ÇENGELKÖY İLE GEÇMİŞ YILLARIN SOHBETİ...
Eski bir sevda, bir dostluk, bir arkadaşlık ve güzelliklerle dolu bir ilişkimiz vardı, bilmem kaç yıllarının Çengelköy’ü ile aramızda. Henüz havasından, suyundan, bana ileride neler verip, neler alacak haberim bile yoktu. Çengelköy Havuzbaşı İlkokulu’nun yanındaki tarihi çeşmenin, tam üstündeydi evimiz. Kumkapı’da üç katlı ahşap bir evde doğmuşum, bir ebe hanım teyze doğmama ve annem’e yardım etmiş. Babam ince sazlar getirtip maaile kutlamışlar doğumumu. Kumkapı’dan Çengelköy’e geldiğimizde, anne sütü emen, acıkınca, altım kirlenince ağlayan, karnım doyunca uyuyan ve masum, üç aylık bir bebekmişim.
Nereden bilebilirdim ki, çocukluğumu, ergenliğimi, gençliğimi, orta ve yaşlı yıllarımı Boğaziçi’nin bu şirin köyünde geçireceğimi? Çocukluğum Havuzbaşı’nda, diğer yaşlarım bu köyün merkezinde geçti. Ahh o unutulmaz Havuzbaşı yılları, çocukluk arkadaşlarım ile her mevsimde değişen hava durumu gibi, mevsimsel oynadığımız oyunlar, yaramazlıklar, ilk okulum, ilk türkülerim, ilk sevgilim sandıklarım, iftira, kötülük, hainlik, kin, nefret, hırs, şiddet gibi kavramları tanımadığım, bir su gibi berrak ve temiz çocukluk yıllarım.
Babası üç yaşına ölmüş, yetim, temiz, hassas ve sade bir çocuktum ben. Kurnaz değil, hin değil, saf ama akıllıydım. Yaramaz değil, uslu ve terbiyeliydim. Yüzu ve özü güzel bir çocuktum. Düştüğüm zaman kalkan, canımın yandığını belli etmeyen, arkadaşlarını seven bir çocuktum. Kalabalığıda severdim ama yalnızlığı tercih ederdim. Bahçede otlayan koyunlar, kendilerini köylerinde hissetsinler diye, onlara gırtlağımdan kaval ve zurna çalardım. Sonra onların bu seslerden büyük keyif aldıklarını düşünür, sevinirdim.
Sevgili çengelköy, 1950’lerin kültürel hayatı, bugüne kıyasla çok daha dinamik, çok daha zengindi. İstanbul o günlerdede en büyük işçi kentiydi ve bu şehirde hamallar, ustalar ve işçiler yaşama tutunabilmek için, en ekonomik şartlarda yaşamak zorundaydılar. Yani yoksul ve orta halli aileler, ev kirası, aş, çocukların masraflarını, kısaca tüm harcamalarını en ekonomik ve tutumlu bir şekilde yapmaları gerekiyordu.
Bu yüzden 1950’li yıllarda yaşayan kuşak, savaş görmüş ve savaşı bizzat yaşamış, yokluk içinde büyümüş, çayı bile kuru üzümle içmiş bir nesildi. Dolatısıyla ’tutumlu’ olmayı ve tutumlu yaşamayı çok iyi öğrenmişlerdi. O zamanlarda ev hanımı evinde en ekonomik bir şekilde nasıl yaşar? Sorusunun cevabını anne ve teyzelerimiz yaşayarak öğrenmişlerdi.
Örneğin, bir odun veya kömür sobasına, ne zaman ve ne kadar yakacak atmak gerektiğini, evinin camlarını nasıl yalıtacağını, evinde oturan kişilerin en iyi nasıl beslenebileceğini, çorapların ve diğer giyeceklerin nasıl yamanacağını, temizliğin, bulaşığın, çamaşırın nasıl yıkanacağını, evde banyo alanların en temiz ve kısa nasıl temizleneceğini, kışlık ve yazlık giysilerin nasıl korunacağını, elektrik, su ve diğer giderlerin en ekonomik bir şekilde ve nasıl kullanılması gerektiğini çok iyi ezberlemişlerdi.
