anda bana ters gelen bir hal içinde olabilirsin ama benim gözümde saygıdeğer bir insansın. Aslında her yaratılan, Yaratan’a aittir. Onlar, O’ndan ötürü sevilmeli sayılmalıdır. Bizim ne üstünlüğümüz var ki! “Gel ha gönül, havalanma! Engin ol gönül, engin ol!” Azamet ve Kibriya yalnız ve ancak Allah’a aittir. Üstünlük takvadadır. O konuda da kimin kimden daha üstün olduğunu sadece O bilir. Bizim bilmemiz gereken, tarağın dişleri gibi eşit olduğumuzdur.”
“Haydi sen devam et, bakalım sonra neler olmuş!”
“Bizimki orayı görünce ortamı çok beğenmiş. O mübarek zat tarafından davet edilip, onca izzet ikrama layık görüleni içten içe biraz kıskanmalarına rağmen oradakiler hemen aralarına almışlar. Böylece birden bire birçok arkadaşı oluvermiş. Toplantıları kaçırmadan takip etmeye başlamış. Bu arada içkiye tövbe etmiş, farz ibadetlerden sorumlu olduğu bilinci hâsıl olmuş ve namaza başlamış.
Birkaç ay sonra, artık gitmeden edemediği o eve mesai arkadaşını da götürmeye karar vermiş. Bunu ona söylemek, içkiden el çekmesinin gerektiğinden bahsetmek o kadar da kolay değilmiş. Cesaretini toplayıp, bir öğle molasında birlikte yemek yerlerken olayı başından sonuna kadar biletçiye anlatmış:
“Abi sen de gel ne olursun! Gerçekten çok hoşuma gitti orası. Karanlıklardan aydınlığa çıktım, o Güneş sayesinde. İçime ferahlık, ruhuma huzur geldi. Ben de başta istememiştim. Beni açmaz sanmıştım. Meğer yıllardır özlemini çektiğim dinginlik orada gizliymiş. Bense meyhane köşelerinde aramış durmuşum.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” demiş ya Necip Fazıl… İşte aynen öyle… Ben de yıllarımı gaflette harcamışım.
Abi, sen de gel ya! Onu tanımanı istiyorum, her şeyden önce. Ona rastlayıncaya kadar içimde bir sıkıntı, hayatımda koca bir boşluk, beynimde maruz kaldığım kötü davranışlardan ötürü çetin bir savaş vardı. Onu tanıdıktan, sohbetlerini dinledikten sonra ne kadar hazmedemediğim olay varsa önemsizleşti. Uğradığım haksızlıklar canımı sıkmaz oldu. İçime sığmayan, o bir türlü bastıramadığım sıkıntılar buharlaştı, uçup gitti. O bana, mühim olanın bu dünya ve içindekiler değil, asıl önem verilmesi gerekenin, dünya sonrası olduğunu anlattı.
Keşke daha önce önüme çıksaydı! Ne kadar geç kaldığımı, ne çok eksiğimin olduğunu fark ettim. “Yahu, biz bu zamana kadar ne kadar derin bir uykudaymışız!” dedim kendi kendime.
Öyle değil mi abi! Mutluluk meyhanede olsaydı biz şimdiye kadar onu çoktan bulmuş hatta bu zamana kadar eskitmiş olurduk. İçip içip ağladık söyledik, bir yerlere yıkıldık, bir tarafta sızdık kaldık. Başka ne oldu? Hiç! Aynı hamam aynı tas… Her akşam aynı terane… Her sabah aynı kafa çatlatan ağrı…
Tanıştığımız günden itibaren aynı otobüs, aynı meyhane… Bu zamana kadar hiç ayrılmadık seninle. Bundan sonra da ayrılmayalım İnşallah!
Bu akşam sohbete beraber gideceğiz. Lamı cimi yok! Karşı çıkmaya kalkma sakın!” diye uzun bir nutuk atmış. Uysal bir adam olan biletçi onun neşesini ve mutluluğunu görünce keyfini kaçırmamak için bir kereliğine ona eşlik edeceğine söz vermiş ve kendisinden daha fazlasını talep etmemesini rica etmiş.
“Bilirsin bende senin hatırın büyük! Bu defalık seninle giderim oraya ama benden daha fazlası bekleme!” demiş kısaca.
