- 651 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
553 - DERVİŞ
Onur BİLGE
“Kutsal’ım,
Kaptan yakın zaman evliyalardan bahsedeceğini söylemişti. Keramet kiremit miremit… Böyle şeyler bana göre değil ama merak da etmedim desem, yalan olur.
“O senin anlatacağın… Hani evliya hikâyesi… Onlar hep birbirine benzer, benim bildiğim. Onun için pek inanacağım gelmiyor da… Seninkini meraktan da kendimi alamıyorum. Oldu olacak, kırıldı nacak! Haydi, anlatacaksan anlat da dinleyeyim.”
“Çay koymuştum. Demlenmiştir. Alıp geleyim, şöyle karşılıklı yudumlarken çıkar onun tadı. Dergâhlarda zikir veya sohbet sonrasında söylenen ilahisi de vardır.” diyerek mutfağa doğru yürürken, bahsettiği ilahiyi usulüne uygun olarak söylemeye başladı.
“Doldur derviş, çay doldur,
Aşk elinde pay boldur,
Böyle meclis bulunmaz,
Allah! deyip çay doldur.”
Elinde yuvarlak, kalaylı bir bakır tepsiyle döndü, onu sedirin üstüne, aramıza koydu. İçinde üzerine kalınca bir havlu örtülmüş çaydanlık, cam şekerlik ve bardaklar vardı. Tam oturacaktı ki:
“Bir sürahi de soğuk su getirseydin, abi. Çayın yeri ayrı, suyun yeri ayrı…” dedim, bir daha kalkmasın, sohbet bölünmesin diye… Tekrar gitti geldi ve nihayet oturdu.
“Çayları bari ben doldurayım! Haydi, sen anlat bakalım!”
“Bir şoför arkadaş anlatmıştı. Şehirlerarası otobüslerde çalışır. Adı İsmail. “Dilden dile dolaşan bir evliya hikâyesi dinledim, şaştım kaldım!” demişti. Hatta o kadar tesirinde kalmış ki gidip o insanları bulmuş, olayın geçtiği mekânı görmüş. “İnanılacak gibi değil ama gerçek! Kendim gittim, gördüm, bizzat kendilerinden dinledim. Delilleri de gördüm.” dedi.
Olayın kahramanları, Afyon’daki belediye otobüslerinden birinde çalışan iki kişi… Biri biletçi, diğeri de şoför… İkisi de akşamcı ama gündüz de demlenmekten geri kalmıyorlar. Şoför orta yaşlı, biletçi ondan daha yaşlı ama işe geç girmiş. Her belediye otobüsünde olduğu gibi orada da arkadan biniliyor, önden iniliyor. Biletçi, kapıdan girilince sağdaki küçücük tezgâhında boyuna bilet kesiyor. Arada da tezgâhın altındaki içinde alkol olan gazoz şişesini çıkarıp, çaktırmadan bir yudum alıyor, tekrar yerine koyuyor. Şoför de aynı şekilde akşama kadar içiyor. Bu ikisi her gün ve gün boyu böyleler.
Günlerden bir gün otobüse, sırtında cübbesi, başında takkesiyle uzun ve bembeyaz sakallı yaşlı bir adam biniyor. Biletini alıp, öne doğru ilerliyor ve yönü ona dönük olarak şoförün başına dikiliyor. Bir süre onu süzdükten sonra şefkatli bakışları fark ediliyor.
“Ne bakıyorsun amca? Bir şey mi soracaksın?” diye sağ yukarıya, o mübarek yüze bakıyor şoför.
“Sormayacağım da bir şey teklif edeceğim.”
“Nasıl bir teklif bu? Hadi de hele! Çekinme!”
“Efendi, biz bazı akşamlar bir evde toplanıyoruz da…” diyerek bahsettiği yeri tarif etmiş. Herkesçe bilinen bir mekâna yakın olduğu için kolayca bulabilecek bir yer olduğundan adresin kaydedilmesine gerek kalmamış. “Perşembe akşamları yaptığımız sohbetlere senin de gelmeni istiyorum. Aramıza katılır mısın?”
“Oraları iyi bilirim. Elimle koymuş gibi bulurum da… Nasıl bir sohbet o? Havadan sudan değildir herhalde. Baba, sizin sohbetiniz dinidir, bizi açmaz.”
“Değil tabii ki! Malayaniyle işimiz olmaz bizim. Önemli olan bu taraf değil, öte taraf… Sen gel bakalım, bir akşam. Bak, gör, dinle! Beğenirsen müdavimlerimizden olursun, beğenmezsen bir daha gelmezsin. Tercih senin. Denemeden karar vermek, reddetmek akıllıca bir karar olmaz. Ne dersin?” diye ısrar etmiş o zat. Israr arttıkça verilecek cevap azalmış da azalmış.
“Aman amca! Tam adamına çattın! Benim ne işim var öyle yerlerde! Ben dünyalığım. Âlemci adamın biriyim.” demiş şoför. O mübarek daha da ısrar edip kesin kararlı bir şekilde:
“Biz seni istiyor ve davet ediyoruz. Davete icabet etmek, sünnettir.” deyince, şoför alaycı bir şekilde gülerek elini oturağın altındaki şişeye uzatmış, aldığı gibi ona doğru kaldırarak kestirip atmak amacıyla:
“Amca! Ben gece gündüz kafa çekerim. İşte bu şişenin içinde de içkim var. Beni bununla istiyor musun?” diye sormuş. Yaşlı adam şişeyi almış.