Sevgili okur, 1955 ve 60’lı yıllarda sabah kahvaltılarında annelerimiz bizlere, zeytini, peyniri, yumurtayı, yağı ve reçeli, ’katık’ etmemizi öğretmişlerdi. Hatta üç katlı evimizin ikinci katında oturan ve Kuleli Askeri lisesinde görevli olan Albay Hayri bey amcanın eşi Hatice hanım teyze, bizlere kahvaltılıkları ’katık etme’nin nasıl olacağını, bir zeytin tanesini katık etmeyi, kendi elleri ile göstererek pratik olarak göstermişti. Yani bir zeytinin hepsini bir an’da değil, üç veya beş kez ucundan ısırarak yemek gibi bir şeydi bu. Bir balık, bir tavuk veya et en ekonomik şekilde nasıl tüketilir? İşte bunları öğretmişlerdi biz çocuklara...
Bir balığı başını ve kılçığını nasıl sıyırarak yemeyi, tavuk etini kemiklerini incitmeden yemeyi (çünkü bu kemiklerden tavuk suyuna çorba yapacaklardır), bir eti kızartmadan önce ’kuşbaşı’ doğrarlar, haşlayarak suyunu süzer ayırırlar (çünkü bu et suyundan, et suyuna çorba veya yemek yapacaklardır), kalan etleri daha küçük parçalara bölerler ve kızartırlardı (şimdiki kokoreç gibi), baharatlı ve kekikli olarak yarım ekmek içine atarlar, içine de bahçeden topladıkları bolcana yeşillik koyarlardı.
Sevgili Çengelköy, 1955 ve 60’lı yıllarda hemen herkesin bahçesinde, hindibağı, ebegümeci, semizotu, kuzukulağı, labada, tere, deve dikeni, yabani turp, yabani sarımsak, fesleğen, rezene, nane, maydanoz, yabani kekik gibi yeşilliklerden hem yemek, hem dolma, hemde salata yaparlardı annnelerimiz. Bu yeşilliklerden bazılarını yaz aylarında kuruturlar ve kışın sebze çorbası ve baharat olarak kullanırlardı. Ayrıca tarhana, domates ve biber salçası, patlıcan, bamya, kırmızı ve yeşil çarliston biber gibi organik sebzeleri yaz sonlarına doğru kuruturlar, bir ipe dizerler ve kışın bunlardanda nefis yemekler yaparlardı.
O günler en ekonomik ve tutumlu şartlarda yaşamak zorunda olduğumuz günlerdi ve bizler bu duruma alışmıştık. Biz çocuklara yamalı çorap ve pantolonla dolaşmak olağan gelirdi. Gömlek yakalarımızın ve manşetlerimizin iç, dış yapılarak düzeltilmesi ve kışlık paltolarımızın ters, yüz edilmesindende yüksünmezdik. Ayıplanmak aklımıza bile gelmezdi, çünkü hemen bütün arkadaşlarımızın anneleri böyle yaparlardı, yapmak zorundaydılar...
Müziğe karşı ilgim böyle başlamıştı. Gırtlağımdan zurna ve kaval sesleri çıkarmaya başlamış, sonrada ilk türkülerimi öğrenmiştim. "Beyaz giyme toz olur, siyah giyme söz olur", "Yemeni bağlamış, telli başına", bu türküleri ayva ağacının altında söylerdim, yalnız olduğumda. Bir arkadaşıma babası bir mandolin almıştı. Kaval ve komşu teyzelerin, ablaların çaldığı piyano, akerdeon ve keman’dan sonra, bu enstrümanı ilk kez onda görmüş çok hoşuma gitmiş, heyecanlanmıştım. O mandolinin yapısını hemen ezberlermiştim. Annemin bunu bana alamayacağını biliyordum. Eski bir ev süpürgesi aldım ve onda çalmayı denedim ama olmadı, ses çıkmıyordu.