O da bir kez ortamı görmek, bir daha da oralara adım atmamak niyetindeymiş ama evdeki pazarlık çarşıya uymamış. Kazın ayağı, hiç de öyle değilmiş. İnsanın kafası içkiyle miçkiyle değil, ilimle, sohbetle, ulvi konuşmalarla, geniş ve derin düşünenlerden istifade etmeyle güzelleşiyormuş. Kadeh parlatmak marifet değilmiş, mühim olan kafa parlatmakmış. Kadeh kaldırmak kolaymış ama onu ortadan kaldırmak zormuş! O mübarek zatın sohbetlerine gide gele o da tövbekâr olmuş, içkiye veda etmiş.
İki kafadar, artık ayağı seccadeden uzak olmayanlarla arkadaşlık ediyor, aynı potada eriyor, aynı şekilde şekilleniyorlarmış.
Aradan yıllar geçmiş. Emr-i Hak vaki olup da sohbet eden zat Hak’ka yürüdüğünde vasiyeti üzerine postuna bizim şoför oturmuş.”
“O otobüse bindiğinde, onu gördüğünde, kendisinden sonra gelecek kişinin o olduğu ona malum olmuş, öyle mi Kaptan?”
“Anlaşıldığına göre öyle… Kimin kime, nerede ve ne zaman rastlayacağı belli değil ki! Vakit saat geldi mi Allah rehberini çıkarıverir önüne, yolunu buluverirsin! Kör köre ne kadar rehberlik edebilir ki! O ikisi de birbiri için kör hükmündeydi. Hangisi yolunu bulabilmişti ki diğerine rehberlik edebilsin! Karanlıktan aydınlığa, güneşe… Davete icabet etmeselerdi, oldukları yerde sayacaklar, bir adım aşama kaydedemeyeceklerdi.”
“Arkadaş önemli… Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim!”
“Arkadaş, arkadaşın aynısıdır. Müminler, birbirlerini yıkayıp temizleyen eller gibidir. Kul, kula sebep… O da biletçiyi kurtarmış.”
“Sen de bana el uzattın ya Kaptan. Sen de benim kurtuluşum için uğraşıyorsun ya… Beni her halimle, olduğum gibi kabul ettin, değil hor görmek, dışlamak, aksine şefkatle kucakladın, sardın sarmaladın. Onun için iki güne bir kapındayım!”
“Ben senin dostunum. Sen benim her şeyden önce din kardeşimsin. Biz birbirimizden sorumluyuz. Vurdumduymaz olamayız. Duyarsız kalamayız. Gerektiğinde teşvik eder, gerektiğinde ikaz ederiz. İyi bildiğimizi telkin eder, doğru yola davet ederiz. Aklı olan itaat eder, gelir. Bizden söylemesi… Bu işler sabır işi… Hiçbir şey birden bire olmaz. Zamana ihtiyacımız var. Yeter ki iyiye, güzele, doğruya meyilli ve her şeyin çok güzel olması için azimli olalım! İnşallah sen de içinde bulunduğun çıkmazlardan çıkmayı başaracaksın!”
“Olursa, sayende olur abi! Yalnız taş duvar olmaz. Onun için dert oratağım olarak seçtim seni. Biliyorsun, senden saklım gizlim yok. Faydan olacağına inanmasaydım, içimi döker miydim hiç! Allah uzun ömür versin, eksik olmayasın!”
“Bir de inancının zayıf olduğundan behsediyorsun, Necmettin! Bak nasıl da içtenlikle dua ediyorsun! Demek ki sana öyle geliyormuş. İnancını yeterli bulmayan senmişsin. Arttırmak arzusundaymışsın ki onu azımsıyormuşsun. Parayla imanın kimde olduğunu ancak Allah bilir. İkisi de gizlidir.”
“Para ne gezer bende Kaptan! Bu devirde gemisini yüzdüren kaptan ama benim gemi kayalıklarda parçalanalı çok oldu.”
“Güneş battı diye bir daha doğmayacak değil ya! Allah dilediğini gani eder, dilediğini fakir eder. O bizi mallarımızdan ve canlarımızdan ayrı koyarak dener. Her halde şükürde olan kazanır. Şükredenin nimetlerini arttırır. Sen elinde olanları düşün ve şükretmeye devam et! Kara gün kararıp kalmaz, güneş var!”
“Benim tek Güneş’im var, abi. Onu da sen biliyorsun. Acaba varlığına şükretsem, çok şükretsem Allah onu bana yazar mı?”
“O kadarını bilmem ama bir şekilde seni bu sıkıntının içinden sıyırır, refaha çıkarır. Ondan eminim. Sen şükretmeye devam et! Onun aksi, isyan etmektir!”
Şakir”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 554