“Şişesini ben aldım, bu kötü huyunu da sen al, Allah’ım!” diyerek otobüsten inip gitmiş.
Gitmiş ama şoförde artan bir merak… “Nasıl olur da öyle bir zat, içinde içki olduğunu bile bile o şişeyi eline alır! Nasıl olur da ne idüğü belli olmayan birini davet eder! Bu adam ki ona alkolik olduğunu söyledi. Buna rağmen neden ısrarla çağırır! O ve çevresindekiler nasıl insanlar? Orası nasıl bir yer? Etrafında kimler var ki? Neler konuşuyorlar? Bir kere gitsem ne kaybederim sanki!” diye geçirmiş durmuş içinden.
Zaman ilerledikçe merakı artmış da artmış. Perşembe günü bu iç sesleri daha da çoğalıp sıklaşmış. İçinde, o zamana kadar hiç hissetmemiş olduğu tatlı ve tuhaf duygular, merakıyla yarışmaya başlamış. O gün akşama kadar ara ara yaşlı zatın sesi kulaklarına gelmiş. Aynı şeyleri söylüyor, davetini yineliyor, adresi tekrarlıyor ve dua ediyormuş. O kadar ki şoför gayriihtiyari kendi kendine:
“Yeter ama artık! Bu kadarı da fazla!” diye mırıldandığını fark edip irkilmiş.
Zaten onu gördüğünden beri yüzü gözlerinin önünden gitmez olmuş. Yolda sokakta benzeri hangi ihtiyarı görse, ilk anda o zannediyor, dikkatle bakınca o olmadığını anlıyormuş.
O zamana değin işi icabı o kadar kişiyle karşılaşmış ama hiç kimsenin bu denli tesirinde kalmamış. Olayı her hatırladığında o değirmi yüzden olağanüstü bir ışık ve o sesten, davetten öte bir arzu yayılıyor, ruhunu dört bir yandan sarıyor, bahsedilen mekân cazibe alanı halini alıyormuş.
İçinde önüne geçilmez bir istek, zapt edilmez bir heyecan… Sonunda ruhunun mıknatıs gibi çekildiği yere gitmeye kadar vermiş. Akşamı zor etmiş. Bahsedilen yere yaklaştıkça, büyük bir huzura çıkacak olanların hissettiklerini hissetmeye ve yaşamaya başlamış. O zat onun gözünde, otobüse binip inen herhangi biri olmaktan çıkmış, ulvi bir kişilik haline gelmiş. Eli ayağı titremeye, dizleri tutmaz olmaya başlamış.
“Ne oluyoruz!” demeden kendisini içeride, toplantı mekânının kapısının önünde bulmuş. O zat karşıdaki sedirin ortasında, diz çökmüş vaziyette oturuyor, herkes çıt çıkarmadan anlattıklarını dinliyormuş. Yanına gitmek, eline varmak istemiş ama nefes nefese kaldığından ona güç yetirememiş, hemen oracığa, eşiğin sağına, yere çökmüş. O anda göz göze gelmişler. Mübarek zat onu görür görmez yanına davet etmiş.
“Gel bakalım, efendi! Hoş gelmişsin! Şöyle yanıma otur!” diyerek sağ tarafını gösterince oradaki kalkarak ona yer açmış. Zangır zangır titrediğinin fark edilmemesinin imkânsız olduğunu bildiği için halinden son derece utanmış sıkılmış. Üstelik “Selamün Aleyküm!” derken sesi de boğuk ve titrek çıkmış. İlk defa göz göze geldikten sonra o gözlere bir daha bakamamış. Sadece dokunur dokunmaz İlahi bir cereyana tutulduğu, etkisini kalbinin ortasına kadar hissettiği o eli eline alıp dudaklarına ve alnına götürürken neredeyse kendinden geçecek, oracığa yığılıp kalacakmış. Mübarek, sakin ve mütebessim:
“Aleykümselam Efendi! Davetimize icabet etmekle bizi ziyadesiyle memnun ettiniz. Allah razı olsun, istikamet versin!” diyerek sohbetine şöyle devam etmiş:
“Der, kapı demektir. Viş de eşik… Derviş, kapı eşiği anlamına gelir. Onun yeri, kapı eşiğidir. Her şeyden önce mütevazı olmalıyız. Azemet ve Kibriya, yalnız ve ancak Allahüteala’ya mahsustur.”
Biraz müsaade eder misin arkadaşım? Şimdi geliyorum! Devam edeceğim, İnşallah!" diyerek kapıya yöneldi, Kaptan. Aklına bir şey mi geldi, nedir?
Sen de benim kutsalımsın. Ben de senin kapına yatmışım Yunus’un Taptuk Emre’nin kapısına yattığı gibi… Sen benimseyinceye: “Bizim Necmettin mi?” deyinceye kadar eşiğinden kalmayacağım!
Derviş”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 553
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.