Sonra uzunca bir düz tahta buldum, temizledim. Sapına çivi çaktım, başına doğru küçük bir tahtayı çivileyerek, bir eşik yaptım. Önce soba teli taktım, gererek bağladım ama olmadı, gerilmiyordu. Bizim kümese gittim, daha ince tel bulabilmek için. Baklava şeklinde örülü tellerin üzerinden geçen, uzun ince bir tel buldum biraz kopardım ve teli düzleştirdim, sildim, temizledim. Sonra ’çakma mandolin’ime taktım ve bütün kuvvetimle gerip, çivilere bağladım. En alt kısmınada mandolin’nin ki gibi misina bağladım. Aldım elime parmaklarımla dokundum, hafifte olsa ses çıkıyordu. Sevinçten deliye döndüm ve sol elimin parmaklarını gezdirerek, sağ elimin parmaklarıyla tellere vurarak çalmaya başladım. Sesler geliyordu ama bir türlü, "Yemeni bağlamış, telli başına" türküsünü çalamıyordum.
Parmaklarım acıyordu ama türkünün; "Yemeni bağlamış" bölümünü çıkarabilmiştim. Bir insanın hayatında hani o çok seviniği anlar vardır ve o anları sadece bir kaç kez yaşarsınız ya, işte ben o anı yaşıyordum o an. Çok istemiş, uğraşmış, didinmiş ve bıkmadan usanmadan çalışıp, sonunda istediğimi elde etmiştim. Çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım ama sonra anladım ki ben, her istediğimi tüm zorluklara rağmen, elde edebilen bir çocuk olmuştum. Bu hayatım boyuncada böyle oldu ama ilk önce onu çok ama çok istemek şarttı. Hemen her konuda çarçabuk sonuca gitmeyi bir çok kez denedim ama çok istemedikçe, yapmak istediğim neyse hiç bir zamanda olmamıştı. Ancak ’çok istemek’ neydi ve nasıl çok istenirdi acaba, işte bunun cevabını bulamamıştım. Bu işte bir sır vardı ama neyse... Herhalde bir koşucunun veya olimpiyatlarda yarışan bir sporcunun, konsantre olması gibi bir şey olmalıydı bu, ha ne dersin Çengelköy?
Sevgili Çengelköy, düşünüyorumda demekki insan, çocukluğunda edindiği temel içgüdülerle tüm yaşamını geçiriyor galiba, tabiiki çocukluktan önce Allah vergisi yetenekler ve çocuklukta öğrenilen doğal ve rastgele edinilen yeteneklere, birde iyi bir eğitim eklenince, zaten kendi içinde var olan güzellikler ortaya çıkıyor ve "adam olmak", "adam gibi adam olmak", gibi deyimler doğrulanıyor, sonunda o çocuk bir adam, yani iyi bir insan, iyi bir çalışan oluyor. insanoğlu yaşamı boyunca edindiği bilgi, tecrübe ve birikimlerini zaman zaman güncelleyerek hayatını kimselere muhtaç olmadan, rahatlıkla idame ettirebiliyor. Aynı, "ağaç yaşken eğilir" deyimini doğrularcasına. Tıpkı; "Oku da Adam Ol Baban Gibi, Eşek Olma" sözcüğünün ortasındaki virgül olmak gibi bir şey işte...
Kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmenin başlangıcını anneciğim başlatmıştı. Bana ve benden büyük kuzenim Tahir ağabeye, annem Tahtakale’den nane, limon ve okaliptus şekerleri almıştı. Enişteciğim Süleyman Fıstıkçıoğlu ise bizlere boynumuza asılan tahtadan bir tezgah yapmıştı. Biz iki kafadar kendi bahçemizin çocukları yetmezmiş gibi, Havuzbaşı parkına giderek orada satış yapmaya başlamıştık. Artık para nedir, ne işe yarar ve nasıl kazanılır azda olsa öğrenmiştik. Sattığımız şekerlerin parasını alır, bir iki gazoz içer, gerisini anneme verir ve annemde Tahtakale’den tezgahımıza koyacağımız, yeni mallar alırdı...
İlkokula başladığımda yeteneklerim, tahtadan mandolin gibi kendi ellerimle, tahtadan ve telden araba, tahtadan kızak, tahtadan tüfek, ağaç dalından ok ve yay, ağaç dalından mızrak, kalın kağıttan iple sarılı top, değişik salıncaklar, yumuşak taştan yontma figürler, küçük tahterevalli, ağaç dalınından çıta çıkarıp uçurtma yapmak, küçük evler, bahçeler, annemizin çiçeklerine kuru dallardan boyalı çiçeklik, komşu teyzenin yeni doğan çocuğuna ağaç dallarından beşik, yağlı kilden değişik oyuncaklar, gibi şeyler yapıp satmaya kadar ileri gitti. Artık kendi harçlığımı kazanmakla kalmayıp, çoğunu annem’e vererek Fandon’nun bostanndan sebze bile alabiyorduk...
Müziğe karşı olan yeteneğimi ilkokulda geliştirdim. Mandolinim hiç olmadı ama ders aralarında, mandolini olan çocukların mandolinlerini rahatlıkla çalabiliyordum. Sonra mandolin ve akerdeon hocası rahmetli Resul hocanın akedeonunu da çalabiliyordum. İlkokul 1. sınıftan başlayarak, Milli Bayramlarda mutlaka kürsüye çıkarak şiir söylerdim. Bu kürsü veya sahne işi önceleri beni biraz ürketmişti ama annem ısrarla beni sahneye sürmüştü. Öyle bir gün gelmiştiki, artık sahneye ve kalabalık beni hiç ürkütmüyordu. Hatta mezuniyet törenimizde ’monolog gösterisi’ bile yapmıştım.
Ve ilkokul bitti ve Anadoluhisarı Ortaokuluna başlarken, Çengelköy merkeze taşındık. Ortaokul 2. sınıfta gitara merak salmıştım. Okulda arkadaşların İspanyol gitarları ile kurdukları bir orkestra vardı. Onlara çok özeniyordum. Günlerden bir gün annemle beraber, Fatih Çarşamba’da oturan rahmetli dayım Kemal ve yengem Nurten Ergör’lere yatıya gitmiştik. Dayım’ın oğulları, Ahmet, Bülent ve Fuat ismindeki küçük kuzenlerimden, en büyükleri olan Ahmet’e bir ’İspanyol Gitar’ almış ama Ahmet’in ilgisini çekmemişti. Sevgili dayıcığım bana; "Al yavrum bu gitarı, benim oğlanların merakı yok, sen al ve çalabildiğin kadar çal",diyerek bana hediye etmişti. Dünyalar benim olmuştu. Bu gitarla parmak tekniğimi özellikle ’solo’ çalarken parmaklarımı iyice geliştirmiştim, hemen her parçayı kulaktan rahatlıkla çalabiliyordum. Ancak armoni ve nota dersi almam gerekiyordu.
Haydarpaşa Lisesi’ne başladığımda, artık bir eloktro gitarım vardı ve Kurtuluş’da bas gitar, saksofon, piyano dersleri veren Antonio isminde iyi bir hocadan, armoni ve nota dersleri aldım. Artık hem Haydarpaşa Lisesi’nin okul orkestrasında, hem de Kadıköy piyasasında düğün salonları, taverna, yaz aylarında askeri ve sivil ’yazlık Kamp’larda çalmaya başlamıştım. Bu işi Marmara Üniversitesi’nden 1979 yılında mezun olup, 1981 yılında asistan olarak girdiğim, İ.Ü.İşletme Fakültesi’ne girinceye kadar sürdürdüm. 1967 yılından, 1981 yılına kadar hem çalışmış, hem de okumuş ve sonunda hedefime ulaşmayı başarmıştım. Ne dersin, konsantre mi olmuştum acaba, sevgili Çengelköy?
1993 Haziran Hüseyin A.Tuna / TUNACAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.